Tolerans ve barışı geliştiren çokluk değil, çoğulculuktur

Türkiye’nin bir türlü kurtulamadığı etnik-mezhepsel sürtüşmeler ve çatışmalar, her türlü gericiliği özendirmekte, temel hak ve özgürlükler, tolerans ve çoğulcu demokrasinin yerleşmesini zorlaştırmaktadır. Her gerilim veya çatışmanın elbette tarihsel, toplumsal, kültürel ve politik nedenleri vardır. Toplumsal olayları tek bir nedene bağlamak da olanaklı değildir. Ben söz konusu nedenlerden birinin, çokluk-çoğulculuk ilişkisinde aramak gerektiğini düşünüyorum.

‘Başka’yı Olduğu Gibi Kabul Etmeden Çoğullaşma Olmaz!
Konuyu açımlamak için, önce Hannah Arendt’e başvurmak istiyorum. Bu filozof “Etken Yaşam Üzerine” (1958) adlı yapıtında, insanın çalışma, oluşturma ve davranma/eyleme etkenliğini irdeler. Bu kavramlar kapsamında, insanın öz gereksinmelerini geri plana iterek, “başka” için, “başkaları” için yapması gerekenleri öne çıkarır. Çalışmanın ürünleri tüketilir, kalıcılaşmaz. Oluşturma ise, sanat ve zanaat ile ilgilidir ve kalıcı yapıtları üretir. Davranma/eyleme, dil ile olanaklıdır ve toplumsal bütünlük içinde gerçekleşen politikayla ilgilidir.

Arendt’e göre, “etken politik yaşamın önkoşulu olarak bir başlangıç yapma olanağı” herkes için açıktır. Dolayısıyla, öznel ve özgür istenç, bu olanağı kullanmanın önkoşuludur. Siyasal özneler arası ilişkilerin ve toplumlarının bir arada yaşamasının temel koşullarından biri olan çoğulluk, ortak konuşmada, eylemde ve davranışta somutlaşan “perspektiflerin” çoğulluğudur. Bu nedenle, çoğulluk ve çoğulculuk, sürekli deneyimlenen ve yeniden tanımlanan bilinç durumudur. Alışılmış yaşam tarzlarını köklü biçimde değiştirme etkinliği ve istencidir.

Gerçek/Hakikat, Perspektiflerin Çoğulluğunda Deneyimlenebilir
Bireyin özgür gelişimi ve çağdaş yaşam tarzlarının çoğulluğu arasında dolaysız bir ilişki vardır. Çoğulluğun, çoğulculuğa dönüşmesi, hem bunun olanaklı kılan toplum düzenini, hem de çoğulculaşmak isteyen özgür istençli bireyleri gerektirir. Bu nedenle, çoğulculaşmak isteyen özne, öncelikle kendi içine, özüne ve yaşama tarzına bakmalıdır. Önce kendi özünde ne ölçüde iç çoğulluk veya iç çok-seslilik geliştirdiğini irdelemelidir. Sonra da kalıcı iletişim ve toplumsal ilişkilerle çoğulculuğu geliştirebilmek için, gerçek veya hakikatin, tekil bakışta değil, ancak “perspektiflerin çoğulluğunda” deneyimlenebilir olduğunu öğrenmelidir.

Politik kamuoyu, düşünce ve görüş çeşitliliğinin ortamıdır. Bu ortamda özünü düşünümleyen ve dünyayı nasıl gördüğünü soran birey, kendi içinde çeşitliliği, çoğulluğu gerçekleştirmeye başlar. Öz-düşünüm, tekil bakış açısının sorgulanmasının başlangıcıdır. Böylece kamusal bir öz-düşünüm süreci, bir başka anlatımla, “toplum için doğru olan nedir?” sorusuna yanıt arama süreci başlayabilir. Bu süreç, “saltık ve tekil doğruyu” aşmanın ve ortak yaşamı zehirleyen “kin ve nefreti” sorgulanabilir kılmanın kaynağıdır.

Bu açıdan bakınca, bugün Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu en büyük gerilimin, çekişme ve çatışmanın, tam olarak çoğulculuğa dönüştürmeyi başaramadığımız çokluk durumundan kaynaklandığı söylenebilir. Türkiye’nin başat niteliği çokluktur. Bir başka deyişle, Türkiye, toplumsal ve kültürel yapısı bakımından çokluk durumunun egemen olduğu bir ülkedir. Çokluk, bir başına bir değerdir; ancak her durum ve her değer gibi, çokluk da görecedir ve değişir. Önemli olan, çokluğun hangi yönde değiştiğidir. Bu bağlamda dünyada iki başat değişim eğiliminden söz edilebilir.

• Birincisi, çokluğu oluşturan tekil öğeler, kendilerini mutlaklaştırmak ve/veya başatlaştırmak isteyebilirler. Bu amaca ulaşmak için, birbirine karşı bir üstünlük çekişmesine ve çatışmasına girebilirler. Böyle bir durumda, çokluk, bir değer olmaktan çıkabilir ve yıkıcı, yok edici bir güce dönüşebilir.

• İkincisi, çokluk, oluşturucu öğelerinin etkileşimi, uyumu ve özgür istenciyle, yepyeni bir nitelik kazanarak çoğulculuğa, çoğulcu bilince dönüşebilir. Çoğulculuğa dönüşen çokluk, gerçek anlamda bir değer niteliği kazanır; çünkü çoğulculuk veya çoğulcu bilinç, tolerans ve insancılık düşüncesinin gelişimine ortam hazırlar. Eleştirel aklı, bilimselliği, dolayısıyla sekülarizmi ve özdeksel üretimi özendirir, toplumsal refahı yükseltir. Bu evrensel değerlerin yaşam tarzına dönüşmesini kolaylaştırır.
Tek(ler)in kendini saltlaştırma eğilimi şöyle açıklanabilir: Çokluk durumunda teklerin kendilerini başatlaştırmak için, birbiriyle sürekli didiştikleri, diğer(lerini) alt etmek için güç kullandıkları çok sayıda ülke ve yaşam alanı vardır. Türkiye’nin tarihsel bağları ve ilişkileri olan Balkanlar ve Kafkasya, teklerin kaba güçle birbirini alt etmeye çalıştıkları yaşam alanıdır. Balkanlar öteden beri çokluk durumunu oluşturan, ancak tekil öğe olarak başatlaşmak isteyen teklerin birbiriyle savaştığı ve karşılıklı olarak birbirini güçsüzleştirdiği veya yok ettiği bir bölgedir. Bu nedenle, birçok dünya dilinde kullanılan Balkanlaş(tır)ma kavramı, kaba güçle diğerini yok eden, parçalanan ve küçülen toplumları, ülkeleri niteler.

Çokluğu oluşturan teklerin uyumlulaştığı, görece eşitlik ve özgürlük içinde çokluğun zamanla çoğulluğa, çoğulculuğa dönüştüğü ülkeler için İsviçre, Belçika ve son otuz kırk yıldan beri yine görece olarak Amerika Birleşik Devletleri ve İspanya örnek gösterilebilir.

Türkiye, tarihsel süreçte halkların harmanlandığı bir yaşam alanı olan Anadolu’nun, Selçuklu ve Osmanlı devletlerinin kültürel çokluğunu üstlenmesine karşın, çokluğu oluşturan tekleri, eşitlik, demokrasi ve özgürlük temelinde çoğulculuğa, çoğulcu bilince dönüştürmeyi tam olarak başaramamıştır. Çünkü çokluğu oluşturan tekler, eşit ve özgür bir ortamda etkileşerek, yeni bir bilinç niteliği kazanamamıştır. Bunda en büyük sorumluluk, kuşkusuz öncelikle toplum düzenini ve kamusal yaşamı biçimlendiren tekçi ve baskıcı yönetim anlayışında aranmalıdır. Ancak çokluğu oluşturan teklerin, bir başka deyişle, kendini Türk-Kürt, Sünni-Alevi gibi tanımlayan tekil öznelerin istenç, bilinç ve kararlılıkları, şimdiye değin toplumsal, kültürel ve siyasal yaşamı çoğulculaştırma, demokratikleştirme ve özgürleştirmeye yetmemiştir ve yetmemektedir.

tolerans-ve-barisi-gelistiren-cokluk-degil-cogulculuktur-214453-1.

Teklik-Çokluk Arasındaki Diyalektik İlişki
Çok ile tek arasında karşılıklı bir belirlenim ilişkisi vardır ve Gabriele Münnix’in “Çoğulculuğun Ethosu”undaki deyişiyle, “çok (olan), tekin kendisini açımladığı” oluşturucu ortamdır. Ne tek, “çokluğun çelişkilerinin bir araya geldiği çok olmaksızın”, ne de “çok”, “tek olmaksızın düşünülebilir.” Bu nedenledir ki, her iki öğe de bir birini gerektirir ve koşullar. Tek, çoğun içinde belirginleşir, gelişir ve tikelleşir. Dolayısıyla, çok, tekin gelişim ortamıdır. Çokluk ortamında bulunmasına karşın, özünü saltlaştırmak isteyen tek, bazen etkileşimi görmezden gelir, hatta tehlike olarak görür ve sözüm ona tehlikeye karşı savaş açar ve böylece yıkıcı, yok edici bir etmene dönüşür. Türkiye’de olan kısmen budur.

Tek-çok ilişkisi, kültür kavramında veya Anadolu kültür birikiminde somutlaştırılabilir. Tekil kültürlerin varlığı ve birlikteliğinden oluşan çokluk, bütün tarih boyunca Anadolu kültürünün belirgin özelliklerinden biri olmuştur. Anadolu’da olduğu gibi, bir kültürün veya ülkenin çoğul bir birikime sahip olması, o tümel kültür ile onu oluşturan “alt kültürler” veya “parça kültürler” arasındaki bazı gerilimlerin veya zorlukların akılcılaştırılması ve çözümü için bulunmaz bir kaynaktır. Böyle olmasına karşın, çokluğun, toleransın temeli olan çoğulculuğa ve demokratik yaşam tarzına dönüştürülmesinde bugün de zorluklar yaşanmaktadır.
Batı felsefe tarihinde Averreos ve “yorumcu” olarak bilinen önemli İslam filozofu İbni Rüşt’ün “Kanıt Yöntemlerine İlişkin İnceleme” adlı yapıtındaki belirlemesi uyarınca, insanın düşünsel gelişimi ve yaratımı daha önceki birikim üzerinde yükselir. Geçmiş ile şimdi, tek ile çok arasında diyalektik bir ilişki vardır. “Tek bir kişinin kendisini temel alarak, daha baştan her şeyi ortaya koyması zor, hatta olanaksızdır.” Bu yüzden, daha önce düşünsel birikime katkıda bulunan bir kişinin, “dindaşımız veya başka bir dine inanan bir kişi olduğuna bakmaksızın, düşüncelerinden yararlanılmalıdır.” Görüleceği gibi, her düşünce, her tekil birey ve tarihsel gelişim sürecinin bir ürünüdür; bu yönüyle çoğuldur.

Ayrıca, bir başkasından öğrenmek için, onun dindaşımız olması da gerekmez. Bu önemli düşünsel açılım, hem tek ile çok arasındaki ilişkiyi, hem de çoğulluk ile tolerans arasındaki bağı ortaya koyar. Aynı felsefi geleneği sürdüren Şeyh Bedreddin, Nazım Hikmet’in de sözünü ettiği “Teshil” (Açımlama) adlı yapıtında, “özgürlük kişinin hakkıdır” belirlemesiyle, insanlar arasında hiçbir ayrım gözetmeyerek, çoğulculuğun ve toleransın gelişimine katkı yapar.

Özetle: Çokluk ortamında gelişen “çoğulculuk”, görüş farklılığını olağan sayar; farklı algılama ve değerlendirmelerin tartışmayla uzlaşmasını öngörür. Çokluk veya çoğulluk, ancak kendi dışında olanı, başkayı veya ötekini tanıma, onun da var-olma, kendini anlatma ve geliştirme hakkına sahip olduğunu kabul ederek, çoğulculuğa ve tolerans kültürüne dönüşebilir.