Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (2)

“hekimlerinNGO’sunun” uzunca süreden beri –ve hatta epeyce uzun- Koba’nın bıraktığı çimenlikte gezinen yetmiş dokuz kalıtları tarafından “mahalle temsilciliği” mantığı ile yönetildiğini yıllar önce yazmıştım. Ve hatta onlarca yıl önce “hekimlerinNGO’sunun” “Psikomik Ölümü / Döşeğimde Ölürken” başlığı altında bu içerikteki yazımın yayınlandığını da anımsatayım. Önerim; “bir çözüm önerisi olarak ötanazi” olmalı şeklindeydi. Kuşkusuz hekimlerinNGO’sunun ağır abi ve ablalarının “teorik” dünyasında böyle bir çözüme yer yoktu. Ve gelinen nokta ortadadır. Kariyerist didişme “amiyane” tabirle “sokağa” düşmüştür. Onlarca yıl boyunca yapılan “tercihlerin” sonuçlarıyla yüzleşmeden, hesaplaşması yapılmadan hekimlerinNGO’sunun agoni odasından çıkma olasılığı yoktur.  Çözüm önerimde ısrarcıyım; ötanazi cesaretiniz yoksa kaybetmeye odaklanın! Geçmişin lekelerinden temizlenmenin tek yolu bu ve bu gerçekleşmeden hayata dönüş olanaksız.

Bu “yazı dizisinin” amacı bugünü tartışmaktan çok çöküşün “hidden” öykülerini anımsatmak; zamanında sorsak bile hekimlerinNGO’sunun yanıtlamaktan özenle kaçındığı…

tus (+) –tus pozitif- diye bir şey vardı!

Bilmeyen okurlar başlığı aklında tutadursun biz dizi film jargonu ile spin-off yapalım; her iki başlığı da doğrudan anlamlandıracak… hekimlerinNGO’sunda on beş yılı aşkın üst düzey görev alan, almasına onay verilen bir zat aynı yıllarda Sağlık Bakanlığında da üst düzey görevlerde de bulunmaktaydı; bunda pek bir sakınca –en azından etik açıdan-  görülmemekteydi. Kapalı bir toplantıda “Bu nasıl oluyor… Doğru mu bu?” diye kendisine sorduk. Yanıt: “benim birçok şapkam var, orada onu burada bunu–NGO sınırları kast ediliyor!- bir başka yerde de bir başkasını takarım” şeklindeydi. (Bir başkası derken nereyi kast etmiş olduğunu bilmiyoruz!) 

On yıllar boyunca tıpta uzmanlığa tıp fakülteleri kliniklerinin yaptığı “bireysel” sınavlarla ve devlet hastaneleri için yapılan toplu sınavlarla girilebildi; ilkinin daha makbul olduğu düşünülürdü ve aslında bu sınav “durumu meşru kılmak” için yapılırdı. Daha sınav açıklanmadan kimlerin “kazandığı” çoktan belli olurdu. (bakınız yazılar/anlatılar ) Özellikle masonik ilişkiler ve ulusalcı-faşist ilişkiler belirleyiciydi ve torpilde belirleyici olan ise statülerdi. 

Soru bir: hekimlerinNGO’su bu ilişkilerin neresindeydi?

Devlet sınavları ise… Sonradan ortaya çıkan bolca sınav soruları” rezaletlerini –buna skandal diyerek hafifleştiriliyordu mesele- bolca yaşadık gördük!

Sonra –sözde bu eşitsizliği, hakkaniyetsiz durumu gidermek için TUS (Tıpta Uzmanlık Sınavı) icat edildi. Merkezi sınavla uzmanlıklar dağıtılsın dendi. Sadece ilkine girdim ve daha sınav kapısında çıkacak sorulara dair, birkaç saat sonra doğru olduğunu anladığım, konuşmalara şahit oldum. Naçizane, bana söylenen sadece sekiz soruydu, çıkacak olan!

Ve diğer taraftan TUS yapısı itibariyle ezberi körükleyen bir bütün olarak hekimliği umursamayan nitelikteydi ve hala öyle devam ediyor. Klasik örneği vereceğim: milyonda bir görülen bir hastalığın nedeni olabilen eksik enzimin adını bir çırpıda söyleyen hekim saha da suçiçeği hastalığına tanı koymakta zorlanıyordu. 

Pastanın boyutu değişmiyordu; arz sabit iken talep artıyor dolayısıyla uzmanlığın değeri de gün geçtikçe artmaktaydı. Hukuken meşru yollar bulundu, ahlaki/etik ve eşitleyici olup olmadığına bakılmaksızın. Bolca doktora programı açılarak torpille yatay kadro geçişleri oluşturuldu. Kuşkusuz herkes yararlanamıyordu; ilişkiler ilişkiler… Bu da yetmedi. Tüm statüsel / torpilsel güçlerine rağmen sınav kazanamayanlar (örneğin yeter puan 70 olan bir bölüm için sınavda 30 puan bile alamayanlar) için bir yol bulunmalıydı… 

Evet, alt başlığımıza geldik. Önce yurt dışında, Azerbaycan başta olmak üzere Türki Cumhuriyetlerde (ve hatta Macaristan!) eşdeğerlikler bulundu ve birkaç bin dolar verip bu ülkelerin birinde Türkiye’de kazanamadığı uzmanlığa kayıt yaptırıp bir iki hafta içinde Türkiye’deki kliniklere döndüler. Bazılarının o ülkeye dahi gitmeden havale ile parasını yollayıp uzmanlığa giriş belgesini alıp ardından yerli ve milli torpillerinin aracılığıyla ülke içinde istedikleri kliniğe yerleştiklerini gördük. Birkaç paragraf önce söz ettiğim hekimlerinNGO’sunun bol şapkalı başkanının da bu işlere aracılığı ettiğine şahit olduğumu söylemek zorundayım. Nasıldı o şarkı; adı bende saklı…

İşte bu kişilere tepki olarak cılız sesler yükseldi sınavla gelen asistanlardan yakalarına TUS + yazan kartlar asarak sivil itaatsizlikcik eylemi yaptı. Bu kadarla kaldı mesele…

Soru iki: hekimlerinNGO’sunun listelerinde bolca uzman hekim var ararlarında TUS – (TUS negatif) hekim var mı?

Türkiye’de bugün kaç tus negatif hekim vardır? Geldikleri makamlar konusunda bilgi sahibi olan var mıdır?

O yıllarda bu konuda kısa bir gazete yazısı yazdım; yanıt verilmeyen ve tekzip edilmeyen; otuz yıldan daha eski naif bir yazıdan, “Tıbbın Asalakları” başlıklı yazımdan birkaç satır:

[Yozlaştırma ya da daha geniş tanımlamayla insansızlaştırma, faşizmin sürekliliğini sağlama alabilmesi için uyguladığı temel politikalardan en önemlisini oluşturuyor. Bu yolda da en önemli etkisini bilim kurumlarına müdahale ederek gösteriyor. Bir taraftan bu kurumların imhası için tüm gücüyle çaba gösterirken diğer taraftan da imha ettiği bu kurumların nitelik ve niceliksel değişikliklerini sağlamak ve onları kendi kurumu haline getirmek için her yolu deniyor. Bu süreçte insana ait hiçbir kaygıyı da duymuyor.

Bu bağlamda bakıldığında, basit birer “yasal boşluktan yararlanma” görüntüsü ile tıp biliminin de dejenerasyonuna en ilkel imzasını atıyor.

Osmanlıdan devralınan tıbbiye-mülkiye-askeriye’den oluşan bürokratik mekanizmanın, ultra emperyalist çağda teknolojiye bağımlı tercihler nedeniyle mülkiye ve tıbbiyeden öncelikle vazgeçilmiş ve bu günümüze hiçbir bilimsellik kaygısı taşımayan “resmi tıp kurumları” oluşturma şeklinde taşınmıştır. Tüm faşizan uygulamalarda ve eylemlerde bilim adamlığı niteliğini yitirmiş “tıp adamları” görev alabilmektedir. Buna direnenlerin sayısı da ne yazık ki her geçen gün azalmaktadır.

Böylesine eğitim kurumlarından mezun olan bir kısım doktor, Türkiye’de uygulanan uzmanlık sınavını kazanamayınca, faşizan oligarkların hükümetlerinden kendilerine gösterilen yolu takip ederek 2000 dolara uzmanlık satın almaya başladılar. Azerbaycan’ın ne olduğu belirsiz “fakülteleri” bu kişilere uzmanlık payesi verdi ve kısa bir süre sonra bu tıp asalakları uzman olarak insanlara sağlık “hizmeti” vermeye başlayacaklar. Sayıları bini bulan bu kişiler “Türkiye tıbbının özel savaş komandolarını” oluşturmaktadır. Geleceğin, bilim etiketi taşıyan katilleridir. Örneğin üç sınavın toplam puanıyla bir yere giremeyen bir hekim 2000 dolara, uzmanlık diploması satın alabilmiştir. Bu kişilerin profilleri de ilginçtir, aralarında 12 Eylül’ün danışma meclisinin üyelerinin çocukları, işkenceci albayların çocukları vs. bulunmaktadır. Anlaşılan, faşizm yüksek düzey memurlarına bu yolla vefa borcunu ödüyor. Bunun sonucunun her zaman olduğu gibi halklarımıza doğrudan yansıyacağını söylemek yanlış olmaz. Örneğin hastaneye gidebilme gücünü bulabilen insanımız orada sahte bir doktorla karşılaşacaktır. Bu sorunun en minimalize edilmiş bir örneğidir. Etkileri çok geniş olacaktır.

Bu konuda çeşitli çevrelerce duyarlılık gösterilmiş özellikle de Türk Tabibleri Birliği yoğun uğraşı vermiş ama çoğu konularda artık kanıksadığımız gibi, hekim örgütünün toplumun sağlığına mal olacak bu yanlışlığı düzeltme çabalarına devlet yönetimi, ısrarlı bir şekilde kulak tıkamıştır. Bu da, insana karşı olan her şeyin tercih edildiğinin bir göstergesi değil midir?

Bu olgu, iyice çürümüş ve çökmekte olan bir düzenin önemsiz sayılabilecek bir örneğidir yalnızca. Sadece “insan” olgusuna belki de en yakın bilim olan tıbbın, nasıl dejenere edildiğinin bir göstergesidir. Nietzsche “ben toplumun çürüdüğünü söylemiyorum, sadece kokusunu duyduğumu söylüyorum” diyordu. Örneğimizde bizim alanımızda duyduğumuz çok-çok sayıda iğrenç kokulardan biri yalnızca.]

bir “iş bulma kurumu” olarak hekimlerinNGO’su

Verilen yetki ile kurgulanan “İşyeri Hekimliği” uygulaması olup bitenleri meşru, haklı ve etik kılacak birçok teorik özelliği barındırmaktaydı. Öyle değil mi işçi sağlığı taa Semeşko’dan miras kalan bir yaklaşımdı ve bu mirasa sahip çıkılması gerekiyordu! Oldukça yüksek bir bedel karşılığı alınan bir sertifika vardı ve kurs katılımcılarının ödediği bedel örgüte ve sunum yapanlara aktarılıyordu. (Sunucuların nasıl belirlendiği tahmin edilebilir çünkü hekimlerinNGO’su bu süreçte Sağlık Bakanlığı ruhu ile hareket ediyordu.). Ancak daha vahimi bu sertifikadan yararlanma konusunda oluşan eşitsizliğe hekimlerinNGO’sunun doğrudan aracılık etmesiydi. Özetle bu bağlamda torpil –aracılık/kolaylaştırıcılık- konusunda bakanlıkla yarışan bir meslek örgütü vardı. İşyeri bulma konusunda bir sıra olması ve örgütün buna aracılık etmesi beklenirken tam tersi oluyor oda yönetimlerine giren birçok arkadaş en verimli işyeri hekimliklerini “kaparken” diğerlerinin payına çaresiz arayış ve bekleyiş hali düşmekteydi. Bir dönem sonra oda yönetiminden çaktırmadan sıvışan bu “değerli” delege ve yönetim kurulu üyeleri şimdi yüksek gelirli işyeri hekimliklerinin keyfini sürüyorlar. Solculuk mu, o da ne… çoktan unutuldu gitti. İlkel pragmatizm bile değil özgül bir rezillik hali!

Temel soru şudur işyeri hekimliği uygulamasının ülkedeki işçi sağlığına ne katkısı olmuştur?

Ve…

Soru üç –birkaç soru-: hekimlerinNGO’su işyeri hekimliği sertifikası verme yetkisine sahipken –bu yetkiye artık sahip değiller- kaç adet sertifika verdi?

Bu sertifikalı hekimlerden kaçı işyeri hekimliği yaptı?

Oda yönetiminde olanlar ve “aktivistler” ve yakin dostlar arasında işyeri hekimliğine girenlerin oranı nedir?

Bu uygulamanın hekimlerinNGO’sunun yozlaşmasının en önemli unsurlarından biri olduğunu düşünüyorum.

Ve yirmi yıl önceye, günceme dönelim; sorulara o tarihte de yanıt verilmedi… beklentimde yok…

15 Ekim 2004

Sendikacılarımız öyle değilmiş gibi görünmeye azami özen gösterseler de sonunda devletlerinin kendilerine = “kamu emekçilerine” verdiği yüzde bilmem kaç buçukluk maaş zammına razı oldular. Geriye kala kala sendikacı adı verilen devletlû bürokratların başbakanlık ve diğer “ilgili” bakanlıklarda yaptıkları toplu görüşme ya da pazarlık adı verilen ziyaretler ve tatlı sohbetler/öğle yemekleri kaldı. Böylece sıradan bir devlet kurumundan başka bir şey olmayan/olamayacak sendikalar bu üçüncü sınıf oyundaki rollerini başarıyla yerine getirdiler.

“Ki” bu rol sıradan bir figüranınkinden daha anlamlı değildir.

2005 pazarlıklarına kadar köşelerine çekilebilirler.

Vicdan mastürbasyonu denen şey bu olsa gerek.

İşin ilginci bu türden bir oyunun her zaman seyirci bulabilmesi.

Diğer taraftan gerek seyirciler, gerekse oyuncular arasında başta hekimler olmak üzere tüm sağlık personelinin aktif bir arka plan oluşturmasına dikkat edilmesi gerekiyor ki, baştan beri anılar bütününde söylemeye çalıştıklarımla birebir örtüşen bir durum olarak ortaya çıkıyor.

Bir yerlerde hekimlerin yüzde yetmişinin “geçinebilmek” için ikinci bir iş yaptıklarını okumuştum. Geçmiş yıllarda sendik-acı-lığa soyunan tetebenin yaptığı en önemli belki de yaptığı tek iş hekimlerin çoğuna ikinci bir iş bulmak oldu!. Bu güç ve yetkiyi yeni hükümet elinden alana kadar sorumsuzca kimi zamanda saygısızca kullanmakta hiç bir sakınca görmedi. Bir taraftan para kazanıp diğer taraftan para kazandırırken “iş yeri hekimliği” adı altındaki etik soysuzlaşma aracının gerçek niteliğini görmezden geldiler. Görmezden gelmeyi tercih ettiler. Alanımızdaki eski solcuların son sığınağı olan tetebe aktivistlerin bu düşkünlüğü “siyaset dili” ile açıklamaktaki becerileri kuşkusuz tartışma götürmez. Ancak hepsi o kadar.

Yaklaşık on beş yıl önce başlayan ve belki de sonuçları ilk günlerde tahmin edilemeyen “iş yeri hekimliği sertifikası” temaşası daha başlamadan bitmekle birlikte, bunun netleşmesi için aradan bunca zamanın geçmesi ve bunca rezilliğin bunca düşkünlüğün görülmesi gerekiyordu.

Denize düşen yılana sarılır derler ya; yazılarım hakkında davaların açıldığı günlerde “belki işten atılırım” korkusuyla bu sertifika programına başvurmuştum. Yerel odalara oldukça yüksek bir ücret karşılığı (bugünün parasıyla beş yüz milyon TL olduğunu tahmin ediyorum) başvuruluyor ve sırayla kurslara alınıyordunuz. Kurs sonucu başarılı olunursa; aslında bu bir mizansenden başka bir şey değil, yani parayı verirseniz sertifikayı alıyordunuz.

Bazı hekimlere ya da hocalarımıza sertifikanın hediye edildiği şeklinde söylentiler de işin çabası! Adı bende saklı…

Sonrası sizin sosyal ilişki düzeyinize ya da sosyal yeteneğinize kalmış bir iş. Her hangi bir fabrika ya da işlikte iş yeri hekimi olarak haftada birkaç saat çalışacak bir “iş” buldunuz mu, maaşı biraz olsun düzeltme şansını yakalıyordunuz. Üstelik “işçinin sağlığı” gibi bir tasanız olmadan. Çoğu kez işyeri sağlığı-işçi sağlığı adına kimi iyi niyetli ve iş yeri hekimi sertifikalı hekim arkadaşımızın önerilenlerinin maliyetler göz önüne alınarak umursanmadığını biliyorum. (Buna isimli bir örnek verme şansına da sahibim; dostlarımın çalıştığı işyerinde iş ve işçi sağlığı için gösterdiği çabaların amacına ulaşmadığını görüyorum. Yani yok değil ne yazık ki azınlık bile olamayacak denli az olduklarını düşünüyorum.) Büyük bir çoğunluğun ise hatta tetebenin de böyle bir tasası zaten yoktu, onlar için önemli olan bu türden bir aracılıkla cüzdanın dolması idi.

Bu söylediklerime karşı çıkanlara ya da çıkacak olanlara verilecek yanıtım hazır: son on beş yılın işyeri sağlığı ile ilgili sayılarına bakın, bir düzelme var mı yok. O halde bu hekimler ne yapıyor: İşyerinin işçi sayısına göre haftada birkaç saatten beş güne varan mesai saatlerine göre gidip işçilerin periyodik muayenelerini yapmak. Yani memurluğu bir diğer işlikte devam ettirmek.

İşin özeti, uluslararası sözleşmelere uygun bir fiiliyat sağlamak, gerisi laf-ı güzaf. Elde kalan ise iş ve işçi bulma kurumuna indirgenmiş bir tetebe ve bu türden ve her türden mülkiyet ilişkilerinin doğuracağı tüm sonuçlarıyla birlikte düşkünlük.

Diğer taraftan bu “işlerin” epey bir insanın işine yaradığı onları ikinci bir iş sahibi yaparak onandırdığı da bir gerçek. Eğer “kimlerin daha çok işine yaradı?” şeklinde kötü niyetli bir soru sorulacak olursa ki, işte şimdi ben bu soruyu soruyor ve yanıtlıyorum. Öncelikle bu türden bir işyeri hekimine gereksinim duyan iş yerlerinin niteliğini iyi çözümlememiz gerekir ve bu çözümleme sonucunda derin sağcılarımızın iş bulmada birkaç adım ileride olduğu görülecektir. Gerek siyasi yakınlıklar gerekse ilişkilerindeki derinlikler nedeniyle solcu enjiomuz aracılığıyla birçok değerli arkadaşımız böylece ikinci bir iş sahibi olmuştur.

Ara bir not olarak bir kez daha belirtilmesi zorunlu: şu an itibariyle yüzlerce hekim işsiz ve bu kesim tetebe için hiç bir sorun oluşturmuyor.

İkinci kazançlı grubu ise yine benzer türden ilişkilerin aracılığıyla işyeri hekimliğine “konan” tetebe ve oda yakını hekimler oluşturmaktadır. Yapılacak üstünkörü bir araştırma sonucunda son -örnek olsun- on yıl içinde oda yönetim kurullarında yer alan hekimler “kendilerine uygun” ve “sıradan olmayan”  bir iş yeri hekimliği bulmakta ya da işyerlerini “durum mevzuatına” uydurmakta hiç ama hiç zorlanmamışlardır. Hizmetlerinin bir karşılığı…                   

*

Her işin kuralına göre, adilane bir şekilde işlediğini düşünüp, olur ya toplatılan kitabıma mahkeme ceza verir ve cezayı izleyen birkaç aylık hapsin ardından işten atılırsak “ekmek parasını kazanacak” ufak da olsa bir iş buluruz, böylece hem işçilerin sağlığını düzeltip hem de yaşamımızı idame ettirebiliriz umuduyla “işyeri hekimliği sertifikası” almak için Ankara Tabip Odasına başvurdum. [ATO’ya ilk gidişimi her zaman anımsarım; çok daha önce iki kişinin “egemenliği altındaydı… bunlardan birisi ulusalcı faşistlerimizden olup geçimini doktorluk yanında tur organizasyonlarıyla sağlıyordu: entelektüel hobi! diğer ise ne şehittir ne gazi cisminden daha sonra sağlık bakanlığında yüksek bürokrat olacak ve adı kimi yolsuzluklara karışacaktı. Her ikisi de solculuk oynuyordu…] Beklenebileceği gibi işler sırayla olmuyordu; öncelik odanın has elemanlarına, değerli prof ya da uzmanlarımıza ya da çoktan işyerini bulmuş hekimlere veriliyor, bu durum da sorgulanamazlığın yarattığı riyakâr rehavette doğal karşılanıyordu. Ancak benim dilekçemde ekstra bir durumla karşılaştım, sıraya sokulmamış sümenaltı yapılmıştı.

Solcu solcunun kurdudur. Ülkemde solcuların temel işlevini diğer solcularla uğraşmak oluşturur. Ve belki de bu anlamda mülkiyet ilişkilerinin “yoldaşlık” kavramında yaptığı özgül tahribatın en güzel örneklerini Türkiye’de görebiliriz. Neyse bu uzun mevzuu…

Yaptığım sert uyarıları takiben lütfedip beni de sıraya aldılar ve sözüm ona kaydıyla düzenlenen ve temel amacı anlatıcıları ihya etmekten başka bir amacı olmaya birkaç haftalık seminer sonucunda “işyeri hekimliği sertifikasını” satın aldım. Ve aradan geçen bunca yıla rağmen hala bir ikinci işim yok. Üstelik atonun değerli yöneticilerinin “iş bulma işinin de sırayla olacağını” söylemelerine rağmen.

-devam edecek-