Aklımın kıyısındaki dalgalar, kurÅŸuni bir sabaha uyandım yine. YaÄŸmur ha yaÄŸdı da yaÄŸacak. Sıcak bir aydınlık aradım gündemin çatlaklarında. GeçmiÅŸe bakarak geleceÄŸi düşledim. Aklımın kıyılarına bazen küçük, bazen büyük dalgalar gibi cümleler vuruyordu. Bu med-çezir durumu bir rahat vermiyor; aÄŸaç, su, toprak gibi kendi halimde durmaya.Â
Hayatın köşe başlarını, ana duraklarını kollamaktan, ışıklı caddelerinin ve göz alıcı vitrinlerinin hep uzağında kaldım. Bir tercihten çok zorunluluktu bu… Tercih şansım olsa nasıl davranırdım işte orasını bilemiyorum.
Her şeyin anlamını yitirdiği, değersizleştiği anlar vardır insanların hayatında. Bunu bize yapan yaşanmışlıklardır, geçmiştir, geçmişte yaşanıp tüketilmiş olanlardır. Böyle durumlarda tüm dünya sadece bir odadan ibarettir; oda da kafamızın içinde… Kafamızın içinden kaçıp gidebileceğimiz bir yer yoktur üstelik; kaçıp da kendimizi kurtaracağımız bir yer…
Kolay ölümlerin, zor yaşamların olduğu bir memleket burası. Giderek de endişenin hâkim olduğu bir yer halini alıyor ülke. Halk tarafından kurtarıcı olduğu düşünülen, en azından bel bağlanan siyaset, geçtiği tüm yolları tahrip ediyor. Geri dönüşün imkânsız olduğunu gözümüze sokarcasına. Bu duruma şahitlik edip bir şeyler yapamamanın çaresizliğini yaşayan birey, güçsüzleşiyor. Korkuyor. Görüyor, istiyor, hissediyor. Ama bir şey yapamıyor. Böyle olunca, gözlerimiz yüzümüzün ortasında iki açık yara gibi kalıyor; kulaklarımız iki küçük korku kuyusu; yüreğimiz, göğsümüzün sol yanında sadece bir et parçası olarak sallanıyor… Sesimiz mi? Sesimiz, sönmüş bir yanardağdan geriye kalan lav kalabalığı gibi, tüm çekiciliğini ve ateşini çoktan yitirmiş oluyor zaten. Dışarıyı dinlemekten kendi sesimize şans tanımıyoruz artık. Oysa her birimiz için asıl olan bizim sesimizdi… Kalabalığın çölünde, oradan oraya savruluyoruz işte. Uzaydan birileri bizi izliyor olsa, sanırım tam da buna benzer bir cümle kurardı.
Hayat çok hızlı akıyor. DeÄŸerler, deÄŸersizleÅŸiyor, deÄŸersizleÅŸen deÄŸerin yerini baÅŸka “deÄŸer” ler alıyor. GeçmiÅŸi hatırlamaya bile zaman tanımıyor post-modern zamanlar… Oysa bir düşünür, “anılar hem kalbimizi temizler, hem belleÄŸimizi bekler” diyordu. M. Kundera ise, “yavaÅŸlık hatırlatır, hız unutturur” diyor.
Post-modern zamanların post-modern devleti, vergilendirme ve daha pek çok yolla tüm yurttaÅŸlarını iÅŸlediÄŸi tüm suçlara ortak ediyor. En azından birey -söz konusu suçları, kabul etsin ya da etmesin- ahlâki bakımdan sorumlu oluyor… “Gönüllülük”, “katılım”, “sivillik”, “eÅŸitlik”, “özgürlük” tam bir yanılsama. Ä°ÅŸin ilginç yanı tüm bu yanılsamalar “hukuk” denen bir “makine” tarafından da tam güvencede… Kaldı ki hukuk fenomeni bir insan/iktidar uydurmasıdır. Ancak “doÄŸal hukuk” diye bir ÅŸey vardır; bunun da bilincinde biri olarak; sadece doÄŸmuÅŸ olan her ÅŸeyin hukukunu en genel anlamda savunmanın da ötesinde, varlıkların vücut bütünlüğünün korunması ve geliÅŸime açık olmasıyla sırlandırılmasından yanayım. Yani “hukuk” da sınırlandırılmalıdır diyorum. Zira “hukuk” dediÄŸimiz ÅŸey de sınırsız olursa, iktidar ve tahakküm üretmekten kendini alamaz (bakınız: 2023 Türkiye’si).
Tabii sözü “hak” dan “hukuktan” açınca kadınlar geliyor vicdan sahibi insanın aklına. Dünya insan nüfusunun yarısını oluÅŸturan kadınlar… Dünyanın bazı ülkelerinde kadınların ancak “mezar”larını tırnaklarıyla kazımalarına izin veriliyor. Keza o ülkelerde bazı kadınlar bunu “inancı” gereÄŸi mutlulukla yapabiliyor. Nüfusun yarısı olan erkeÄŸin gözetiminde oluyor kuÅŸkusuz bunlar. Oysa kadın, kadın olmanın sevinciyle coÅŸmalı; keza kadınlar, diÄŸer tüm kadınları, açık bir biçimde dünyaya kadın olarak gelmiÅŸ olmanın mutluluÄŸunu yaÅŸamaya davet eder olmalıydı. ErkeÄŸe düşen, gerçeÄŸe saygı ve bu coÅŸkuyu kutsal bir ayine dönüştürerek, ”insanlığı kirleten ÅŸeyin regl kanı deÄŸil, savaÅŸ kanı olduÄŸu”nu haykırmaktı.Â
Aklımın kıyısındaki dalgalardan biri de o kadim soru: “Ne yapmalı”?
Yani geçmişimiz gelecek nesillerin geleceği olmasın diye; tarih tekerrür etmesin diye… Kendimizi öldürme sanatından, kendimizi var kılma sanatına varma adına… Ne yapmalı?
Birbirimize muhtacız, bu açık. Erkek, kadına, kadın erkeÄŸe, insan insana, insan doÄŸaya… Åžimdilik bu kısa denemenin sınırları içinde, söyleyebileceÄŸim tek sözcük “dayanışma”… Ve dayanışmanın yeni, yol ve yöntemleri… Bir örnekle bitireyim yazıyı: Fransız düşünür Saint Saimon’un öğrencileri, insanların birbirlerine muhtaç olduklarını göstermek için düğmeleri sırtında olan ceketler giyerlermiÅŸ. Onlar dayanışmanın önemini böyle kavramışlar. Bizler elbet bu gün sırtından düğmelenecek ceketler giymeyeceÄŸiz dayanışma adına, ama mutlaka kendimize/günümüze uygun dayanışma yöntemleri bulmalıyız… Yoksa “büyük” balık kocaman aÄŸzını açmış, tüm “küçük” balıkları yutmaya hazır.
Aklımın kıyısındaki dalgaların sesleri bunlar. Ne kadar insan duyar dersiniz? Ya da duyulmalı mı, onu da siz bilirsiniz kuşkusuz…
- Hoşçakal Gelecek… - 16 Şubat 2025
- Kayıp Söz - 17 Ocak 2025
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024