“Uçuruma düşelim; cennet ya da cehennem olsun sonunda, ne fark eder?”*
Devrim ve umut; ya da yer değiştirerek söyleyelim umut ve devrim. Ayrılmaz gibi görülseler de küçük bir yer değişikliği kayda değer bir nüans ile karşılaşmamıza neden olmuyor mu?
Devrimci umut; işte şimdi durum daha bir somut hal aldı. Ayrılmazlıkları ya da ayrılamazlıkları birleşince yeni bir kavramın ortaya çıkışına neden oldu…
Bir kinik için “umut” ne ifade eder? Yanıtlanması olanaksız bir soru gibi gözüküyor. Daha doğrusu bırakın yanıt bulmayı, herhangi bir yanıtın rasyonelliği bile tartışmalara gebe. Tabii ki böylesine bir “devrimci durum” söz konusu iken kiniklerin cinsiyetini tartışmak ne kadar gerekli bir konu, o da ayrı bir mevzu. Ancak başlı başına bir mevzu!
Birkaç hafta ya da birkaç ay önce belki de birkaç yıl önce–zamanın bir kinik için zamandan başka bir şey ifade etmediğini düşünürsek aradaki zaman farkının öneminin kalmadığını söyleyebiliriz- her zaman umutlu ve heyecanlı olduğunu gördüğüm genç bir arkadaş dergi çıkaracaklarını bu dergide yazıp yazamayacağımı sordu. Daha doğrusu yazmamı istedi. Ülkemde herkesin “yazmak” konusundaki coşkusunu gördüğüm için gereksiz ve boşuna bir eylem gibi görünen “yazmak” konusundaki isteksizliğim özelimde bir sorun oluşturuyordu. Bu “sorun” algımın –oldukça öznel bir durum- bazı çelişkilerin sümen altı edilmesine aracılık ettiği de ortadaydı. Nelerdi bunlar:
Birincisi tali bir sorun: “Ben bir kiniğim.” (Oysa dergi anladığım kadarıyla sert bir üslupla –devrimci üslup- sol etik tartışmaları ön plana çıkarma eğiliminde olacaktı.) Evet, aynen böyle; kendisine bunu söylediğimde verdiği yanıt ta bir o kadar netti “Bizde seni eleştiririz”. Bu bağlamda diyalogumuzu oluşturan bu altı kelime yeterli ve aslında da tümüyle açıklayıcıydı. En azından yazma ya da yazılarımın içeriği/dili hakkında devrimci/aydın bir üst otorite tarafından yapılan oto sansür telkini bulunmamaktaydı; ki daha önceki kimi deneyimlerimde bunu oldukça eğlenceli bir şekilde yaşamıştım. Yeni “yazmak eylemi” maceram devam ederse anlatma fırsatım olabilir. Kim bilir?
İkincisi ise birinci sorunla ilgili, aslında bu da öznel bir sorun ancak sorun olarak algılamadığım; sıkça tekrarlayacağım gibi doğrudan “kinik olma durumumla” ilgili. Ve dolaylı da olsa dergi çalışmasını yürüten genç arkadaşlarla da ilgili. “Devrimci umut” ile umutsuzluğu bir varoluşsal öznel bir duruma dönüştürmüş “kinik birey” nasıl olacakta yan yana yazabilecek sorunsalı değildi konu… Yanlarından ayrıldığımda beni kendimle yüzleşmeye zorlayan bu heyecanlı, coşkulu umutluluk hali asıl sorun… Hiç de paradoksal olmayarak kinizm de zaten sürdürülebilir bir yüzleşme hali değil mi: umutsuzluğun sürdürülebilir olmadığı…
Gelecek için bir kurgum var ve varolanın dörtteüçü –en az- böylesine bir gelecekte var olamayacak. (Umut biriktirici olarak kinik)
Sonuda yazmaya karar verdim 1 Eylül’de! Ben olsam bir anlam arardım, ama siz aramayın; uzunca bir aradan sonra yeniden yazmaya başlamamın 1 Eylül olması tümüyle rastlantısal. Yani bugünün Türkiye solunun derin abi ve ablalarının “barış günü” vesilesiyle 1 Mayıs’ın ardından başlayan tatillerinden dönüşlerini meydanlarda buluşarak kutlamalarından bağımsız… hani o çoğu senelerde olduğu gibi; devrimci eylem sezonunu (= olabildiğince çok devrimci sosyalist dergilerde yazıların yayınlanması, kapalı salon toplantılarında o konuşmadan bu konuşmaya koşuşturarak zavallı yoksul ve daha çok yoksun gençlere devrimci bilinç götürme, mitinglerde ve sayısız anma/ağıt yakma eylemlerinde buğuluüzgünsüzgüngözler taşıyan maskelerle bende sizlerden/ezilenlerden biriyim rolü yapma vs. vs… bunlar öyle kolay iş değil arkadaşlar, bütün bir kışı böyle geçirip hiçbirimizin hele ki bir kiniğin tahmin edemeyeceği kadar yıpranmışlık rolünü (yıpranma= egonun şişmesi şişmesi şişmesi, hiç patlamadan sonsuza dek şişecekmiş gibi durması ve bu durumun taşınması…) başarıyla tamamlayan bu güruhun yaz tatiline çıkmasını çok görmemek lazım. Ancak bir kinik hiçbir zaman tatil yapmaz… (Bir ara not) Konu ile bağlantısı olmadığını iddia edebilirsiniz, doğrudur da; ancak merak etmiyor değilim; neyi mi: şu devrimci/sosyalist vs. partilerimizin vesairelerin liderlerinin, meşhur teorisyenlerinin mülkiyet durumunu. Bu da ayrı bir konu; ve sıkça tekrarladığım dileğim: “inanmadığım tanrım hiçbir sosyalisti işveren yapmasın, işverenlikle sınamasın!”
Ve şimdi bir iddiam var: şu insanlık tarihinde mülkiyetle olan sorununu bireysel bazda çözmüş iki kadim ideolojiden birisidir kinizm. İtiraz edeceksiniz ama ideoloji evet. Diğerini de bulmak okuyucuya kalmış…
Sonuç itibariyle: 1 Eylül; canım o gün yazmaya başlamak istedi o kadar. Dedim ya zaman sorunun yoktur, zamanla ilgili sorunum yoktur. Yani bu tarih 30 ya da 31 ağustos olabileceği gibi 2 ya da 3 eylülde olabilirdi. Kaldı ki tatillerinden dönen sosyalistlerle de işim olmaz. Onlarında bizlerle!
Şaşılacak bir örnek –nesi var ki şaşacak diyebilir bazılarınız- kendisini sosyalist zanneden o kadar çok insan “sosyal medyada” “din” bayramı kutlamasına katılıyor ki, salt bu durum bile (devrimci ve/veya sosyalist) insan kalitemiz hakkında umutsuz olmamız için, sonuna kadar umutsuz olmamız için yeterli bence. Bir kinik tanrı/din kavramıyla sorunlarını tartışmasız bir şekilde çözmüşken ateist –en azından ateist- olmayanların ve olamayanların kendisini sosyalist/komünist zannetmesi ya da addetmesi sadece sosyal ya da psikolojik değil aynı zamanda psikososyal bir sorundur. (Burada başından beri bildiğim bir gerçekle bir kez daha karşılaşmamı sağladığı için sosyal medyaya teşekkürlerimi bir borç bilirim.)
Diğer taraftan “dinsel durumların” kimi sosyalistlerce bir kutlama/tebrik/iletişim aracısı olması sol kültürde utanç verici bir şekilde yer alan kurban/ağıt unsuru ile ilgisi var mı diye sormadan edemiyor kinik. Bugünlerde hassas bir konu… Ancak “gelenek” durumu ile bağlarını kopartma başarısını gösteremeyenlerin geleneğe olan ve gün geçtikçe artan düşkünlüğünün de tartışılması ve en azından sorgulayıcı bir biçimde dile getirilmesi gerekiyor değil mi? İşte karşınızda tümüyle geçmişte yaşayan bir sol; geçmişinin de gereğinden fazla abartılıyor olduğunu düşünülüyor değilim. Sonuç itibariyle bu ülkede faşistler 100’lü yaşlarında yataklarında ölüyor!
Ben bir kinik olarak yalnızca bugüne bakıyorum; ya da öyle gözüküyorum! Beni bununla suçlayan yurdumözgülsol düşüncelerin yüzünü tümüyle geçmişe dönmesi ve ağıt kültürüne ve kültüne soysuzlaşacak biçimde saplantılı kalması neden tartışılmaz merak ederim.
Neyse…
Asıl soru ya da sorun ise ülkenin-toplumun bugünkü halinde “sol”un nerede olduğu ya da olmadığı ile ilgilidir.
Bir memur ne kadar sosyalist olabilir? Yakın bir dostumun -ve aynı zamanda memur benim gibi- bir düşüncesini paylaşmak isterim tümüyle katıldığım: “bir memur olarak varoluşçulukla kinizm arasında salınarak yaşamımı sürdürüyorum. Bu bir zorunluluk”, tekrarla tümüyle katılıyorum. Şu mavi yaka / beyaz yaka üzerine yapılan yüz yıllık tartışmaların bir kenara konması gerekiyor. Koşulsuz işçi sınıfı güzellemesi yapanların an itibariyle “yeni sınıfların” tanımından ısrarla uzak durması sorunu açıklıyor aslında. Benim gibi bir kinik ise ısrarla “devrimci sınıfsızlık” sınıfı üzerinde durur. İki sene önceki 1 Mayıs şovunda devrimci/aktivist (mitinge katıldığına göre!) mavi yakalı işçi sınıfının temel sorununun kimin cep telefonunun daha “akıllı” olduğu ya da daha iyi “selfie olanakları” sunduğu ile ilgili olduğuna şahit olduğumu söyleyebilirim. Ve asla tekil örnek değildi.
Ve bir kinik olarak tüm tartışmalarımda meseleleri alabildiğine de bireyselleştirmeden yapamam.
Nitelik sorunu var, ama bu kadar mı? Birçok sosyalist derin/büyük teorisyenin, örgütçü ya partilinin umutsuzluğa kapıldığı kimi zamanlarda –çoğu kez içerken!- “ama malzeme bu” diyerek çift taraflı bir ötekileştirme yaparak vebalin sorumluluğundan kendisini aklamaya çalıştığına da birçok kere şahit olmuyor muyuz.
Yeri ve zamanı değil ama bir kinik olarak gözlemlerime/çıkarımlarıma dayanarak vardığım naçizane biriki “sonucu” burada paylaşmak isterim:
Bir: Türkiye için; 68, 68,5 tan 78 ve 78 kuşağı fiilen ve hukuken (sol hukuk!) varlığını sürdürdüğü sürece sosyalist hareketin herhangi bir alanda (bırakın devrimi!) hiç ama hiçbir şansı yoktur. Belki de bu arkadaşlar bunun iyiden iyiye farkındalar ve bu nedenlere tali yollara sapar dururlar.
İki: Türkiye için; -sayısız şahitliğim nedeniyle Türkiye için- işçi sınıfı zincirleriyle mutlu ve zincirlerini kaybetmekten alabildiğine korkuyor. İşçi sınıfı “nitelikli öteki” haline geldi ve zincir olarak nitelenebilecek unsurların dönüşümü onun zincir bağımlılığının da göstergesi… ne mi bunlar: yinelenen araba – telefon modelleri, teknoloji saplantısının tatmini, yenilenen ev / yazlık ev ya da hiç olmazsa 5 yıldızlı tatil taksitleri. Hadi bunları konuşarak söyleşiyi galatlaştırmayalım diyelim; ama önemli bir kısmının temel yatırım aracı ve mülkiyet unsuru olarak bebeleriyle olan ilişkilerini de unutmayalım. Burjuva/gerici eğitim modeline olan bu tapınının normal ya da anormal/normal olmayan (!) koşullarda hangi şartlarla aşılabileceğini doğrudan tartışamayan bir sol ve sınıf…
Üç: -naçizane- dünya için; Bir kinik haklılığında “devrimin” yalnızca ve yalnızca mülksüz ve kinlerinden başka kaybedecek hiçbir şeyi olmayan küçük burjuvanın eseri olabileceğini düşünürüm. Bu bir distopya durumunu da niteleyebilir.
Umut konusunda bir iki satır yazarım derken iş kin duygusuna geldi; artık başka bahara…
Bir kinik hiçbir zaman “bir şeyler” için umutlu olamaz, kiniğe ve doğasına aykırı bir durumdur bu. Ayrıca doğaya da aykırıdır!
Paradoksmuş gibi gözükebilen bir aforizma ile devam edelim isterseniz: bir kinik için umut kavramının derinliği o kadar ulaşılmazdır ki bunun “olmayanlar” tarafından farkına varılması tümüyle olanaksızdır. Sonuç itibariyle benim söz ettiğim “şey” ile eski sosyalistlerin arasında bayağı bir fark var; konuyu özgül paralel evren meselesi olarak alırsanız belki de daha bir anlaşılır olur!
Konu hakkında, umutlu olunması gereken “şey” ve “bir şeyler” üzerinden tartışmak belki de anlaşılırlılığı arttırır. Örneğin ben 90’lı yılların başlarında Karadeniz kıyılarında Rus Pazarları adı verilen rezillikleri, bu gibi yerlerde palazlanacak olan Rus Mafyasını ve pazarladıkları “eğitimli” fahişeleri görünce açıkçası “Lenin’in umutlarının” vardığı yer hakkında ciddi bir karamsarlığa kapıldım. Hiç tartışmayalım dostlar; sizler bu satırların umutlu genç devrimci okurları, size söz ettiğim bu acınası tablo “bir şeyler” konusunda umutsuz olmam için gerekli tüm verileri bu kinik abinize sağlıyordu. Evet işte böyle; devrimler tarihi gösteriyordu ki devrimler “şeyi” değiştirmekten çok “bir şeyleri” değiştirebilme becerisini göstermişlerdi ve sahip olunan devrimlerin bireyleri değiştirme becerisi ise pek zayıftı. Pratiği yoktu. Bu konuyu çokça düşündüklerini biliyoruz. Ama sonuç: değiştirememişlerdi; Ağaçlara bakıp ormanı göremeyenlerden daha kör gözlüydüler ormana bakıp ağaçları tek tek görmek istemeyen devrimciler.
Şöyle bir düşünün şu 68/78 lilere bakıp; devrim oluyor…! Bu yol nereye çıkar? Açıkçası ben bunlarla asansöre bile binmem)
İnsanlığın / siz sosyalist devrimcilerin en büyük devrimlerinin en acı verecek şekilde çözülüşü –çaresizce çözülüşü- kapitalizm tarihinde kapitalizmden fazla yer kapladı. Ne yazık ki…
Israrla savunduğum ve savunacağım “birey” meselesine izin verirlerse daha sonra geleceğim, devam edelim.
Bugün itibariyle küçük burjuva kinizminin temel inançsızlığını niteleyen “kin” duygusunun olası –küçük de olsa yegâne olası- devrimin başlıca potansiyelini oluşturduğunu söylediğimde hiç kuşku yok ki siz sosyalist devrimciler katıla katıla gülecek ya da saygılı olanlarınız sessizce “yanımdan” uzaklaşacak; ama ben ısrarla savunmaya devam edeceğim.
“İnanmak” duygusunun yitimi, kapitalizmin insanlığına sunduğu hazcılığın tümüyle reddindi öncelemez mi? Nitekim bugün kimi “devrimcilerinde” savrulduğu post modern hazcılığın karşısındaki yegâne kişilik modeli kiniklik olamaz mı?
Benim bu sorulara yanıtımın az çok ne olacağını tahmin etmiş olmalısınız. “Kin duygusunun örgütlenmesi” işte kinik inanç yitiminin olası büyük başarısı. Hiçbir şeyi olmayan ve olamayacak küçük burjuva kinini bir özdisiplin içinde örgütlemek inancı olmayan kinizmin özgül devrimin başarısını önceleyecektir.
[Bu arada kin kelimesi ile kinik kelimesinin uyaklı bir şekilde yan yana gelmesini sadece dilimize değil, ateizmin tanrılarının lütuflarına da bağladığımı ifade etmeliyim.]
Ortada fol yok yumurta yok!
Elli küsur yıllık yaşamımdan naçizane bir gözlemim de o dur ki, toplumsal hareketlenmenin arttığı ya da “çelişkilerin” kızıştığı ve bu kızışmanın eylemlere dönüştüğü yıllarda dönemlerde dergi yayıncılığında bir canlanma olur ülkemde. Dergi çıkarmanın zamanı mı bunca emek, para ve belki de heba olacak umutlu bir heyecan. Yoksa ortada bir şeyler var da benim mi haberim yok.
Ülkemde sayısız Leninist parti ve örgüt var, doğruya doğru. En azından iddiaları bu ve benim işim onların bu iddiası ile ilgili değil. Ancak benim anımsadığım kadarıyla iktidarın ele geçirilmesi Lenin siyasi pratiğinin başlıca hedefi iken, o sayısız Leninist parti ve örgütünün önemli bir kısmının iktidar perspektifi olmamasını da ilginç bulduğumu dile getirmek isterim. Yüzünü tümüyle geçmişe dönmüş “sol” anlayış. Ricat politikalarıyla bugünün sol’unun geldiği noktanın 1870 lerden daha iyi bir yerde olduğunu söyleyebilmek olanaklı mı. Yanıtım belli, ancak sol’dan yanıt bekleme hakkını da saklı tuttuğumu söyleyeyim.
Ve artık her geçen an uyum sağlama adına yürütülen taktiksel debelenmelere anlam yüklemenin sosyalist politika sayılmasından ya da öyle adlandırılmasından bıktığımı da söylemek isterim. Ne yazık ki kalıt / ancient argümanların peşine takılıp strateji belirlenmeyeceğini de bu –her nasılsa- Leninist partiler-örgütleri ve onların anlı şanlı teorisyenlerinin –çoklukla derin ağabeyler- pratiği ile her geçen an yeniden öğreniyoruz. Sol tarih şanlı yenilgiler- hızlı gerilemeler tarihine dönüşmüş durumda. Bir tür varoluşçuluk olsa gerek: “yenil, daha iyi yenil” diyor ya Beckett, bizimkilerin ilginç bir özelliği var denemeden yenilmeyi öğrenmiş durumdalar; nasıldı sosyalistlerin pek de sevmediği Beckett’in sözü; “Hep denedin. Hep yenildin. Olsun. Yine dene. Yine yenil. Daha iyi yenil.” İşte denemek ve daha iyi yenilmek için için gerekli unsurların başında iktidar hedefinin ve buna yönelik “yol haritasının” olması gerekiyor. Gerekmiyor mu?
“Çok hasta bir topluluğa uyum sağlamak bir sağlıklı bir durum değildir.”*
**Alıntılar: Baudelaire, Beckett ve Goethe
- Dpnotlar (2) – Tolga Ersoy - 3 Mart 2025
- Dipnotlar – Tolga Ersoy - 1 Ocak 2025
- Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (5) - 21 Ekim 2024