Bir Yara Olarak Kimlikler

Evet, bir yerde kimlikten söz ediliyorsa, aslında ve aynı zamanda bir “yara”dan söz ediliyor demektir. Yarayı iyileştirmek, daha sonra da yaranın geleceğini güvenceye almak kimlikleşmenin hareket noktasıdır. Bu anlamda “meşru” bir eğilim olarak ortaya çıkan kimlikleşmenin daha sonra nerede duracağı -siyasetin elinde- nasıl denetleneceği bilinmeyen bir olgu… Böylece, neredeyse bir suç aleti olarak kendini göstermesi sadece bir an meselesi oluyor. Bugüne kadar yaşanan savaşların hemen tümünün kimlik temelli olduğu anlaşılamayacak bir şey değil. Artık bu noktadan sonra savaşın kimlikler arasında mı, kimlikler içinde mi olduğunun bir önemi kalmıyor. Hal böyle olunca “yara”nın derinliğinin ve yakıcılığının anlamı daha bir önem kazanıyor.

Nasıl önem kazanmasın; insan kimliği, diğer kimliklerin içinde eritiliyor. Daha sonra bunun önüne geçmek için “İnsan Hakları” icat ediliyor ama bir türlü “Kimlik Hakları”nın üzerinde bir değer kazanamıyor. Bugün sadece hoş bir sedadır “İnsan Hakları”.

Aslına bakılırsa “kimlik” ile kimliğin kavranış biçimi arasında öylesine derin çelişkiler vardır ki… Bir kişiye, bir olguya kimlik vermek aynı zamanda onu özgünleştirmek, tekleştirmek, benzemez kılmaktır. Bu nedenle “kimliğim beni başka hiç kimseye benzemez yapan şeydir.” Mesela kişinin asıl kimliği parmak izidir. Beni başka milletlerden/insanlardan ayırmaya, yeni/yapay kanıtlar üretmeye ihtiyaç var mıdır? Her bireyin yerinin doldurulmaz oluşunu sağlayan budur.

İnsanlar sayılamayacak miktarda kimliğe bölünebilir bunlardan bir kaçını söylersek: ülkeler, dinler, ideolojiler, spor kulüpleri ve daha pek çok aidiyetler. İnsanlar bunlar üzerinden kimlik edinirler, yine bunlar üzerinden hayatlarını anlamlı kılmaya çalışırlar. Açıkça söyleyelim, bu kimliklerin tümü yapaydır; olmasa da olurlar. Olmazsa olmaz değildirler. Son tahlilde hepsi bir şekilde iktidar aparatı olarak işlev görürler. Şayet insanlar -çok gerekliyse- bir kimlikleşme ihtiyacı içerisindeyse, mesela kan gruplarına göre kimlikleşebilirlerdi. En doğal, meşru, yapay olmayan kimlikleşme bu olurdu. Böyle olmadı, çünkü bu biçimde olsaydı oradan bir iktidar üretmek mümkün olmazdı. Zira “en azından” bir ailede çeşitli kan guruplarından insanlar vardır.

Sokakta insanları çevirip sorsanız, “siz kimsiniz” diye, daha önceden tasarlanmış, biçimlenmiş, sınırları çizilmiş kimliklerden birini önceleyip, mesela; Türküm, Kürdüm, Müslüman’ım, solcuyum, belki de Fenerbahçeliyim v.s diyecek. Kişinin o sıralarda “yükselen” değeri hangisiyle ona göre bir “tercih”te bulunacak muhtemelen. Oysa o kimliklerin oluşumunda hiçbir katkısı yoktu onun. İnsanın oluşumunda katkısı olmadığı bir değeri/kimliği büyük bir gurur ve övünçle söylemesi çok saçma geliyor bana.

Başka bir kimlikleşme biçimi olarak da insanın hangi yönü baskı altındaysa, o yönü kimliği oluyor. Bu çok anlaşılır bir şey. Dili baskı altındaysa, dili; kültürü baskı altındaysa, kültürü; cinsiyeti/cinsel yönelimi baskı altındaysa, cinsiyeti/cinsel yönelimi v.s onun kimliği oluyor. Böylece kişi kimliğini seçmiş oluyor. Bundan daha “demokratik” bir kimlik kavrayışı varsayılabilir mi?

Kimliklerin insanları eşitlemek gibi bir söylemi vardır; ama bunu hiçbir zaman başaramaz. Bugünkü -egemen- çarpık kimlik kavrayışıyla hiç başaramaz. Çünkü bu imkânsızdır. Zira kişilikler karmaşıktır; yeri doldurulmazdır, biriciktir v.s. Bu nedenle, başka biriyle karşılaştırılamaz. Onu diğeriyle eşitlemeye çalışmak aslında kişiyi eksiltmek; tekliğinden, biricikliğinden uzaklaştırmaktır.

Bugünkü haliyle kimlikler, insaniyet adına daha çok yazılmamış sayfası olduğuna işaret ediyor. Zira kimlikler hâlâ bireyi içinde bulunduğu bütünün basit bir uzantısına dönüştürüyor. O, kanlı tarihleri hayranlık verici tablolar olarak sunuyor ve halk buna inanıyor. Kaynağını yoksunluktan ve ötekini düşmanlaştırmaktan alan bir düşünce ve tutum, toplum yaşamında yaradan başka bir şey açmazdı. Öyle de oldu. Dolayısıyla kaynağını neşeden almayan hiçbir düşünsel hareketin “yara”da herhangi bir iyileştirme belirtisi bile göstermeyeceği açıktır.

Ama her halükârda insanların bir kimlik ihtiyacı olduğu açık. Söz konusu ettiğim anlamda kimliksizliği uzun vadede bile öngörmüyorum. Ancak olabildiği kadar fanatizmden, şiddetten beslenmeyen kimlik inşaları bir aidiyete gereksinim duyan insanlara iyi gelebilir. Zira bu gereksinimi doyurmak, temel besin ihtiyacını doyurmak gibi bir işlev görecektir onların hayatında.

Bugün anlaşıldı ki insan, bir yere, bir şeye, bir inanca veya bir kişiye ait olmadan yaşayamıyor. Bunu da bir dine, bir ideolojiye, bir yaşam tarzına, bir sınıfa/gruba, bir milliyete ya da insana ait olarak karşılıyor. Ve bu ihtiyaç onun kimliği oluyor. Daha doğrusu, inancı kimliğine dönüşüyor. Tarih boyunca hiçbir var oluş duygusu insanları bu kadar bir araya getirmeyi “anlamlı” kılmayı başaramadı.

Ancak bütün bunlar kimliği bir “yara” olmaktan kurtaramıyor. Ne var ki günümüz insanı, söz konusu “yara”yla yaşamaktan hoşnut. Tekrar edecek olursam, “yara” olarak nitelediğim kimlikler, tarihsel, toplumsal ama asla yaşamsal değil, yapay; yapay olduğu için de kültürel duygulanımlardır. Bu olgular ışığında benim tasvip edeceğim tek kimlik, insanların cinsel kimliklerdir. Hatta bunu daha da ileri götürelim; parmak izidir, kan gruplarıdır. Zira sadece doğuştan getirdikleri kimlikler bunlardır; kültürel/yapay değil, doğaldır. Bir başka “doğal” kimliklenme de ezilen” kimliğindir. Ezilen insan/lar kimliğini, ezen insan/lar kimliğinden ayırmak gerekir. Ezilen kimliği, dayanışmayı, hayatta kalmayı teşvik ederken ezen kimliği daha çok ötekileştirmeyi, asimile etmeyi teşvik eder. Diğerleri “ruh genleri ”inden öteye bir anlam ifade etmez.

Ali Rıza GELİRLİ
Latest posts by Ali Rıza GELİRLİ (see all)