Antonin Artaud, Van Gogh’un ölümünün ardından şöyle der:
“Van Gogh! Toplumun intihar ettirdiği!..”
Artaud bu metaforu ile, “İntihar eden kişiyi aslında toplumun öldürdüğü”ne işaret edip; akabinde de toplumu kendi kirli ve karanlık gerçeğiyle yüzleştiren uzunca bir metin kaleme alır.
Ahmet Soysal tarafından Türkçe’ye çevrilip 1991 yılında aynı isimle Nisan Yayınları’ndan çıkan metnin giriş kısmında yazarın şu cümleleriyle karşılaşırız:
“Van Gogh’un akıl sağlığından söz edilebilir; o ki hayatı boyunca sadece bir elini pişirmiş ve bundan başka da bir kez sol kulağını kesmekten öteye gitmemiştir. Her gün, yeşil salçada pişirilmiş vajina ya da ana rahminden çıktığında toplanıp kırbaçlanarak azdırılan yeni doğmuş bebek organı yenilen bir dünya bir imge değil; bütün yeryüzü boyunca sık sık ve güncel olarak tekrarlanan ve desteklenen bir olgudur. Bu açıklama ne kadar çılgınca görünürse görünsün, şimdiki hayat eski adilik, düzensizlik, sayıklama, bozukluk, burjuva durgunluk, ruhsal çarpıklık (çünkü insan değil de dünya bir anormal olmuştur), istenmiş namussuzluk ve çarpıcı yalancı sofuluk, soylu her şeyin aşağılanması üzerine kuruludur. Bütünüyle ilkel bir haksızlığın gerçekleşmesi üstüne kurulu bir düzenin talebi, sonunda örgütlü cinayet atmosferi içinde kendini korumaktadır. Her şey kötüye gitmektedir; çünkü hasta bilincin, hastalığından çıkmamaktan büyük çıkarı vardır.”
Antonin Artoud’nun sistemin çürümüşlüğüne dair neredeyse yüz yıl önce işaret ettiği tespitlerin 21’inci yüzyılda hem de katlanarak gerçekliğini koruyor olması, sözlerinde ne kadar haklı olduğunun kanıtıdır. Yaşamla ve ölümle olan hesaplaşmasının nihayetindeki tercihini son derece soğukkanlı ve bilinçli bir kararla ölümden yana kullanan -çoğu düşünce insanı- bazı ender şahısların, “entelektüel intiharı” şeklinde tanımlayabileceğimiz özkıyımlarının dışında kalan intiharların neredeyse tamamında, kendi canına kıyan kişiler toplumun “intihar ettirdiği”; yani toplum tarafından “kasten” ya da “ağır ihmal” suretiyle öldürülen kişilerdir. Ki soğukkanlı birer iradî eylem gibi gözüken entelektüel intiharlarını dahi, derinden yorumladığımızda aynı minvalde birer toplumsal cinayet olarak tanımlamamız hiç de abartılı bir yaklaşım olmayacaktır.
Dışarıdan bakıldığında boğazlarına yağlı urganlar geçiren, avuç avuç ilaçlar içen, narin bileklerini kesen el kendi elleri; ya da bedenlerini yüksek bir yerden aşağıya, vahşi dalgaların arasına veya bir kanalizasyon çukuruna atarak son nefeslerini verdirten kendi çaresizlikleriyle umutsuzluklarıymış gibi gözükse de o canları asıl alan; toplum denilen iki yüzlü ve de kana susamış soyut canavarın, o kişiyi intihar etmekten başka hiçbir şans tanımayarak veyahut da histerik hedef göstermeleri ve linçleriyle ruhunu parçalayıp utandırarak kendini öldürmek zorunda bırakan çürümüşlüğüdür.
Artoud’nun dediği gibi; nadir istisnaları hariç intihar, özü itibariyle, “ÖRGÜTLÜ CİNAYET”tir.
Tıpkı Sibel Ünli cinayeti gibi…
Ne var ki bu taammüden cinayetlerin hiçbir hukukî yaptırımı yoktur. Ölen ölür, toplum denilen en büyük serî katilin her sinsi cinayeti cezasız kalır. Üstelik de zalimliği en hudutsuz olan güruhlar, yani en vahşi katillerin oluşturduğu topluluklar, başka canavar toplulukların intihar ettirdiklerinin ardından en fazla ağlayanlardır.
Her katil güruhunun başka katil güruhların, hatta kimi zaman kendi kurbanlarının ardından timsah gözyaşları döktüğü toplumsal bir fenomendir intihar…
Tıpkı Sibel Ünli cinayetinde olduğu gibi…
İntihar cinayetlerinin yoksulluk, çaresizlik ve umutsuzluk duygusundan sonra, çoğu zaman da onlarla birlikte en başta gelen nedenlerinden birini oluşturan ve günümüzde sosyal medya sayesinde inanılmaz bir şekilde sertleşerek kolaylaşan ‘linç cinayeti’ türünün mekanizması şöyle işler:
Bazen zamanın, mekânın ve koşulların dizilimi öyle sıralanır ki düne kadar yakın çevresinin haricinde hiç kimsenin tanımadığı biri, gözüne ışık tutulan bir tavşan gibi felç olmuş ve bütün saldırılara açık çırılçıplak bir hedef durumuna düşmüş bir vaziyette o güne dek varlığından dahi haberdar olmadığı birtakım insanlar tarafından yargısız infaz ve lime lime edilirken buluverir kendini… Ya da büyük veya küçük kalabalıklar tarafından herhangi bir vesileyle tanınan bazı şahıslar, kendileriyle şahsî husumetleri olan birilerinin kirli şer ittifaklarıyla hedef tahtasına çakılıverirler. Bu şahıslar için ölüme, ölüme olmasa bile telafisi olanaksız maddî ve manevî kayıplara giden geri sayım süreci işlemeye başlamıştır artık.
Çoğunlukla birbirlerini bir kez bile görmemiş olan bazı habis ruhların habis zihinleri herhangi bir hedefe karşı herhangi bir ortak kin duygusu veya ortak bir kana susamışlık hissinde buluştu mu, sanki sihirli bir değnek tarafından yaratılmış gibi bir canavar çıkar ortaya… Herhangi bir fizikî bedeni olmayan; ama kesinlikle orada olan bu görünmez yaratığın adı, ‘Linç Canavarı’dır.
Kendisini oluşturan perde arkasındaki somut şahısların, halihazırdaki hukukî düzenlemelerin kendilerinden hesap sorulacak yeterlilikte olmamasına duydukları alçakça güven sayesinde hedef alınan kişiyi öldürene ya da ölümcül zararlar verene kadar durmayan korkunç bir canavardır bu…
Ve bütün linç kurbanlarının ardından en çok linççiler ağlar.
Tıpkı Sibel Ünli’nin ardından en çok ağlayanlar gibi…
Baktığımızda görürüz ki gözlerinden en fazla timsah gözyaşları süzülenler, daha dün kendi hedeflerini ölüme sürüklemek için tempo tutmaktan sadistçe zevkler alan kudurmuş leş yiyicilerdir. Kendilerine biat etmemeleri, onlarla onların alışkın olduğu şekilde enseye tokat döte parmak ilişki kurmayı reddetmeleri; kendileri gibi düşünmemeleri, konuşmamaları, davranmamaları; kendilerinin yoz, yavan, vasat, intihalci, karanlık, kokuşmuş varlıklarını ifşa etme riski taşımaları; onlara benzememeleri; hatta zihinsel ya da fiziksel engelli, kapalı, açık, şişman, zayıf, eşcinsel vb olmaları gibi kendi gözlerine çirkin gözükmelerine yol açan farklılıkları gibi sayısız bahanelerle insan yiyen etoburlardır onlar. Ama başka etoburların kurbanlarına en çok onlar ağlar.
Herhangi bir intihar vakası gündeme oturup da konu popüler olduğunda, daha önce gerine girene, “Hayatında bir kez bile kendini öldürmeyi düşünmediğini, intiharın ödleklik olduğunu,” söyleyen birinin, kendine salya sümük bir geçmiş intihar hikâyesi uydurup paylaşarak parsa topladığına tanık oluruz örneğin… Ya da Sibel gibi zavallı bir genç kız toplum tarafından intihar ettirildiğinde, daha önce kendileri onların ipliğini pazara çıkaran bir yazar kadın için hep bir ağızdan “intihar et!” diye tempo tutup, her yerde, “Bir intihar etmedi ki kurtulamadık,” diyen gözünü kan bürümüş ağzı salyalı linççileri, katil topluma o genç kız için en fazla veryansın ederken görmemiz vaka-i adiyedendir.
Bu, linççi oldukları kadar da riyakâr olan güruhların, hele bir de kendilerine kalplerinin çirkinliğinin yüzlerine vurduğu söylendiğinde zırıl zırıl mağdur ayağına yatıp, olanca hem suçlu hem güçlülükleriyle üste çıkmaları yok mudur, resmen akıllara ziyandır.
Bilmem ki Antonin Artoud yüz yıl öncenin iptidaî koşullarında bile intihar süsü verilmiş korkunç cinayetler işlemeyi becerebilen toplum denilen gözü dönmüş serî katilin elindeki 21’inci yüzyıl teknolojisinin sağladığı sınırsız cinayet olanaklarını görebilseydi ne yazardı?
Şahsen ben bu dehşetengiz tablo karşısında dumura uğruyor, her seferinde uzunca bir süre katatonik halde kalakalıyorum.
Tıpkı Sibel Ünli’nin ardından sergilenen yüz kızartıcı riyâkarlık karşısında günlerdir tiksintiyle donakaldığım gibi…
Neyse ki sonrasında tekrar toparlanıyor ve şu anda olduğu gibi, ardında hepsi birbirinden habis gerçek ruhların bulunduğu o soyut linç canavarının irinli suretine ayna tutma gücünü buluyorum kalemimde.
Evet; zaten fıtrattan vahşi, hain ve zalim olan insanlığın elindeki günümüz internet teknolojisi, insanın düne kadar en azından nezaketen kamufle etmeye çabaladığı fıtratının bir anda olanca korkunçluğuyla ortaya çıkmasını sağlayan müthiş bir turnusol kâğıdı ve serî cinayet aleti oldu. Dünyanın dört bir yanında ‘Siber Zorbalık’ denilen yöntemle sapır sapır intihar süsü verilmiş cinayetler işlenmekte ve/fakat birkaç çok gelişmiş ülkenin haricinde hiçbir toplum, bu büyük insanlık suçuna karşı gereken hukukî düzenlemeleri lâyıkıyla yapmamaktadır.
İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, insanların birbirine karşı bu kadar büyük suçları bu kadar kolay işleyebildiği ve karşılığında hiçbir bedel ödemeden elini kolunu sallayarak yürüyüp gidebildiği görülmemiştir. İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde, içindeki kötüyü beslemeyi şiar edinmiş kimi insan kılığındaki yaratıkların, arkalarında bu kadar vahşi suçlar bırakarak iyi insan taklidi yapabildikleri vakî olmamıştır.
İstense idi çok büyük ve ulvî amaçlar için kullanılabilecek, insanın evrim yolculuğunda bir anda yüzyıllar atlatabilecek bir olanağın böylesine kötüye kullanılmasıyla soyut bir cehenneme dönüşen sosyal medya arenası, geneli itibariyle kan, kin, nefret, gözyaşı, linç ve ölüm dolu bir foseptik çukurundan başka bir şey olamadı 21’inci yüzyılın sözde modern ve duyarlı insanının kirli ellerinde…
Sadece ölüm mü? Birbirini bir kez bile görmemiş; acıları, kederleri, yoksunlukları, yoksullukları, çaresizlikleri, açmazları hakkında en ufak bir fikri olmayan insanların birbirlerine karşı en ufak bir fikir çatışmasını, hatta karşılarındakinin zihinsel ya da fiziksel farklılıklarını bahane ederek inanılmaz bir orantısızlıkla, fütursuzlukla, zalimlikle ve kolaylıkla sergilediği psikolojik şiddetlerle, sayısız insanın ruhu sakat bırakıldı. Fiziksel şiddetin yol açtığı yaralar bir süre sonra iyileşir; fakat psikolojik şiddetin yarattığı travmalar kolay kolay tedavi edilemez, mutlaka ağır izler bırakır. Ölenler sadece Aysberg’in görünen ucu, yani gözüken kurbanlardır. Bu buz dağının ardındaki medenî ölümlerin; yani sırf keyf için toplumdaki itibarlarının sarsılmasına, olmadık iftiralarla karalanmalarına, işlerini, eşlerini, sevdiklerini ya da düşlerini kaybetmelerine, mahremlerinin ortaya saçılarak içlerine kapanmalarına ve bütün bunların sonucunda bitimsiz acılar çekmelerine yol açılan kurbanların sayısını milyonlarla ifade etmek abartılı olmayacaktır.
Bu dehşetengiz çarkın bu kadar tıkır tıkır işlemesini sağlayan diğer önemli faktörler ise, sosyal medya denilen mekanizmanın kaypaklığı, kayganlığı ve hafızasızlığıdır. Birtakım insanlar canlarının çektiği bazı zamanlarda işlerine gelmeyen bazı insanları inanılmaz bir zalimlikle hedef göstererek, hiçbir etik sınır tanımadan kıyasıya linç ederken; bu korkunç kurban ayinlerinin tanığı olan diğer birtakım insanlar ise birtakım çıkar hesapları veya popülarite uğruna ya hiç tanımadıkları insanların lincinin sorgusuz sualsiz parçası olarak tiksinç yargısız infazların altına imza atıyor veyahut da susuyorlar ve gördükleri canavarlıkları vicdansızca unutuluşa terk ediyorlar. Arenada sürekli bir yeni insan sirkülasyonu olduğu için de linççilerin sayfalarına yeni gelenler, sadece takındıkları iyi, aydın, muhalif vb insan maskelerini gördükleri bu pislikleri, bol keseden dağıttıkları içi boş payeleriyle peşin peşin yüceltiyorlar. Öyle ki dün en büyük çirkinliklerin ve vahşetlerin altına imza atan ucubeler, ertesi gün birer sütten çıkmış ak kaşık olarak salına salına caka satabilme, hatta bazı mazlumlar için timsah gözyaşları döküp, sözde duyarlılıkları için alkışlanma olanağını buluyor, bir süre sonra yarattıkları iğrenç simülasyona kendileri de inanır hale gelerek şizofrene bağlıyorlar.
Akıl ve vicdan tutulmasının nirvanası bu olsa gerek.
Çözüm mü? İnsan denilen canlının halihazırdaki modelinden çoktan umudunu kesmiş kronik bir pesimist ve anarşist bir kalem olarak, yine yaşamın bu çarpık kurgusunun içinde nihaî bir çözüm olabileceğini düşünmüyorum. En fazla söyleyebileceğim, internet vasıtasıyla işlenen insanlık suçlarına karşı da en az reel hayattaki kadar ciddî yaptırımlar getirilmesi olabilirdi; ama Stirner’in söylediği gibi, “Hukukun iktidarın fahişesi olduğu,” bir gerçeklikte, bu düzenlemelerle de hedeflenen ideal sonuçlara ulaşılabileceğine inanmıyorum.
Çünkü, Artaud’nun da işaret ettiği üzere, ister tek tek bireyler, isterse toplum söz konusu olsun, “Hasta bilincin hastalığından çıkmamakta büyük çıkarı var.”
Belki hastalıkla yüzleşilebilseydi ve ruhun kanserine de bedenin kanserine karşı verilen gibi bir mücadele verme niyeti hasıl olsaydı, en azından geleceğin insanı adına küçük de olsa bir umut ışığı doğabilirdi; fakat ne yazık ki ufukta ne böyle bir yüzleşme ne de buna bağlı olarak iyileşme ihtimali gözüküyor. Gözükmüyor; çünkü hastaların tamamını, kendi çürümüş varoluşlarıyla kötücül eylemlerini kutsayan sözde normaller oluşturuyor ve bütün iyiliklerin yerini giderek, her geçen gün biraz daha normalleşen kötülükler alıyor.
Sözlerime, yazıma başlarken yaptığım gibi Artoud’dan bir alıntıyla son vermem gerekirse:
“Ondan ki yeryüzünün bütün dahileri, tımarhanelerin sahici delileri sanılmışlardır. Nedir sahici bir deli? İnsan onurunun yüce bir fikrine karşı davranmaktansa, toplumsal olarak anlaşıldığı anlamda deli olmayı tercih etmiş insandır. Böylece toplum, bazı ulu pislikler konusunda kendisiyle suç ortaklığı yapmayı reddetmiş kişiler olarak kurtulmak ya da kendini korumak istediği herkesi tımarhanelerinde boğazlatmıştır. Çünkü bir deli, toplumun, dinlemek istemediği dayanılmaz gerçekleri söylemesini engellemek istediği insandır.”
- Zübükler Her Yerdedir - 9 Mart 2024
- Hepimiz Dilberiz - 28 Ocak 2024
- Bu Kadar Şuursuzluk Akla Ziyan – Rabia Mine - 19 Ekim 2023