Hemen ilk söz olarak söyleyelim, evet, mutluluk bir “görme biçimi”dir*. Hayatın anlamını çoğaltan bir özelliğe sahiptir. Bir olgunun, bir nesnenin imgesi, mutlu insana başkadır, mutsuz insana başka… İnsanın anlama, algılama, empati kurma kapasitesi her iki durumda da farklı farklıdır. Kişinin mutlu ya da mutsuz hali, öteki kişilerin kendine yönelik tutumunu belirler. Mutluluk, kişinin sesine, fikirlerine, yüz ifadelerine, seçtiği çevrelere ve daha pek çok şeyle beraber zevklerine şekil verir. Mutlu insan hayattan zevk alır; mutsuz olan zevk alanı seyreder; seyrettikçe kendi mutsuzluğunu besler. Mutlu insan başkalarının kendine nasıl davranmaları gerektiğini belirler; mutsuz olan genellikle başkalarının belirlemelerine tâbi olur. Mutluluğun, neyi nasıl göreceğimiz üzerinde çok temel bir etkisi vardır.
Peki insan nasıl mutlu olabilir? Kişinin mutlu olabilmesi için olması gereken kriterler nelerdir? Mutluluk yolunda siyasal sistemlerin rolü ne olabilir? Mutluluğun çerçevesini çizen nedir? Bu konuda sorular daha da artırılabilir tabii ama şimdilik bu kadarla yetinelim.
İnsanlar sürekli bir şekilde mutlu olma çabasındalar. Bu tutumları onların en kadim ve tükenmez arzusudur, akla vurulmuş genetik bir mühür gibidir adeta. Mutluluk için türlü yollara başvurulur; genellikle de başarısız olunur. Bir çare olarak görülen siyasal sistemler de, umudu gerçeğe dönüştürme konusunda başarısız oldular. Ama bir şekilde insanın içinde sürekli kıpırdayan duygusal bir enerjisi vardır mutluluğun. Ve bu enerjinin akması gereken bir kanal arayışı söz konusudur. Şimdilik o kanal tüketim kültürüyle dolduruluyor gibi görünüyor. İnsanlar tükettikçe mutlu oluyor; mutlu oldukça da tüketiyor. Peki bu sahici/kalıcı bir mutluluk mu? Mutluluğu, soyut ama kadim değerler olan; barışta, etikte, adalette, özgürlükte değil, somut ama değişken tüketim nesnelerinde buluyor. Estetiği, davranışta değil, tüketim nesnelerinin kendine kattığını düşündüğü “değerde” arıyor. Koynuna sokulacağı bir sıcaklığı, tüm insanlığı sarmalayacak değerlerde değil, çok sığ olan bir tüketim-anlam dünyasında arıyor.
Mutluluk, amorf ama zamanın ruhuna uygun idealin gerçekleşmiş halidir. Hatta ona, ilkesi her bir kişide farklı olan bir çeşit ideoloji bile diyebiliriz. Nesnesini bir biçimde ele geçirme derdindedir. Nasıl ki devlet, iktidarın ele geçirilmesiyse, amacı bulunduğu coğrafyada yaşama hükmetmekse… Birey de ilgi alanına giren her şeyi ele geçirdiğinde mutlu olduğunu düşünüyor. Bir şeyi veya kişiyi “ele geçirme” biçimindeki mutluluk kavrayışı doğrusu tartışmaya değer. Böylesi bir mutluluk kavrayışının hiyerarşi doğurma tehlikesi, özgürlüklerle mutluluk arasında bir türlü kapanmayan uzaklığa neden olmaktadır.
Bir fikir olarak mutluluğun, “ele geçirme” güdüsü olmadan toplumsal yaşamdan somutlanması ve bunun hiçbir ideolojinin esaretinde kalmadan yaşanabilmesi nesnel, reel bir sonuca ulaşması açısından hayatidir. Zira, uygulama alanı bulan siyasi projelerin hiçbiri insanları mutluluğa taşıyamadı. Tarihe baktığımızda başlıca üç akımın mutluluk (aslında özgürlük) vadiyle ortaya çıktığına tanığız: Liberalizm aşamasında kapitalizm; sosyalizm ve anarşizm. Aslında bu üç akım da mutluluk kavramıyla değil, özgürlük kavramıyla muhatap oldular. Liberalizm, özgürlüğe önem veriyordu ama toplumun içinde var olan eşitsiz insan ilişkileri koşullarında bir özgürlük tasavvuruna sahipti. Yani eşitliği sağlamadan özgürleşme! Sosyalizm ise eşitliği öne çıkarıp özgürlüğü ihmal etti. Kendini gerçekleştirme alanı bulamayan anarşizm ise, eşitliği ve özgürlüğü birbirinden koparmadan, birini diğerine feda etmeden gerçekleşebilecek bir hayat projesinin daha reel olabileceğini öne sürdü.
Tabii buradaki temel sorun, insan unsurunun ortak bir mutluluk fikrine ne kadar yakın/yatkın ya da uzak olduğudur. Aslında mutluluk fikrinin naifliği, iyimserliğe daha yakın duruşu, işleri kolaylaştıran bir faktördür, ancak siyaset -sahip olma- işin içine girince onun tüm zeminini zehirliyor.
Şurası açık ki, yeni, eşitlikçi, özgürlükçü bir toplum için bugüne kadar olduğundan farklı bir mutluluk kavrayışına ihtiyacımız var. Cari durumdaki mutluluk kavrayışı, kendine uygun -mülküyetçi- bir görme biçimi geliştirdi. Hayatı kendine göre ölçtü biçti… Oysa bugün mutluluğa yeni bir oluş hali tasavvur edilmeli. Zira, söz konusu olan insanın en temel yönelimi… Bu durum, mevcut hali çok daha iyi analiz etmemizi gerektiriyor. Bugün büyük ölçüde doğrudan ya da dolaylı olarak, çerçevesi para tarafından çizilen bir mutluluk hali, mutluluk nedeni, mutluluğun oluş biçimi ve mutluluk vaadi vardır. Şimdi temel sorunumuz, ilkesi daha çok para tarafından belirlenmiş, tarifi bu minvalde yapılmış olan “anlam” ihtiyacını değiştirmek.
“Anlam” fikri, mutluluk fikriyle atbaşı giden kavramdır. Mutluluğun da bir anlamı olmalı sonuçta; anlam yoksa, mutluk da yoktur… İnsanın varlığının anlamlı olması başlı başına bir mutluluk ve motivasyon kaynağıdır. Bütün “yeni” duruş, hissediş, tatmin araçlarının, kişi için anlamlı hale gelmesi onda yeni bir “görme biçimi” geliştirecektir. İnsan artık bu yönde bir çabaya ve irade ortaya koyma ihtiyacına zemin arayacaktır. Zaten geleceğinin de ihtiyacı olan şey; hayata, insana, doğaya yeni bir bakış; hissediş, tavır ve anlam kültürüdür. Ve tabii bunu insana sağlayacak” parlak” bir yaşam felsefesi…
Şimdi şunu söyleyebilecek durumdayız; bugün insanların adeta bir din gibi biat ettikleri bir devletleri, iktidar beklentileri, milliyetleri ve -az ya da çok- paraları var. İnsanlar bu değerleri öylesine içselleştirmişler ki, onsuz bir hayat düşünemiyorlar bile. Tüm mutluluk tasavvurları bu minvalde oluşuyor. Şayet geleceğin insanının mutlu bir gelecek rüyası olacaksa ki, mutlaka olacaktır, bunun için, devletten, iktidardan, milliyetlerden, paradan uzak bir yerde mutluluk ışığı yakan ve tüm bunları adeta bir din gibi içselleştiren bir duygu gerekli.
Bir devletin, bir dinin, bir ideolojinin sınırlarına hapsolmuş bir birey kendi küçük dünyasında mutlu olduğunu pekâlâ söyleyebilir; böyle bir mutluluk kavrayışı mümkündür, hatta egemen olan anlayış bu yöndedir. Ama bireyin, toplumun o, milli, mülkiyetçi ve dini hassasiyetlerinin dışında da bazı özel/özgün hassasiyetleri vardır. İşte ona asıl mutluluk hissini veren bu kişisel hazlarının, beklentilerinin karşılanmasıdır. Hayatı anlamlı kılan, birey, bireyler arasındaki sağlıklı ilişkiler ve bu minvalde yaşamın üretimidir.
Sonuçta mutluluk kişinin hayatı nasıl gördüğüyle ilgili bir durumdur. Elbette mutluluk dediğimiz duygu durumunun pek çok maddi belirleyeni vardır, hatta söz konusu maddi belirleyenlerin eksikliği ciddi bir mutsuzluk nedenidir. Ama tabii ki benim söze dahil etmek istediğim konu, mutluluğun asıl kaynağının maddi koşulların çok ötesinde bir “görme” sorunu olduğudur. Ve tabii, kişinin kendine verdiği değer ve biçtiği rol bağlamında…
Ama her halükârda mutluluk bir “görme biçimi” dir. Mutluluğu “görme biçimi”ndeki “kusur”ların, (kaldı ki “kusurlu” görmenin de bir görme biçimi olduğu aşikârdır) insanların başına ne dertler açtığını saymaya gerek yok. Onu, başka bir biçimde görüp kavramak da çok mümkün. Tabii şu da akıldan çıkarılmamalı ki, mutluluğa ulaşmak için kat edilen yol ve yöntemler bazı durumlarda mutluluktan bile daha estetik ve etik olmak durumundadır.
*”Görme Biçimi” kavramı John Berger’in “Görme Biçimleri” kitabından esinlenerek kullanılmıştır.
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024
- Politik Patoloji - 22 Eylül 2024