İnfazlar yaklaşıyor. Ölüm cezasına hükümlü Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan bunu biliyor ve infazların hiçbir yolla önlenemeyeceğine inanıyorlar. Mamak Cezaevinde yaptığımız görüşmelerde bu inançlarını ve infazlar hakkındaki düşüncelerini açıkça söylüyorlar. Buna rağmen yaşamlarını, cezaevi koşulları içinde ve inançları doğrultusunda sürdürmekten geri durmuyorlar.
18.4.1972 gününde Mamak 1 numaralı Askeri Cezaevinde 12 gün süren bir ölüm orucuna başlıyorlar.
1972 yılının ilk aylarında kontr-gerilla denilen ve artık gizliliği kalmayan gizli örgütlerde yapılagelen işkenceler yoğunlaşmıştır. Cezaevlerinde bulunan tutuklular, “mahkemeye götürüyoruz, savcıya götürüyoruz” gibi bahanelerle cezaevinden alınıyor, kontr-gerillanın işkencehanelerine götürülerek onlara ağır işkenceler uygulanıyor. Siyasi cinayetler yoğunlaşıyor.
Yusuf Arslan, Deniz Gezmiş ve Hüseyin İnan, bu işkenceleri, yasa-dışı uygulamaları, basına konulan sansürü, yapılan Anayasa değişikliklerini ve zamları protesto için ölüm orucuna başlıyorlar ve bunun nedenlerini şöyle açıklıyorlar:
“1- Son getirilen zamlar ve hayat pahalılığı fakir emekçi halkımızın, zaten son derece güç olan hayat şartlarını, çıkarcıların menfaati uğruna daha da dayanılmaz hale getirmiştir.
“2- Halka dönük olan 1961 Anayasası, elbise değiştirir gibi değiştirilmiş bununla da yetinilmeyerek, halkımıza anayasamızca tanınan hakları tamamen ortadan kaldırmak için yeni Anayasa değişikliğine gidilmek istenmektedir.
“3- Sıkıyönetim mahkemelerinde, MİT ajanlarına mahkemelerin temsilcileri görüntüsü verilmek istenmiş ve (ANARŞİST) deyimi ile devrimcilerin katline gidilmiş ve aynı nedenle siyasi cinayetler işlenmiştir.
“4- Bizim bugün hücrelerinde kaldığımız Mamak Askeri Cezaevinde bulunan diğer tutuklu arkadaşlarımızdan bir veya birkaçı her gün “mahkemeye götürüyoruz” denilerek MİT’in işkence odalarına götürülüp çağ ve insanlık-dışı işkenceye tabi tutularak yapılan işkencenin bütün belirtileri üstlerinde olarak geri getirilmektedir.
“5- Bütün bu yasa-dışı, çağ-dışı ve insanlık dışı uygulamaların halkımız ve ilerici aydınlar tarafından bilinmemesi ve duyulmaması için basına sansür konulmuş, basın ancak sıkıyönetimin izin verdiği haberleri verebilecek duruma getirilmiştir.
“Bütün bu nedenlerle 18.4.1972 tarihinden itibaren (ÖLÜM ORUCUNA) başladık, bu davranışımızın, kötülükleri sona erdirmeyeceğini biliyoruz. Ancak, halkımıza ve onun haklarına cezaevi hücrelerinde sahip çıkıp onu savunacak tek hareketimiz (ÖLÜM ORUCU)nu sürdürmek olacaktır.”
Ölüm orucu başladığı günlerde İstanbul’da Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerinde görülmekte olan ve gün-aşırı devam eden duruşmalarda bulunuyorum. Ankara’ya döndüğüm zaman ölüm orucu 11. gününü doldurmuştur. Avukat arkadaşlarım, ölüm orucunun sürdürülmekte olduğunu ve bütün çabalara rağmen Gezmiş, Arslan ve İnan’ın açlık grevinden vazgeçmediklerini söyleyerek bir kez de benim görüşmemi ve onları vazgeçirmeye çalışmamı öneriyorlar.
Düşünüyorum. Başlatılan ölüm orucu, nedenleri yönünden haklıdır. Ancak ölüm cezasına hükümlü olanlar açısından zamansız ve sakıncalı. Adalet Partili parlamenterlerin, kin ve intikam duyguları ile tam kadro halinde katıldıkları oylamalar sonunda idam kararları TBMM tarafından onanmış, İnönü’nün yönetimindeki CHP, 17.3.1972 günlü bu onama kararının iptali için Anayasa Mahkemesine başvurmuşsa da, yüksek mahkemenin usul yönünden iptal kararı üzerine TBMM tarafından verilen ikinci onama kararı için yeniden Anayasa Mahkemesine başvurmamıştır. Anayasa Mahkemesine böyle bir davanın açılabilmesi için yasama meclislerinde gerekli 1/6 üye imzası bütün çabalara rağmen tamamlanamamıştır. Parlamento-dışı çalışmalar ve dış etkenler sonuç vermemektedir. Yasal yollar tıkanmıştır. Bu ve benzeri nedenlerle infazlar yaklaşmış ve artık her gün beklenir duruma gelmiştir.
Açlığın fiziksel çöküntü doğurucu etkisi korkunçtur. Bu etkinin genç ve yaşlı her insan üzerin de kendini göstereceği kuşkusuzdur. Bu tür çöküntüye uğramış bir insanın infaza dayanabilme gücünün son derece azalacağı da ortadadır. Moral güç ne kadar yerinde ve sağlam olursa olsun, fiziksel çöküntünün infaza olumsuz bir görüntü vereceği ve bunun maksatlı çevrelerce kullanılabileceği ve giderek yersiz ve olumsuz propagandalara neden olacağı da açıktır.
O halde ölüm orucu bırakılmalıdır. Ölüm orucunun 12. günü Askeri Cezaevine gidiyorum.
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Arslan’la görüşüyorum. Gözler çökmüş, yüzler sararmış, sarı-yeşil bir görüntü almıştır. Deniz ayakta duramıyor, karşımda diz çökerek benimle konuşuyor, İnan bitkin görünüyor, 12 gün süren açlığın doğurduğu fiziksel çöküntü yüzlerde okunuyor. Yusuf Arslan ayakta durabiliyor ve daha dayanıklı görünüyor.
Ölüm orucunun nedenlerini anlatıyorlar. Cezaevinden alınarak gizli merkezlere götürülen tutuklulara işkence yapıldığını, şikâyet yollarının kapandığını, basına sansür konularak bu yasa-dışı, insanlık-dışı uygulamaların kamuoyundan gizlendiğini, zamların fakir emekçi halkın yaşantısını dayanılmaz hale getirdiğini, bu baskıları, bu zulümleri protesto etmek için ölüm orucuna başladıklarını söylüyorlar.
Ölüm orucunun bu 12. gününde bütün gücümü toplayarak onlara şunları söylüyorum:
“Açlık her insan üzerinde olumsuz, fiziksel etkiler yaratır. Bu etkilerin sizlerde de kendini göstereceği kuşkusuzdur. Dışarda infazların önlenmesi için her türlü çalışmalar yapılmakta ve sürdürülmektedir. Bu çabalar başarılı olabilir ya da olmayabilir. Çalışmalar olumlu sonuç vermediği takdirde infazların yapılması kaçınılmaz olacaktır. Bu takdirde sizlerin, idam sehpası altına, sağlam ve zinde olarak gitmeniz gerekir. Açlıktan bitkin ve çöküntü içinde sehpa altına gitmeniz sakıncalıdır. Bu takdirde açlığın doğurduğu bitkinlik ve çöküntü, maksatlı çevrelerce kullanılacak, kamuoyuna korku olarak gösterilecek ve aleyhinize propagandalar yapılacaktır. Böyle bir propagandaya olanak vermeye hakkınız yoktur. Bunları düşünerek ölüm orucuna son vermeniz gerekir.”
Dinliyorlar. Bakışlarından sözlerimi yerinde bulduklarını anlıyorum.
Gezmiş, kendilerini on dakika kadar beklememi, koğuşta arkadaşlarıyla görüşeceklerini ve verecekleri kararı bana bildireceklerini söylüyor.
Müdür yardımcısı binbaşının odasında bekliyorum. Onbeş dakika kadar sonra bir görevli görüşmenin bittiğini ve benimle konuşmak istediklerini söylüyorlar. Cezaevi müdür yardımcısı, hükümlülerin odaya getirilmelerini emrediyor. Geliyorlar. Ölüm orucuna son verdiklerini söylüyorlar.
Binbaşıdan cezaevi doktorunun çağrılmasını, bu kadar gün aç kalan insanın birdenbire yemek yemesi bünyesinde tepkiler doğuracağından, bir yemek programı hazırlatılmasını rica ediyorum. Doktor geliyor, idam hükümlülerini muayene ediyor ve yemek listesini hazırlıyor.
Beş gün sonra bir gece yarısı, elleri arkadan kelepçelenerek, ayaklarına prangalar takılarak, Gezmiş, Arslan ve İnan, infaz için apar-topar Merkez Cezaevine götürülüyorlar.
(Halit Çelenk, İdam Gecesi Anıları, ülkü yayınları. İkinci Bası Kasım 1978)”
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024