Siyaset Bilimi ve Psikoloji

Siyaset ile psikoloji arasındaki ilişki nedir? Bu soruya iki farklı düzeyde yanıt verilebilir. İlkin, siyaset bilimi disiplini ile psikoloji disiplini arasındaki ilişkinin ne olduğuna, bu iki disiplin arasındaki farklılık ve örtüşme noktalarının disiplinlerin içinden nasıl kurulduğuna bakılabilir. İkinci ve daha eleştirel bir bakışla, bu disipliner ayrımların kendisini sorgulayarak, birey, toplum ve siyaset arasındaki ilişkilere dair daha tarihsel ve bütünsel bir açıklama çabası önerilebilir. Ben bu yazıda siyaset ile psikoloji arasındaki ilişki sorununa her iki açıdan da bakmak istiyorum. Öncelikle ilk düzeyi ele alalım.

Her iki disiplinin farklı nesneleri olduğunu varsayan ve bu çerçevede iki disiplinin örtüşme alanına dair belirli konular saptayan ‘enter-disipliner’ bir alan olarak siyaset psikolojisinin ortaya çıkışı yeni sayılır. Siyaset psikolojisi disiplini bu adla ancak 1970’lerde örgütlenmeye başlamıştır. O dönemden bugüne bu disiplin, lisans ve yüksek lisans derslerinin açılması, Uluslararası Siyaset Psikolojisi Derneği’nin kurulması (1978), Uluslararası Siyaset Psikolojisi dergisinin çıkarılması (1980) ve siyaset psikolojisi derlemelerinin yayınlanmasıyla hızla gelişen bir uzmanlık alanı olarak belirdi. Bu yeni disiplin, siyaset bilimi içinde özellikle siyasi davranış dalı ile psikoloji içinde kişilik, sosyal psikoloji ve bilişsel psikoloji alanlarının etkileşimi çerçevesinde şekillenmekte ve psikolojiden çok, siyaset biliminin bir alt dalı olarak gelişmektedir. Bu disiplinin ortaya çıkışı ve evrimi hem dönemin yaygın kuramsal ve yöntemsel paradigmalarından hem de siyasi durumun ortaya koyduğu özgül sorunlardan etkilenmiştir. Bu bağlamda özellikle, Amerikan kaynaklı bir disiplin olarak siyaset psikolojisinin dönemin Amerikan siyasetinden ve uluslararası olaylardan etkilendiğini saptamak gerekir. Öyle ki, terör, uluslararası çatışma, etnik çatışma, İslami köktendincilik gibi konular disiplinin her zaman temel ilgi alanları olarak ortaya çıkmışlardır.

Siyaset psikolojisi disiplininin tarihinde temel olarak üç evreye işaret edilebilir. 1920’lerden 1960’lara kadarki ilk dönem aslında disiplinin tarih-öncesi olarak görülür. Bu dönemde siyaset psikolojisi diye ayrı bir disiplin henüz mevcut olmasa da sonradan bu disiplinin temel ilgi konularından birisi hâline gelen kişilik, kültür ve siyaset konularında temel eserler verilmiştir. Bu dönemin temel konusu, hem liderler (tekil bireyler) hem de kitleler düzeyinde siyasal kişilik sorusudur. Sigmund Freud’un (1856-1939) Leonardo da Vinci’nin kişiliği üzerine yaptığı çalışmayla başlatılan psiko-biyografi geleneği, önemli siyasi liderlerin analiziyle devam ettirilmiştir. Burada, hem siyasi liderlerin kişiliklerinin ne olduğu, lider olmanın ne demek olduğu, hangi kişilerin lider olmaya yatkın olduğu gibi sorular, hem de lider insanların bu kişilik özelliklerinin siyasi olaylara ve gelişmelere olan etkisi sorusu dikkate alınmıştır. Benzer şekilde, kitleler ve kitle davranışı sorusu da gündeme girmiştir. Özellikle Dünya Savaşları ve faşizm olgusundan beslenen bu merak, genel olarak belirli siyasi tutumlar (özellikle otoriterlik) ile belirli kişilik özellikleri arasındaki bağlantıların araştırılmasına zemin sağlamıştır. Bu dönemde psikanaliz temel yöntem olarak öne çıkmakla birlikte, saha araştırmaları da kullanılmıştır. Liderler ve kitleler sorunu günümüzde eskisi kadar merkezî olmasa da, kişilik ve siyaset konusu başkaca temalar üzerinden siyaset psikolojisinin temel ilgi alanlarından birisi olmaya devam etmektedir.

Siyaset disiplininin ikinci evresinde, yani disiplinin artık bu adla örgütlenmeye başladığı dönemde, ilk dönemden oldukça farklı kuramsal ve yöntemsel yaklaşımlar ve farklı siyasi sorunlar öne çıkmıştır. Bu döneme kamuoyu, siyasi tutum ve seçmen davranışı araştırmaları damgasını vurmuştur. Davranışsalcı yaklaşımın hâkim olduğu bu dönemde, çok geniş çaplı anketlere dayalı saha araştırmaları ve katılımcı gözlem teknikleri kullanılmıştır. Kamuoyu araştırmaları, seçmen davranışı, siyasi katılım, siyasi toplumsallaşma ve kitle iletişimi gibi konular o dönemden itibaren disiplinin klasik konuları olarak öne çıkmaktadırlar. Bu geniş çerçevede ele alınan sorular çok ve çeşitlidir. Temel sorular olarak şunlar sıralanabilir: Parti aidiyetlerinin nasıl biçimlendiği; seçmen davranışı üzerinde ekonomik, ideolojik-siyasi ve psikolojik-kişisel değişkenlerin rolü ve önemi; bilişsel olarak tutumların nasıl geliştiği, bilişsel tutumlar ile duygular arasındaki ilişki; ırk ve cinsiyetin siyasi tutum ve seçmen davranışı üzerindeki etkisi; siyasi katılımın farklı biçimleri ve dereceleri; oy verme ile yurttaşlık bilinci arasındaki ilişki; siyasi toplumsallaşmanın niteliği; çocukluğun, ailenin, okulun, akran çevresinin, kitle iletişim araçlarının, siyasi olay ve deneyimlerin siyasi tutumlar üzerindeki etkisi; toplumsallaşma ile partizan tavırlar arasındaki ilişki; kitle iletişiminin bilişsel, duygusal etkileri.

1980 sonrasında başlayan ve günümüze kadar gelen üçüncü evrede disiplinin konularının çeşitlendiğini, yöntemsel ve kuramsal yaklaşımlarının çoğullaştığını saptıyoruz. İlk ve özellikle ikinci dönemin konularının yanı sıra bu dönemde özel olarak, ideolojiler, kimlikler, söylemler, inanç sistemleri ve bilişsel tutumlar, imaj ve algı sistemleriyle ilgili araştırmalar öne çıkmaktadır. Ayrıca, uluslararası çatışma ve etnik çatışma dinamikleri, çatışma çözme yöntemleri, terör, dehşet ve şiddet olguları da özel bir önem kazanmaktadır. Bu dönemde kuramsal ve yöntemsel düzeyde, ilk ve ikinci dönemde öne çıkan kişilik yaklaşımı ve davranışsalcı okul yerine, sosyal öğrenme ve bilişsel gelişme kuramları, bilgi işlem süreçleri, deneysel manipülasyon ve bilgisayar şemaları, evrimci psikoloji, nöro-psikoloji, kolektif davranış kuramları, rasyonel tercihler, retorik ve söylem analizleri gibi farklı yaklaşımların etkili olmaya başladığını görüyoruz.

Sonuç olarak bugün gelinen noktada, siyaset psikolojisi disiplini oldukça zengin ve hızla gelişen bir literatür sunmaktadır. Bu alanın önemli isimlerinden olan David. O. Sears’ın ifadesiyle disiplinin en iyi yanı hâlâ çok gevşek olması ve bu nedenle yeni ve yaratıcı fikirlere açıklığıdır. Ancak bu aynı zamanda naif ve yetersiz açıklamaların da çok yaygın olduğu anlamına gelebilir. Öte yandan Sears, insan davranışının yeniden ekonomik saiklerle açıklanmaya başlandığı günümüzde siyasi olgulara psikolojik bir perspektifl e bakılmasının, duyguların, bilişsel mekanizmaların, kişiler-arası ilişkilerin ve irrasyonel olanın dikkat çekilmesinin önemli olduğuna da işaret ediyor.[1]

Buraya kadar söylenenler, disiplin içinden yapılan bir tarihselleştirme ve değerlendirme olarak okunabilir. Oysa bence siyaset ile psikoloji arasındaki karmaşık bağıntıyı, disiplinin dar ufkundan ayrılarak daha tarihsel ve sosyolojik olarak ele alan ikinci bir analiz düzeyine ihtiyaç var. Bu analiz düzeyinde önce siyaset biliminin nesnesi olan ‘siyaset’ ile psikoloji disiplinin nesnesi olan ‘bireysel psikoloji’ arasındaki tarihsel bağıntıyı ve evrimi sorgulamamız gerekiyor. Ve elbette bu sorgulamaya, birey ile siyaset arasında konumlanan ve sosyolojinin nesnesi olan ‘toplum’ fikrini de dâhil etmek kaçınılmaz. Birey, toplum ve siyaset arasındaki ayrımları sanki kategorik ayrımlarmış ve ancak dışsal ilişki içinde olan varlıklarmış gibi ele almaktansa, bunların nasıl bir tarihsel süreçte, nasıl ayrımlaştıklarını ve bu farklılaşmanın modern siyaset ve birey açısından ne anlama geldiğini açıklamak daha ufuk açıcı olacaktır. Dolayısıyla siyaset ile psikoloji ilişkisini, siyaset psikolojisi disiplini dışında başka bir literatüre referansla anlatmakta fayda var.

Öncelikle, birey, toplum ve siyaset arasındaki ayrımların tipik olarak modern ayrımlar olduğunu, modernlikle birlikte bunların birbirleriyle ilişkili ve farklı alanlar olarak kurulduğunu belirtmek gerekir. Bizler, artık birey, toplum ve siyaset terimlerini kullandığımızda tipik olarak modern ulus devlet çerçevesinde şekillenmiş bir bireye, topluma ve siyasete referans veriyoruz. Bu saptama, modernlik öncesinde tekil insan varlığının, insanların kolektif yaşamının ve iktidar ilişkilerinin mevcut olmadığı anlamına gelmiyor. Ancak bu insani varoluş biçimlerinin modernlikle beraber radikal olarak özgün biçimler aldığı ve ilişkisel bir bütün oluşturdukları anlamına geliyor. Modernliği tanımlayan temel özellik, kendinden önceki toplumsal formasyonlarda olmadığı kadar ve özgün bir biçimde farklı alanlara bölünmüş olması ve bu bölünmenin sonucunda kazandığı içkin çatışma ve dönüşme dinamizmidir. Dolayısıyla, devlet ile (sivil) toplum ayrışması, siyasi olan ile toplumsal olan ayrımı, siyasi olan ile ekonomik olan ayrımı, özel alan ile kamusal alan ayrımı modernliğin temel kurucu ayrımları olarak öne çıkıyor. Bu ayrımlara eşlik eden bir başka büyük bölünme hiç kuşkusuz birey ile toplum arasında gerçekleşmiştir. Bu sürecin analizi, modern bireyin sancılı doğuşuna ışık tutacak ve modern öznenin iktidar ilişkileri içinde nasıl kurulduğunu açıklayacaktır.

Erken modern dönemde (takriben 16.-18.yüzyıllar) insan fikrinin, kendini çevreleyen toplumdan soyutlanmış, saf bir bilinç öznesi olarak kavranmaya başlandığını görüyoruz. İnsan, tarihte ilk kez içinde bulunduğu toplumsal ilişkilerden, cemaatlerden, kolektif yapıları mümkün kılan tarih ve geleneklerden bağımsızmış gibi ele alınmıştır. İnsan bireyi, topluma ve devlete önsel bir varlık olarak, soyut ve evrensel bir doğaya sahip bir varlık olarak görülmüştür. Descartesci özne kavrayışı, insanın modernliğin şafağında kendi dışındaki her şeyin varlığından hatta ve dolayısıyla kendi varlığından bile şüphe etmeye başlamasının bir sonucu olarak, kesinlik arayışı sürecinde düşüncenin kendi içine dönmesini ifade eder. Descartes’in “Düşünüyorum öyleyse varım” ifadesi, varlığın garantisi olarak modern öznenin ancak kendi bilincini, yani kendisi dışında her şeyin varlığından şüphe eden şeyi öne çıkarmak zorunda kaldığını gösterir. Böylece saf bir ‘bilinç olarak insan’ fikri ortaya çıkar. Modernlikte insan öznesi bir yandan bilince indirgenirken, öte yandan bedensel ve doğal ihtiyaçları merkezinde tanımlanmaya başlar. Nitekim mutlak devlet savunusunun yanı sıra (bununla bağlantılı olarak) radikal bir bireyci yaklaşımı da savunmuş olan Thomas Hobbes’un (1588-1679) düşüncesinde akılcı ve hazcı insan kavrayışının netleştiğini görürüz. Hobbes, Leviathan’ın oluşumuyla sonuçlanan doğa durumunu, “herkesin herkese karşı savaşı” olarak tarif ederken, her biri acıdan kaçan ve hazzının artırmaya çalışan atomize bireyler arasındaki kaçınılmaz çatışmaya işaret ediyordu. Sonradan ‘homo economicus’ olarak anılacak olan bu birey kavrayışı, insanı ve özelliklerini belirli bir tarihsel süreçte somut iktidar ilişkileri içinde kurulmuş olarak değil, sanki bu ilişkilerden önce gelen ve bağımsız bir varlıkmış, sanki bu ilişkileri haklılaştıran doğal bir özü varmış gibi, yani soyut ve evrensel bir akla ve çıkarlara sahipmiş gibi resmediyordu. Bu düşüncede insan, toplum ve tarih-dışı bir varlık olarak görüldüğünden, toplum ve devlet de insanın bu ‘doğal’ özelliklerine bağlı olarak açıklanan ikincil bir statü edindiler. Hem toplum hem de devlet, bireylerin yaşadıkları doğal ama tehlikeli varoluşa bir son vermek için akla dayalı bir sözleşmeyle kurdukları formel kurumsal yapılar olarak ifade edildiler.

Sonuç olarak erken modernlikte siyasi düşüncede birey, toplum ve devlet birbirlerine dışsal varlıklar olarak kurgulandılar. Kapitalizm ve burjuvazi merkezli modern sivil toplumun ve modern ulus devletin kuruluş dinamiklerini düşündüğümüzde, bu ayrımların gerçek etkileri olan kurucu ayrımlar olduğunu söyleyebiliriz. Öte yandan bu ayrımlar, aynı zamanda belirli bir tarihsel süreçte değişen iktidar ilişkileri çerçevesinde mümkün olmuş söylemsel ayrımlardır. Fayda maksimizasyonu yapan akılcı birey; bu bireylerin bir sözleşmeyle oluşturdukları ve yaşam, özgürlük ve mülkiyet gibi doğal hakların alanı olan sivil toplum ve bu hakların daha iyi korunması için gerekli hukuksal biçim olarak devlet üçlüsüne dair söylemsel kurguda gözden kaçırılan şey, iktidar ve tahakküm olgusudur. Gerçekte, insanın toplum ve tarih dışı olarak görülmeye başlanması, insanları belirli cemaat bağlarına dayalı hak ve sorumluluklar içinde tutan ve birbirlerine bağlayan eski feodal yapının sarsıcı biçimde çözülmesinin bir sonucudur. Bu çözülme, yeni doğan burjuva sınıfı için pozitif bir kuruluş anlamına gelmişken, geniş kitleler için zorla proleterleşme süreci anlamına gelmiştir. Demek ki bu yeni insan modelinin arkasında tüm ağır tahakküm teknikleriyle birlikte sermaye sınıfının yükselişi vardır. Nitekim soyut ‘İnsan’ın aslında çok somut bir sınıfsal içeriğe sahip olduğu açıktır. İnsan Hakları Belgelerine dayanak olmuş olan ‘İnsan’, aslında belirtmeye gerek duyulmayacak şekilde, mülk sahibi burjuva bireyidir. Ayrıca, rasyonel soyut insan fikrinin gelişimi ile modern ataerkilliğin oluşumu arasında da doğrudan bir bağlantı söz konusudur. Modern insanın tanımlayıcı özellikleri olarak öne çıkarılan akıl, özerklik ve irade kavramları eril kavramlar olarak kodlanmış ve ancak bu özelliklere sahip olan burjuva-erkek bireylerin insan olarak kabul görmesiyle sonuçlanmıştır. Dahası, modern insanın somut bir ırksal içeriği olduğu da açıktır. Dolayısıyla, akıl ve irade merkezli bu soyut insan kavrayışı, kadın, proletarya, çocuklar, deliler, ırksal azınlıklar gibi grupları sadece siyasi-sivil yurttaşlık alanından değil, asıl olarak insan olma vasfından dışlayarak mümkün olabilmiştir. Nihayet, modern insanın kuruluşunda, tüm bu iktidar ilişkilerinin geri planında işleyen daha temel bir tahakküm biçimi daha tespit edilebilir ki bu da doğa üzerindeki artan tahakkümdür. Kapitalist bilim ve teknolojiyle gelen tahakküm, insanın kendini tüm varlıkların üstünde, özerk bir akıl, var edici ve yok edici mutlak bir irade olarak tasavvur edebilmesine imkân tanımıştır.

Şimdiye kadar söylenenlerden, modern insan fikrinin özünde kötücül olduğu sonucu çıkarılmamalıdır. Modern insanın yoğun iktidar ilişkileri bağlamında kurulmuş olduğunu söylemek, onun tamamen ve giderilemez biçimde, pürüzsüz ve pasif biçimde tahakkümün esiri olduğu anlamına gelmez. Tersine, modern insan kavrayışı başından itibaren çelişkili bir kuruluş olmuş, akıl, özerklik, eşitlik, özgürlük ve irade gibi kavramlar daima, bu kavramların içeriğini sınırlamak isteyen tahakküm güçlerine karşı kullanılan radikal bir potansiyel barındırmışlardır. Soyutluk ve evrensellik fikirleri, somut mücadeleler bağlamında her zaman verimli gerilimlere zemin hazırlamışlardır. Sonuç olarak modern birey olarak var olmanın kendi içinde çelişkili bir süreç olduğunu söylemek gerekir. Marshall Berman’ın ifadesi bu gerilimi çok güzel betimliyor: “Modern olmak bizlere serüven, güç, coşku, gelişme ve kendimizi ve dünyayı dönüştürme olanakları vaat eden ama bir yandan da sahip olduğumuz her şeyi, bildiğimiz her şeyi, olduğumuz her şeyi yok etmekle tehdit eden bir ortamda bulmaktır kendimizi.”[2]

Her şeye rağmen, modern bireye dair Aydınlanmacı kavrayışın insan hakkında hep olumlu özellikleri öne çıkaran, asıl olarak iyimser bir görüş olduğu doğrudur. Bu kavrayış, İnsan’ı aklın ve özgürlüğün sürekli ilerlediği varsayılan modern dönemin öznesi olarak görmüş, hem modernliğin hem de modern öznenin karanlık yönlerini görmezden gelmiştir. Akıl ve irade merkezli bu liberal insan kavrayışının 19. yüzyılın ortalarından itibaren sarsılmaya başladığını söyleyebiliriz. Yüzyıl sonuna ve 20. yüzyılın başına damgasını vuran sosyalizm, muhafazakârlık, romantizm, milliyetçilik gibi anti-liberal akımlar, farklı saiklerle ve farklı tarzlarda da olsa ‘homo economicus’ modelinin sorgulanmasına zemin hazırladılar. Karl Marx (1818-1883), hem ekonomi politiğin hem de din ve felsefenin soyut insan anlayışını eleştirerek, insanı somut toplumsal varoluşu içinde ele almayı önerdi. Düşüncesinde psikanalizin ön izlerine saptayabileceğimiz Friedrich Wilhelm Nietzsche (1844-1900), Descartesçı insana karşı bilincin zaman ve mekâna bağlı, psiko-fizik yapısını vurguladı, arzu ve içgüdülerin rolüne dikkat çekti. Genel olarak romantik-muhafazakâr akım, Devrim eleştirisi bağlamında insan aklının ve iradesini sınırlarına dikkat çekerek, itaat etme ve kolektif kurum ve geleneklere uyma yönündeki duygulara, yüzyıl sonuna doğru giderek daha fazla vurgulanan ‘irrasyonel’ güdülere odaklandı. Gustave Le Bon (1841-1931) gibi muhafazakâr düşünürler, kitleler çağından duydukları korkuyu kitle olgusunu manipüle edecek tarzda bir kitle bilimi geliştirerek giderme uğraşında, bilinç dışı davranışların siyasi yaşamdaki önemine vurgu yaptılar.

Ve nihayet, 19. yüzyıl sonunda Freud, bilinç dışı kavramının keşfiyle birlikte psikanalizi geliştirdi. Freud, Aydınlanmanın iyimserliği ile yüzyıl sonunun kötümserliği arasında bir geçiş figürü gibidir. Onun asıl radikal keşfi bilinç dışı kavramı olmakla birlikte, bilinç dışının bilgisine özellikle psikanaliz yoluyla sahip olabileceğimize de inanmıştı. Freud’un düşüncesinin radikalliği, insanda ne fizyolojiye ne de bilince indirgenebilen ayrı ve kendine özgü dinamikleri olan bir psişik yapının varlığına işaret etmesiydi. Bu psişik yapının dinamizmi, çok parçalı, kendi içinde bölünmüş ve çatışmalı olmasından kaynaklanıyordu. Freud bu psişik yapıyı, önceleri ‘bilinç, bilinçaltı ve bilinç dışı’ üçlüsü olarak, sonralarıysa ‘id, ego ve süperego’ olarak tanımladı. Sonuçta bu yapının nasıl karmaşık ve gergin bir bütün oluşturduğuna dair son derece verimli bir eser koydu ortaya.[3] Freud’dan sonra onun eseri çok farklı ve çatışan biçimlerde yorumlanmış, bazı izleyicileri bilince diğerleri bilinç dışına, bazıları fizyolojiye ve içgüdülere diğerleri dil, kültür ve toplumsal ilişkilere daha fazla ağırlık vermişlerdir. Bunlar arasında en ufuk açıcı yorumlar, bana kalırsa, Freud’un psişik aygıtı kuran bölünme ve çatışmanın tam merkezine uygar toplum ve ataerkil kültürün Ödipal karakterli aile yapısını koyduğu gerçeğini fark edenler ve bu hattı izleyenler olmuştur. Nitekim Freud’un sonraki sosyal ve siyasal düşünceye en önemli etkisi, tam da bu iktidar ilişkileri içindeki karmaşık kuruluşunu izlenmesi sayesinde öznenin giderek daha merkezsiz ve daha çatışmalı bir söylemsel kuruluş olduğunun saptanması çerçevesinde şekillenmiştir.

Freud sonrasında psikanalitik düşüncenin gelişiminde en önemli uğraklardan birisi Jacques Lacan (1901-1981) ise, diğeri de Lacan’ı eleştiren feminist psikanalistler olmuştur.[4] Yapısalcı dilbilimi psikanaliz ile birleştiren Lacan’a göre dil, bilinç dışını anlamak için temel bir önem taşır. Ona göre, dil bilinç dışının koşuludur ve ayrıca bilinç dışı dil gibi yapılanmıştır. Lacan, öznenin (bilincin ve bilinç dışının) dile girişle yani sembolik alana giriş yoluyla kurulduğunu, ama tam da dilin yapısı nedeniyle, hiçbir zaman tam ve bütünsel bir varlık olarak kurulamadığını öne sürer. Dil, yani sembolik olan, özneye dışarıdan dayatıldığı ve onun kontrolünde olmadığı için, insanın kendi gerçekliği ile onu algılayışı arasında kapanamaz bir yarık oluşur. Bu yarık hem arzuyu var eden hem de onu imkânsız kılan kurucu bir yarıktır. Lacan, dilin bu kurucu etkisini, sembolik alanı kuran temel ilke olarak ‘Babanın Adı’, ‘Babanın Yasası’, ‘Yasak’ yani ‘Fallus’ üzerinden açıklar. Lacan sonrasında psikanalizi geliştiren feminist kuramcılar, post-yapısalcı kuram içinden Lacan’ı yorumlayıp eleştirdiler. Julia Kristeva ve Luce Irıgaray gibi kuramcılar, Freud ve Lacan’da ve tüm ataerkil söylemde tespit ettikleri fallus-merkezciliği aşmak için Ödipal dönemin öncesindeki anne-çocuk ilişkisine dikkat çektiler. Böylece Ödipal merkezli kültür ve dil kavrayışı yerine, pre-Ödipal dönemden kaynaklanan kültürel olanakları araştırdılar. Sonuçta, ortaya ben ile öteki ayrımının çok katı biçimde kurulmadığı, çok daha ilişkisel, hep oluşum hâlinde, bir süreç-olarak-özne kavrayışı çıktı.

Modern öznenin kuruluşuna dair psikanalitik geleneğin dışında ve ona muhalif bir başka perspektif Michel Foucault (1926-1984) tarafından geliştirilmiştir.[5] Freud’un düşüncesinde iktidar ilişkileri sorunu öznenin kuruluşuna ancak kısmen ve dolayımlı olarak katılmıştı. Oysa Foucault için iktidar ilişkileri modern özneyi özne yapan şeyin ta kendisidir. Dahası, Foucault modern özneleşmeyi mümkün kılan iktidar pratikleri içine doğrudan psikiyatriyi ve psikanalizi de katar. Ona göre psikanalitik düşüncenin varsaydığı gibi, iktidar ile cinsellik birbirine karşıt şeyler değildir. Aynı şekilde, iktidar ile bilgi, özgürlük ve direniş arasında da karşıtlık ilişkisi yoktur. Kısaca Foucault, ‘baskıcı hipotez’ dediği şeye karşı, iktidarın sadece ve asıl olarak baskı, yasa ve yasakla değil, tersine üretken ve pozitif bir şekilde işlediğini savunur. Hatta Yasak’ın kendisi üretkendir. Modern iktidarın ürettiği asıl şey, özne ve özneye dair bilgidir. Özne olmak demek, insanları hem bireyselleştiren hem de bir nüfus olarak toplulaştıran belirli iktidar ilişkilerine tabi olmak demektir. Modern iktidar, disipliner ve biyo-iktidar teknikleriyle insanları, adlandırarak, sınıfl andırarak, normal olan ile olmayanı ayırt ederek, her bir bireyin hakikatini araştırarak ve her bir bireyi bu bilgiye dayalı kurumların ve söylemlerin ağına sokarak özneleştirir. Modern toplumda, insan öznelliğinin en temel hakikati olarak görülen şey ise cinselliktir ve psikanalitik söylem bu hakikatin bilgisini üreterek insanları cinsel özneler hâline sokar. Modern iktidar, cinselliği baskılamak yerine insanları cinsellik konusunda söyleme kışkırtarak, elde edilen bu itiraf sayesinde büyük bir cinsel bilim ve karmaşık bir cinsellik aygıtı kurar. Foucault’ya göre bu cinsellik aygıtı tam da insanları belirli cinsiyetlere sahip özneler, belirli türden arzulara, duygulara ve davranışlara sahip kadınlar ve erkekler hâline getiren şeydir.

Foucault’nun iktidar ilişkileri vurgusu ve post-yapısalcı yöntemi psikanaliz geleneğiyle birleştirmeye çalışan feminist Judith Butler’ın kuramı günümüzde sosyal kuramın özne kavrayışında ulaştığı noktayı işaret etmektedir.[6] Cinsiyettoplumsal cinsiyet ayrımını sorgulayan Butler, cinsiyetin de ‘doğal’ bir şey olmadığını, toplumsal cinsiyeti düzenleyen heteroseksüel normlar yoluyla kurulduğunu göstermeye çalışır. Ataerkil söylem, Ödipal Yasak yoluyla, yani ‘Babanın Yasası’na referansla bireyleri, doğal bir cinsiyete, tutarlı ve doğal bir benliğe ve bir içsel bütünlüğe sahip varlıklarmış gibi kurmaya çalışır. Bir ‘cinsiyet olma’ süreci, yani cinsiyetli bir bedene sahip bir ‘özne’ olarak doğallaşma süreci, insanlar üzerinde kurucu bir rol oynamakla birlikte aslında hiçbir zaman bu oluş süreci tam olarak başarılamaz. Çünkü cinsiyetli bir özne (kadın, erkek, eşcinsel vb.) olmak, bir normun, bir kimliğin sürekli olarak icra edilmesine, sürekli bir davranış dizgesinin tekrar edilmesine bağlıdır. Ve insanlar, iktidar ilişkilerine tabi olmakla birlikte (aslında tam da bu nedenle ve bu sayede) ‘özne’ oldukları için bu kimlikleri icra etmek yerine, farklı türden icra eylemleri yoluyla kimlikleri altüst de edebilirler.
Bu fikirleri ileri süren sadece Butler değil elbette. Günümüzün sosyal ve siyasal kuramında özne kavrayışı ağırlıklı olarak post-yapısalcı bir perspektifl e ele alınmakta ve öznenin söylemsel bir kuruluş olduğuna dikkat çekilmektedir. Öznenin ya da herhangi bir şeyin söylemsel bir kuruluş olduğunu söylemek, onun gerçekliğini veya maddiliğini yadsımak anlamına gelmez. Tersine, onu doğal, değişmez bir öze, kendiliğinden bir anlama ve bütünlüğe sahip bir varlıkmış gibi değil de, somut iktidar ilişkileri içinde kurulan ve bu nedenle de hiçbir zaman tam olarak kurulamayan, sürekli dönüşüme açık ve çatışmalı bir oluş süreci olarak ele almak anlamına gelir.

Öznelerin iktidar ilişkileri içinde söylemsel olarak kuruluş dinamiğine dikkat çeken bu kuramsal perspektifin, siyaset ile psikoloji ilişkisine dair ufuk açıcı ve son derece verimli bir katkı sunduğunu düşünüyorum. Elbette, meta-teorik düzeyde ifade edilen bu perspektifin, somut olguları anlamak için somut, tarihsel ve kültürel farklara dayalı analizlerle geliştirilmesi gerekli. Bu perspektifin görüş alanımıza soktuğu en önemli alan hiç kuşkusuz toplumsal cinsiyet, cinsellik ve cinsel kimlikler sorusu. Buradan bakınca, cinsler arasındaki farklılıklara dayanan bu toplumsal cinsiyet kurgusunun aynı zamanda, iktidar ilişkilerini belirli kılmanın asli bir yolu olduğunu da anlıyoruz. Joan Scott’un ifadesiyle, “toplumsal cinsiyet, iktidarın doğrudan ortaya konduğu ya da ortaya konması aracılığıyla oluşturulan asli alandır.”[7] Dolayısıyla, ben ile öteki arasındaki doğallaştırılmış ve hiyerarşikleştirilmiş farka dayalı tüm iktidar ilişkilerinde (sınıfsal, ırksal, etnik vb.) toplumsal cinsiyetin kurucu bir rol oynadığını görebiliyoruz. Ayrıca bu perspektiſt en bakınca siyasal varoluşumuzda hâkim olan otoriterlik, tahakküm ve şiddet olguları da farklı bir açıdan aydınlamış oluyor. İnsanlar arasında doğallaştırılmış ve hiyerarşikleştirilmiş bir farkın kurulduğu her anda, bazı insanların nasıl hızla insanlık statülerini yitirebildiğini, insanları ötekileştirme pratiklerinin nasıl ağır şiddet biçimlerine yol açtığını anlayabiliyoruz. Nihayet bu perspektif bize adalet, eşitlik, özgürlük, evrensellik, insanlık gibi kavramları yeniden değerlendirme imkânı sunuyor. Bu değerlerin güçlenmesi için ne tür siyasi öznellik biçimlerinin gelişmesi gerektiğini ve bu öznelliklerin ne tür toplumsal ilişkiler yoluyla gelişebileceğini gösteriyor.

Modernliğin temelden bir dönüşümüne, bir zamanlar kısmen de olsa insanların yerini ve kimliğini sabitleyen modern yapıların derinden sarsılmasına, konumlar, yerler, mekânlar, kimlikler arasındaki sınırların giderek aşınmasına tanık olduğumuz günümüz dünyasında, öznelerin ve kimliklerin neden giderek daha merkezsiz ve dağınık; kararsız ve dengesiz olarak görüldüğünü anlamak zor değil. Modernliğin artık çözülmekte olan örgütlü evresinde kısmen daha istikrarlı, tutarlı ve kararlı kolektif kimlikleri mümkün kılan refah devletinin yapıları bir bir çözülüyor. ‘Modernliğin çözülmesi’ ya da daha sıklıkla ‘post-modernizm’ olarak anılan bu dönemde özne ve kimlikler sorununun giderek daha belirgin bir siyasi önem kazandığını görüyoruz. Bu evrede birbiriyle çatışan üç tür öznelleşme dinamiğinin olduğunu görüyoruz. Bir yandan Frederic Jameson tarafından ‘şizofrenik’ olarak adlandırılan, ben ile öteki ayrımının silindiği, geçmiş, şimdi ve gelecek arasındaki bağlantıların kopup, şimdinin mutlak bir karakter edindiği, bu nedenle de bir benlik kaybı olarak deneyimlenen, tamamen merkezsizleşmiş, tamamen akışkan hâle gelmiş bir öznellik ve kimlik deneyimi alanı güçleniyor.[8]  Öte yandan post-modernitenin bu radikal akışkanlığına karşı yine post-modern bir tepki olarak şekillenen reaksiyoner özne ve kimlik oluşumları da güçleniyor. Cinsiyetçi, ırkçı, etnik, dinsel, cemaatçi gibi farklı biçimler alabilen bu yönelim, ben ile öteki arasındaki ilişkiselliği radikal olarak inkâr eden ben-merkezci, ötekini dışlayan dogmatik bir kimlik ve kimlik siyasetine dayanıyor. Nihayet, günümüzde bir umut ışığı olarak güçlenen üçüncü bir yönelim var ki burada öznenin ve kimliklerin akışkan ve ilişkisel olduğu kabul ediliyor ve bu ilişkiselliğin nasıl olup da daha ileri demokratik biçimlerde yaşatılabileceği araştırılıyor. Ben ile öteki arasında, ötekileştirmeye dayanmayan, iletişim ve diyaloğa dayalı bir melezlenme, birlikte dönüşme arzusunu ifade eden öznellik biçimleri bunlar.

Sonuç olarak modernliğin içinden geçmekte olduğumuz bu evresinde benlik, toplum ve siyaset arasındaki karmaşık ilişkilere dair yeni ve ufuk açıcı bir görüş edinmek için, öznenin söylemsel kuruluşunu vurgulayan kuramsal perspektif ile yeni demokratik öznellik biçimlerini hayata geçirmeye çalışan politik mücadelelerin birlikte ele alınması önemli görünüyor.


[1] David O. Sears, “Political Psychology”, Political Psychology: Classical & Contemporary Readings, der. N. J. Kressel (New York: Paragon House Publishers, 1993), 30.

[2] Marshall Berman, Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ (İstanbul: İletişim, 1994), 27.

[3] Freud’un temel eserleri olarak bkz. Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali Nahit Babaoğlu (İstanbul: Metis, 2001); Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2004); Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2006).

[4] Lacan için bkz. Saff et Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat, 2004).  Freud, Lacan ve Lacan sonrası psikanalitik feministler için bkz. Nick Mansfield Öznellik: Freud’dan Haraway’e Kendilik Kuramları, çev. H. Çetinkaya-R. Durmaz (İzmir: Ara-lık, 2006).

[5] Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2007); Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge, 2000).

[6] Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür (İstanbul: Metis, 2008); Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü (İstanbul: Ayrıntı, 2005).

[7] Joan Scott, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı bir Tarihsel Analiz Kategorisi, çev. Aykut Tunç Kılıç (İstanbul: Agora, 2007).

[8] Frederic Jameson, “Postmodernizm ya da Geç kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Postmodernizm, der. Necmi Zekâ (İstanbul: Kıyı, 1990), 85.


Kaynakça
David O. Sears, “Political Psychology”, Political Psychology: Classical & Contemporary Readings, der. N. J. Kressel (New York: Paragon House, 1993).
Frederic Jameson, “Postmodernizm ya da Geç Kapitalizmin Kültürel Mantığı”, Postmodernizm, der. Necmi Zekâ (İstanbul: Kıyı, 1990), 59-116.
Joan Scott, Toplumsal Cinsiyet: Faydalı bir Tarihsel Analiz Kategorisi, çev. Aykut Tunç Kılıç (İstanbul: Agora, 2007).
Judith Butler, Cinsiyet Belası: Feminizm ve Kimliğin Altüst Edilmesi, çev. Başak Ertür (İstanbul: Metis, 2008).
Judith Butler, İktidarın Psişik Yaşamı: Tabiyet Üzerine Teoriler, çev. Fatma Tütüncü (İstanbul: Ayrıntı, 2005).
Marshall Berman, Katı Olan Herşey Buharlaşıyor, çev. Bülent Peker ve Ümit Altuğ (İstanbul: İletişim, 1994).
Michel Foucault, Hapishanenin Doğuşu, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge, 2000).
Michel Foucault, Cinselliğin Tarihi, çev. Hülya Uğur Tanrıöver (İstanbul: Ayrıntı, 2007).
Nick Mansfield, Öznellik: Freud’dan Haraway’e Kendilik Kuramları, çev. H. Çetinkaya ve R.Durmaz (İzmir: Ara-lık, 2006).
Saff et Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat, 2004).
Sigmund Freud, Cinsellik Üzerine, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2006).
Sigmund Freud, Haz İlkesinin Ötesinde, Ben ve İd, çev. Ali Nahit Babaoğlu (İstanbul: Metis, 2001). Sigmund Freud, Uygarlık, Toplum ve Din, çev. Emre Kapkın (İstanbul: Payel, 2004).
Okuma önerileri
Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı: Nefretin Kökenleri, çev. İlknur Igan (İstanbul: Çitlembik, 2007).
Bruce Brown, Marx, Freud ve Gündelik Hayatın Eleştirisi, çev. Yavuz Alogan (İstanbul: Ayrıntı, 1989).
Engin Geçtan, İnsan Olmak: Varoluşun Bireysel ve Toplumsal Anlamı (İstanbul: Adam, 1984).
Joel Kovel, Arzu Çağı: Radikal Bir Psikanalistin Gözlemleri, çev. Abdullah Yılmaz (İstanbul: Ayrıntı, 2000).
Murat Paker, Psiko-Politik Yüzleşmeler (İstanbul: Birikim, 2007).
Serol Teber, İnsanın Hiçleşme Serüvenine Giriş: Politik Psikoloji Notları (İstanbul: Papirüs, 2001). Wilhelm Reich, Faşizmin Kitle Ruhu Analizi, çev. Bertan Onaran (İstanbul: Payel, 2002).
Zygmunt Bauman, Postmodernlik ve Hoşnutsuzlukları, çev. Sedef Özge (İstanbul: Ayrıntı, 2000).