Türkiye’nin Seçim Tarihi ve Seçim Barajları ve Ahlaksızlık

Osmanlı/Türkiye 1876’da, Meşrutiyet’in ilanından sonra, seçim ve parlamento kavramları ile tanışmaya başladı. Parlamento’nun 1978 başlarında tatil edilmesi ve seçimlerin yenilenmemesi kararı otuz yıldan fazla devam etti. Abdülhamit’in bu vurdumduymazlığını, baskıcılığını Osmanlı/Türkiye seçim ve parlamento tarihinin ilk ahlaksızlığı, yüzsüzlüğü olarak anabiliriz. 20. Yüzyıl başlarından itibaren, seçim ve parlamento kavramlarına siyasî parti kavramı da eklenmeye başladı. Yüzyılın ilk yıllarındaki (1908) seçimlerde artık siyasî partiler yarışıyorlardı. Bu açıdan, günümüz seçimlerini andıran ilk seçim deneyimimizin de bu seçimler olduğunu hatırlatmak gerekiyor. Andıran kelimesi boşuna değil; o zaman hem seçim usulü şimdikinden çok farklıydı hem de seçimlerin neredeyse biricik partisi İttihat ve Terakki’nin bir cemiyet mi bir siyasî parti mi olduğunu cemiyet üyeleri de henüz çok fazla bilmiyordu. Diğer siyasî partiler de zaten İstanbul sınırları dışında çok fazla bir etkinlik gösterememişlerdi. Yine de çok partili diyebileceğimiz ilk seçimin II. Meşrutiyet’in ilanı ardından yapıldığını unutmamak gerekiyor. Bu seçimleri 1912, 1914 ve 1919 tarihinde yapılan seçimler izledi. Bu süreçte Osmanlı/Türkiye siyasal hayatına sopalı seçimler kavramı da dâhil oldu. 30 yılı aşkın bir süre Abdülhamit’in istibdat zulmünü yaşayan İttihatçılar, iktidar ipleri kendi ellerine geçer geçmez nasıl ceberrutlaşılabileceğini de bizlere öğretmiş oldular.

Böylece, Türkiye’de seçimler, siyasî partiler ve ahlaksızlıklar üçgeninin temel motifleri daha Cumhuriyet kurulmadan tesis edilmiş oldu: Güçlü olanın, iktidar imkânlarına yakın olanların ceberrutlaştığı, mazlumların zalimleşebildiği bir denklemdir bu. Seçim barajları da bu denklemin 1980 sonrasında icat edilen bir taktiği olarak gündeme gelecektir.

Cumhuriyet döneminin ilk altı genel seçimine tek bir parti, Cumhuriyet Halk Partisi iştirak eder. 1923, 1927, 1931, 1935, 1939 ve 1943 seçimleri sadece bu parti adaylarının iştirak ettiği ve tabiî ki kazandığı müsamereler görünümündedir. Aslında siyasî tarihimize Tek Parti Dönemi olarak geçen bu dönemin de güçlü olanın, bir kez iktidara gelenin, seçim sistemi ve parlamento dolayımıyla iktidara yapışıp kaldığı bir dönem olarak okunması ilginç olurdu. Sadece şunu hatırlatmak bile yeterli olacaktır: CHP’nin seçimlere tek başına katıldığı erken Cumhuriyet döneminde siyasî parti kurmak da, kurulacak bu partinin seçimlere katılması da yasaklanmış değildi. Bu konuda birçok farklı faktörden bahsetmek gerekir; ama konumuz siyasî partiler, seçim ve ahlaksızlıklar olduğundan bu noktayı öne çıkararak söyleyeyim: Tek Parti iktidarı dediğimiz dönem, siyasî kültürümüze parlamento ve seçim kavramlarıyla neredeyse aynı tarihlerde girmiş olan, gücü elinde bulunduranın ceberrutlaşması vakalarından ayrı düşünülmemelidir.

1946 seçimleri sadece Cumhuriyet döneminin ilk çok partili genel geçimleri değil, aynı zamanda Osmanlı’dan bu yana yapılan ilk tek dereceli milletvekili seçimleridir. 1876 sonrasından 1946 seçimlerinde kadar yapılan seçimler iki turludur. Bu iki turlu seçim, ilkinde seçmenlerin delegeleri, ikincisinde de delegelerin aday adayları içinden milletvekillerini seçme esasına dayanmaktaydı.

1946 seçimleri de başlı başına, Osmanlı’dan miras siyasî kültürün tezahürü gibidir. Bir kere seçimler erkene alınmış, seçim sistemi olarak çoğunluk seçim sistemi kabul edilmiştir. CHP, seçimlere erkene alarak henüz o yılın başında kurulmuş olan Demokrat Parti’yi hazırlıksız yakalamaya çalışıyor, hem de çoğunluk sistemiyle, güçsüz gördüğü DP’nin mevcut gücünden de daha az bir temsil kabiliyetine ulaşması için çabalıyordu. Mazlum DP, nispi temsil sisteminin getirilerek her partinin gücü oranından TBMM’de temsil edilmesi gerektiğini söylerken zalim CHP, eleştirileri duymamayı tercih ediyordu.

Mazlum ve zalim 1950 deçimlerinden sonra yer değiştirirler. 1950 seçimleri, küçük parti olduğu için bir çoğunluk seçim sisteminde CHP’yi devirmesi mümkün görünmeyen DP’nin, olmazı oldurduğu ve iktidarı devraldığı seçimlerdir. Artık büyük parti, artık iktidara sahip, muktedir DP; mazlum, CHP’dir. Siyasal kültür kodlarımız hiç değişmeden 1960 seçimlerine kadar yine aynı şekilde işlemeye devam eder. Büyük, muktedir, zalim DP, çoğunluk seçim sisteminin kendine sağladığı avantajlardan mesuttur. Mazlum CHP ise daha adaletli olduğunu düşündüğü nispi temsil sistemini savunmaktadır.

1960 darbesi sonrasında sadece CHP’nin değil, DP’ye karşı tüm toplumsal muhalefetin savunduğu nispi temsil seçim sistemi kabul edilir. Bu seçim, seçim bölgesi sistemine geçilerek parlamentodaki milletvekili sayısının sabitlendiği ilk seçimler olması açısından da önem taşımaktadır. 1876’dan 1961 seçimlerine kadar, bir milletvekili başına düşen seçmen sayısı sabitken, 1961 ile birlikte TBMM üye sayısı sabitlenerek her il bir seçim bölgesine dönüştürülecektir.

Nispi temsil seçim sistemi siyasal sistem üzerindeki asıl etkisini 1965 seçimlerinde göstermeye başlar. Hakim İki Partili siyasal yapı dağılmaya, CHP ve DP’nin yerine kurulan Adalet Partisi dışındaki partiler de TBMM’de güçleri oranında temsil edilmeye başlanırlar.

1965 seçimlerinde Türkiye İşçi Partisi’nin parlamentoya girmesi yeni tartışmaları da beraberinde getirir: Meclise kadar sızan komünistlerle mücadele edilmesinin bir vatanî görev sayıldığı sağ sığlıkta 1969 seçimleri öncesi seçim kanununda yapılan değişiklikle TİP parlamento dışı bırakılmak istenir. Rejim istediğini tam olarak değilse de büyük ölçüde başarır da. Muktedirlerin seçim sistemine ekledikleri Milli Bakiye Sistemi sonrasında TİP neredeyse tasfiye edilecektir.

1980 Darbesi sonrasında biri merkez solda, diğer sağda olmak üzere Hakim İki Partili siyasal yapıyı tahkim etme düşüncesi yeniden canlanır. Soldaki parti Halkçı Parti, sağdaki ve iktidardaki de Turgut Sunalp’e kudurtulan Milliyetçi Demokrasi Partisi olacaktır. 1980 öncesinin siyasîleri de yasaklıdırlar.

Ancak 1983 seçim sonuçları hiç de umulduğu gibi olmaz. Turgut Özal’ın Anavatan Partisi iktidara gelir. Bu o kadar beklenmedik bir başarıdır ki, Cumhurbaşkanı olan Kenan Evren’in hükümeti kurma görevini Turgut Özal’a verip vermeyeceği bile o dönemde tartışılır. Sonuçta Özal hükümeti kurar.

Siyasal kültürümüze mündemiç ahlaksızlıklar bu tarihten sonra da nükseder. Mevcut sistemine rağmen iktidar iktidara gelen ANAP, bir yandan eski siyasîlerin yasaklarının kaldırılmaması için kampanya yaparken diğer yandan da hem %10 ülke barajının hem de seçim bölgesi barajının geçerli olduğu bir sistemde iktidar olmanın avantajlarından yararlanma yolunu seçer.

ANAP’ın bu ahlaksızlığı da 1991 yılında iktidardan düşüşüne kadar devam edecektir.


1980 sonrasında Hakim İki Partili siyasal yapıyı tahkim etmesi için getirilen ikili barajdan seçim çevresi barajının Anayasa Mahkemesi’nin 1995’te aldığı kararla kaldırılmasından sonra tek bir baraj kalır: %10 seçim barajı.

Bu baraj, teknik anlamda, yönetebilir bir demokrasinin istikrarını temin etme, çok parçalı ve içerisinden istikrarlı bir hükümet çıkaramayan parlamento desenini engelleme açılarından elzem görülür. Hiç tartışmasız siyasî açıdan da %10 barajı bir istikrar unsuruydu. Ancak adı geçen bu istikrar, Kürt oylarının parlamento dışında kalmasından başka bir istikrara tekabül etmiyordu.

Parlamentoda temsil edilen partilerin kolektif ahlaksızlıklarının bir tezahürü olarak %10 seçim barajı; parlamentoya giren partilerin “istikrar” (siz bunu Kürt oylarının dışarıda bırakılması olarak okuyun) adına sahip çıktıkları, parlamento dışında kalan partilerin de demokrasi adına (siz bunu kendileri de parlamentoya girebilsin diye savundukları olarak okuyun) eleştirdikleri bir sistem olarak kalmaya devam etti. Bu ahlaksızlık artık o kadar ayan beyan yapılır olmuştu ki, kurulduğu ve parmalento dışında siyaset yaptığı ilk dönemlerde %10 barajını anti demokratik bulan Demokratik Sol Parti Genel Başkanı Bülent Ecevit’in, parlamentoya girdikten ve hatta iktidar olduktan sonra bu sistemi istikrar adına savunduğu dönemler de yaşadı Türkiye.

%10 barajı tartışması yeniden gündemde: Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu barajın yüksek olduğunu ve düşürülmesi gerektiğini diline doladı; belli ki ilk seçimlerde parlamento dışında kalacağını kendisi de anladı. bu yüzden de Türiye siyasal kültürünün geleneksel ahlaksızlığını paylaşmakta bir beis görmemiş. AKP çevrelerinin Bahçeli’nin ikazlarını ciddiye alması da boşa değil. Demek ki iktidar çevreleri, yaptırdıkları alan çalışmalarında İyi Parti ve Halkın Demokrasi Partisi’nin %10 barajını aştıklarını gördüler. CHP, İYİ Parti ve HDP ve AKP’den oluşacak bir mecliste, iplerini her daim ellerinde tuttukları bir MHP’nin de bir şekilde yer almasının AKP’nin işine geldiği ise gayet açık.

Birileri ahlak mı demişti.

Fuzulî’den çalıp değiştirdiğim sözlerle bitireyim
Oy imiş her ne var siyasette. Ahlak bir kıyl ü kâl imiş ancak

Mete Kaan KAYNAR