Şubat ayında Murat Belge üzerine bir tartışma oldu. Tartışma önce, Murat Belge’nin, İletişim Yayınları’ndan çıkan Şairaneden Şiirsele adlı kitabını “yüzeysel” bulan, Kırmızı Kedi Yayınları’nın yeni yöneticisi Enis Batur’un, ardından da aynı kanıyı paylaşan Orhan Koçak’ın yazılarıyla gündeme geldi. Elbette bunlar, makul eleştiri yazılarıydı. Fakat bu eleştirilerin hemen ardından, Murat Belge’nin, Batı ülkelerinden birinden, “fikir özgürlüğü nedeniyle baskıya uğrayanlara” tahsis edilmiş bir burs alarak Oxford Üniversitesi’nde ders vermek üzere ülke dışına gideceğinin duyulmasıyla, “Murat Belge tartışması” farklı bir boyut kazandı. Esas olarak ulusalcı, kısmen de sol kamptan müthiş bir Murat Belge aleyhtarı salvo atışı başladı. Bu salvo atışının esası, özetleyecek olursak, kendi amiyane dilleriyle kısaca şuydu: “Seni liberal seni, bugünkü iktidarı destekledin ve iktidara yerleşmesine ideolojik katkıda bulundun. Şimdi de kaçıp gidiyorsan ha!” Kırmızı Kedi Yayınları, bu saldırı furyasını fırsat bilerek, bundan dört yıl kadar önce bastığı ve diğer liberal eğilimdeki yazarlarla birlikte (atış menzili çok geniş tutulduğundan Adalet Ağaoğlu, Nuray Mert gibi yazarlar bile hedef alınmıştı) Murat Belge’nin liberal tutumlarını eleştiren, Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabını, muhtemelen “satış için tam zamanıdır” diye düşünerek, biraz da bel altı bir vuruş yapıp, Belge’nin rakı içen bir fotoğrafı eşliğinde sosyal medyada yeniden duyurdu.
Elbette bu saldırı furyasında oldukça haklı öğeler de vardı. İnsanlar, özellikle Murat Belge ve diğerlerinin, bugün muhalif bir konuma geçseler de geçmişte yaptıkları hatalara hiç değinmemelerine haklı olarak tepki gösteriyorlardı. Murat Belge’yi ben de 2002-2012 yılları arasındaki, AKP’yi destekleyen sivil toplumcu görüşleri dolayısıyla eleştirmiştim. Bu sitede, “Portreler” bölümündeki Murat Belge’yle ilgili 11 yazıdan 6’sı benim M. Belge ile ilgili eleştiri yazılarımdır; yazılar 2010’la 2013 yılları arasında kaleme alınmıştır. Bununla birlikte, saldırıların bir kısmını, özellikle üslubu haksız bulduğumdan ve ayrıca Murat Belge’nin bugün artık AKP iktidarına muhalif bir konuma gelmiş olduğunu bildiğimden, haksız buldum. Öte yandan, diyelim ki, bugün bile geçmişteki hatalı tutumunu sürdürüyor olsun, Murat Belge’nin bir kültür insanı olarak değerli yanını unutup bu kadar hırçın bir şekilde saldırmanın “bizim linç kültürümüzün” bir göstergesi olduğunu düşünüp, Murat Belge’yi savunan bir tweet attım. Tartışma büyüyünce, Merdan Yanardağ’ın söz konusu kitabını okumadığımı ama en kısa zamanda okuyacağımı ve üzerine bir yazı yazacağımı belirttim. Merdan Yanardağ, bu tweetime çok kızmış. Kendi internet gazetesi ABC’de, imzasız bir yazı yazarak beni hedef aldı. Kendisini daha önce, Birleşik Haziran Hareketi’ne dahil olduğu 2015 yılında, “Merdan Yanardağ’ın Zırvalamaları Üzerine Birkaç Değinme” başlıklı yazımda (http://www.gunzileli.com/2015/05/05/merdan-yanardagin-zirvalamalari-uzerine-birkac-deginme/) hedef almıştım. Gerçi yazının başlığı, görüldüğü gibi pek hırçındı, bugün yazsam bu başlığı atmazdım. Fakat, Dersim katliamını ve Kronstadt isyanının bastırılmasını “kaçınılmaz kötülük” bahanesinin arkasına sığınıp savunduğu için yaptığım eleştirilerin doğru ve yerinde olduğunu düşünüyorum. Ne var ki, Merdan Yanardağ, sanırım bu yazının kendisinde yarattığı kızgınlığın da etkisiyle ve yeni tanık olduğum (yani kitabını okuyunca gördüğüm) yıkıcı üslubuyla, beni de hedef almış. Olabilir tabii, bu yüzden kendisine kızgın değilim ama hazır yeri gelmişken burada çok kısa bir şekilde benimle ilgili nitelemelerine değinip, kitabının eleştirisine geçeyim:
Merdan arkadaş, benim “yarı-aydın” olduğumu yazmış (kitabını okuyunca gördüm ki, bu, Yanardağ’ın “kült” deyişlerinden biri). Bolca sıfat ihtiva eden saldırılarında, daha sonra örneklerini vereceğim gibi, bu deyişi de bol bol kullanmış. Fakat ben, bu nitelemeyle beni ödüllendirdiğini söyleyeceğim. Çünkü ben, “yarı-aydın” değil, aydın olmaktan hiç nasibini almamış bir insanım. Eh, dolayısıyla Yanardağ, “yarı-aydın” diyerek beni yarı yarıya övmüş oluyor. Dolayısıyla kendim hakkındaki bu nitelemeyi sevinerek kabul ettiğimi belirteyim.
Merdan Yanardağ, ABC’deki yazısında şöyle demiş: “Gün Zileli, yetersiz İngilizcesi ile yalan yanlış çevirdiği (tanıkları var) bir kitabı referans göstererek bana saldırmıştı. M. Belge vakasında da aynı şeyi yapıyor. Yeni yetme liberal!”
Aslında yazılı alan “tanığa” hiç ihtiyaç göstermeyen belki de tek alandır. Çünkü yanlışınız, aradan yüz yıl da geçse orada öylece durup bekler. Her isteyen, yanlışı istediği zaman gösterir ve kanıtlar. Sanırım Merdan arkadaş, kendisini eleştirdiğim yazımda atıfta bulunduğum, Paul Avrich’in Kronstadt 1921 (Versus, 2006) kitabının çevirisinden söz etmektedir. O zaman benim beklediğim şudur: Nerede neyi yanlış çevirdiysem, en azından birkaç örnek vermesi. Bunu kendisi yapamayacaksa, lütfen “tanıklar”dan rica etsin, yanlışları hepimiz görelim. Yanlış çevrildiği düşünülen Türkçe cümleyle İngilizcesi yan yana konursa bu mesele bir çırpıda hallolur.
Şimdi geçelim, Merdan Yanardağ’ın Liberal İhanet kitabına.
Kitabın Artıları
Yetmiş yaşımı aştım. Bana, “bu yaşına geldin, hayat tecrübenle öğrendiğin en önemli şey” nedir sorsalar, “tefrik etme yeteneğini kazanmaktır” derim. Kısacası, hiçbir şey salt kötü ya da salt iyi değildir, kendimiz de dahil. Bu yüzden, bir olayı, bir yazıyı, bir kitabı, bir insanı, bir hareketi vb. tahlil ederken, bir bilim insanı titizliğiyle doğru ile yanlışı tefrik etmek, diyelim ki eleştirdiğiniz her ne ise, sizin “yedi göbek düşmanınız” da olsa, ondaki olumsuzluklar gibi olumlulukların da hakkını vermek son derece önemlidir. Zaten bunu yapmadığınız zaman, insanlar belki yüzünüze söylemezler ama, onların nezdindeki inandırıcılığınızı kaybedersiniz. İçten içe, “bunun bir kastı var, rakibini illa yerin dibine geçirecek, bütün yaptığı karalama” diye düşünmekten kendilerini alamazlar ve haklı da olurlar. Çünkü doğada zıtlardan arınmış salt iyi ya da salt kötü, salt doğru ya da salt yanlış diye bir şey bulamazsınız.
Bu bakımdan, Merdan Yanardağ’ın kitabının eleştirisine girişirken öncelikle kitabının olumlu yanlarından söz etmeliyim. Hatta diyebilirim ki, kitabın esası, AKP diktatörlüğüne, 2000-2013 yılları arasında destek veren liberal ana akımın eleştirisi olarak doğru bir yönelimi temsil etmektedir. Bunların üzerinde uzun uzun durmayayım ama en azından sayfa numaraları ve konu başlıkları vererek belirteyim:
Ergenekon davasının sahteliği (s. 15 vd); “Yetmez ama evet”çiliğin diktatörlüğe hizmet ettiği (s. 16); Murat Belge’nin Ergenekon yargılamasına destek vermesi (s. 66 vd), AKP’yi mazlum olarak göstermesi (70), Metin Lokumcu ve “çevresini” muhtemel “Ergenekoncu” olarak göstermesi (s. 82-83); Sivillikle özgürlükçülüğün aynı şey olmadığı (s. 140), “Genç siviller”in eylemleriyle diktatörlüğe destek verdiği (s. 145-146); Ahmet Altan’ın bir yandan askeri darbelere karşı çıkarken, diğer yandan da batılı devletlerin işgallerini desteklediği (s. 157) Halil Berktay’ın 1 Mayıs 1977 konusundaki tutumu (s. 228) ve bunun gibi, soldan gelen liberallere yönelttiği eleştiriler esasen doğrudur ve bu eleştirilere ben de katılmaktayım.
Liberalizme Yenilikçilik mi Yol Açtı?
Merdan Yanardağ, geçmişin görece özgürlükçü liberalizmi ile günümüzün neo-liberalizmi arasında ayrım yapmamış ama hadi bunu geçelim. Daha büyük yanlış, Merdan Yanardağ’ın, olaya aynı Stalinist sol gibi bakıp (zaten Kemal Okuyan’a olumlu atıflarda bulunması da sanırım tesadüf değildir), günümüz liberalizmini solun yenilenme çabasına bağlamasıdır:
“… küresel kapitalizmin son otuz yılda ideolojik hegemonya kurmasını kolaylaştıran en önemli etken, merkezinde bazı sol çevre ve gruplar ile sosyalist aydınların bulunduğu muhalefet güçlerinin ‘yenilenme’ arayışı oldu. Bu arayış büyük ölçüde liberalizmle sonuçlandı. Dünyada ve Türkiye’de bu ‘yenilenme’ serüveninin ‘sol liberalizm’le sonuçlanması yıkıcı etkiler yarattı.”(s. 8)
Baştan aşağı yanlış bir değerlendirme ve farkında olmadan “sol liberalizme” verilmiş hiç hak etmediği bir “yenilikçilik” payesi. Bu satırları okurken, karşımda Doğu Perinçek var sandım. Çünkü, bundan otuz yıldan fazla bir zaman önce, aynı konuda onunla da Saçak dergisi sayfalarında bu konuyu tartışmıştık ve D. Perinçek de bana karşı aynı argümanı ileri sürmüştü.
Bu görüş bütünüyle yanlıştır, çünkü neo-liberalizm etkisini solun yenilenme çabaları üzerinden genişletmemiştir. Tersine, solun yenilenme çabaları Stalinistler tarafından bastırıldığı ölçüde doğan boşluğu neoliberalizm doldurmuştur. Dolayısıyla neoliberalizm, bir yandan, artık çökmekte olan Stalinist ve ulusalcı solun eleştirisinden, bir yandan da solun içindeki Stalinist hegemonyanın yeni bir çıkış arayan devrimci sol fikirleri bastırmasından nemalanmıştır. Eğer solun yenilenme çabaları Stalinizm tarafından kısmen de olsa bastırılmamış olsaydı, neo-liberalizm ideolojik hegemonya alanında bu kadar etkili olamayacaktı.
Bununla birlikte solun yenilenme çabaları bütünüyle bastırılmış ya da liberalizm ideolojik hegemonyasını tamamen kurabilmiş değildir. 1980’den sonra, tüm dünyada ve Türkiye’de, anarşizm, feminizm, Troçkizm, anti-stalinist devrimci Marksizm, konsey komünizmi gibi yeni sol akımlar da her türlü bastırma çabasına rağmen önemli bir gelişme gösterdi. Ayrıca bu akımların gelişmesi, neoliberalizmin karşısında solun direnmesi için bir şanstı. Bu yenilikçi akımlar gelişmemiş olsaydı, neoliberalizmin hegemonyasını bütünüyle kurması kaçınılmaz olurdu. Nitekim, Gezi direnişinde görüldüğü gibi, solun liberalizme üstün gelmesi, hatta liberalleri de kısmen diktatörlüğün payandası olmaktan vazgeçmeye zorlaması bu sayede olmuştur. Gezi direnişi bahsine ileride daha etraflı geleceğim.
Köhnemiş Silahlarla Neoliberalizme Direnilemez
Nitekim Merdan Yanardağ, neoliberalizmi eleştirirken, haklı eleştirilerinin yanı sıra, önemli ölçüde eski solun köhnemiş ve artık işe yaramaz silahlarına sarılmakta, hatta neoliberalleri oldukça sevindirecek argümanlara başvurmaktadır. Birkaç örnek vereyim:
“Kıvanç, sol içi çatışmaları da akıl almaz şekilde abartıyor. Sayıları bir elin parmaklarını geçmeyecek ölümle sonuçlanan bazı talihsiz olay ve sol içi çatışmalar dışında, dönemin karakteristiği kesinlikle sol içi şiddet değildir.” (s. 206)
Dönemin karakteristiği meselesini bir yana koyalım ama, sol içi şiddetin ne büyük bir yara olduğu ve sola ne büyük zarar verdiği artık bugün klasik sol tarafından bile önemli ölçüde kabul edilmektedir. Karşınızdakilerin argümanlarını elinden alacağım derken solun en büyük zaaflarından birini küçültmeye çalışmak sadece karşı tarafın işine yarar ve yaramıştır da. Sol içi şiddet, Merdan Yanardağ’ın küçümsemeye çalıştığı gibi basit bir olay değildir. Temelleri solun derinliklerinde yatmaktadır ve sol eğer bu tür konularda liberalizme yanıt vermek istiyorsa bu zaafını köklü bir şekilde ele almak, eleştirmek ve değiştirmek zorundadır. Ayrıca mesele sayı meselesi de değildir (sayı da “bir elin parmakları” diye küçümsenecek oranda değildir), mesele, sol içi şiddetin solu nasıl tahrip ettiği, toplumda tecrit ettiği ve moralman çökerttiğidir. Merdan Yanardağ, ne yazık ki, bu konuda sorumlu davranmamış ve solu savunacağım derken solun en büyük zaaflarından birini açık bir yara olarak ortada bırakıp geçmiştir.
Tatlı Hayallerle Liberalizme Karşı Mücadele edilemez
Dahası, Merdan Yanardağ, geçmişe ilişkin olarak solla ilgili fantastik hayaller içindedir. 12 Eylül’ün hemen öncesine ilişkin şu satırları okuyalım:
“Esas olarak 1970’li yıllar (özellikle ikinci yarısı) faşistler ve kontrgerilla ile devrimciler arasındaki iç savaş dönemiydi. Üstelik solun kazanmaya başladığı bir iç savaştı bu (abç. G.Z.). O dönem ayrıca işçi sınıfının tarihsel bir değiştirici güç olarak siyaset sahnesine çıktığı yıllardır. Ülkenin bir baştan bir başa yandığı, devrimci durumun ve ulusal bir krizin yaşandığı bir dönemdir. Biz uzanıp iktidarı almaya cesaret edemedik… Tarihin çağrısına uymadık (abç. G.Z.).” (s. 207)
Merdan Yanardağ’la acaba aynı zamanı, aynı ülkede mi yaşadık diye kuşkuya düştüm. Çünkü yukarıdaki satırlar gerçeği değil, sadece gündüz gözüyle görülmüş bir rüyayı daha çok ifade eder gibi. 12 Eylül öncesi çok da uzak bir tarih değil. O dönemi bir yetişkin olarak yaşayanların çoğu hayatta. Acaba o günleri yaşayan aklı başında kaç insan yukarıdaki satırlara katılacaktır? Sanırsınız ki, 12 Eylül öncesinde bir devrim için bir tek Lenin eksikmiş!
Oysa durum hiç de Merdan Yanardağ’ın tarif ettiği gibi değildi 12 Eylül öncesinde. Evet bir iktidar krizi söz konusuydu ama bu iktidar krizi hiç de solun “iktidara uzanıp ele geçirmesi”ne elverişli değildi. Bu, sadece darbeye cevaz veren bir iktidar kriziydi ve nitekim öyle de oldu. Peki sol ne durumdaydı o sırada? Bırakın iktidara uzanıvermeyi, sol kendi içinde binbir parça olmuştu ve sadece faşistlerle değil, kendi kendisiyle de kavga halindeydi. Bırakın iktidara uzanıvermeyi, mahallelerde binbir fraksiyon birbirinin boğazına sarılmıştı. Öyle ki, bir bütün olarak şiddet ortamı halkı yıldırmış ve içine kapanmasına yol açmış, hatta can derdine düşmüş insanlar “askerlerin” gelip “huzuru” sağlamasını beklemeye başlamışlardı. Hiçbir şekilde devrimci bir durum, devrimci bir kriz söz konusu değildi, fakat solun kendi krizi söz konusuydu. Her şeyi bir yana bırakın, solun “iktidara uzanmak” için hiçbir hazırlığı, hiçbir örgütlenmesi yoktu. Nitekim, bırakın “iktidara uzanmayı”, kriz halindeki sol fraksiyonlar, iktidara gerçekten uzanan cunta karşısında en ufak bir direniş bile gösterememişlerdir.
Yani Yanardağ’ın söyledikleri o kadar gerçeklerden ve mantıktan uzak ki, insan gerçekten ne diyeceğini şaşırıyor, yoksa bu konuda daha sayfalarca yazılabilir. Bu yüzden bunu da geçiyorum.
Yanlış Hedefler, Yanlış Atışlar
Bir eğilimle mücadele edilirken hedefi doğru belirlemek ve doğru hedefe, düzgün atışlar yapmak son derece önemlidir. Merdan Yanardağ’da bu titizliği görmüyoruz. Yazının sonlarına doğru örneklerini vereceğim hırçın ve yıkıcı üslubuyla, önüne gelene “pala”sını savurmaktadır. Örneğin, liberallikle, liberal ideolojik hegemonyayla hiçbir alakası olmayan, yaşlı ve saygın bir insan olan, romancı Adalet Ağaoğlu bile bu salvolardan nasibini almış. Keza, Nuray Mert de öyle. Diğer yandan, kendince liberal cephede gördüğü kimi yazarlara da yerli yersiz saldırılarda bulunması bence hiç de neoliberalizme karşı mücadeleyi güçlendirecek nitelikte değil. Örneğin Orhan Pamuk’la ilgili şu satırlar:
“Türkiye bu dönemde… Türkçe yazmasını bile bilmeyen Orhan Pamuk’ların ülkesine dönüştü.” (s. 246)
Diyelim ki, doğru söylüyor olsun, Orhan Pamuk “Türkçe yazmasını bilseydi” Türkiye böyle bir ülkeye dönüşmeyecek miydi? Yani şimdi ne alaka. Belli ki, Orhan Pamuk “antipatisine” bir selam çakmak için araya sokuşturulmuş satırlar bunlar. Ayrıca insana önce gözündeki merteği görmesi söylenir. Örneğin Merdan Yanardağ, kitabının birkaç yerinde “vaaz etmek” diye bir deyim kullanmıştır (s. 23, 129). Oysa Türkçede “vaaz etmek” diye bir deyim yoktur. Ya “vaaz vermek” vardır ya da ortaya koymak anlamında “vazetmek” vardır.
Keza Merdan Yanardağ, “bağcıyı dövme” mantığıyla Oya Baydar’a da gereksiz yere bir “pala” sallamış:
“Bu arada Oya Baydar gibi sosyalist soldan (TİP/TKP) gelip herkesten önce boş havuza atlayanlar da vardı. Sıcak Külleri Kaldı ve Çöplüğün Generali gibi küfür romanlarını yazan Oya Baydar gibi sol liberaller, tertibin açığa çıkmasıyla ortalıkta kalacaktı.” (s. 242)
Evet, Oya Baydar’ın bir dönem için “demokrasi” umuduyla AKP iktidarına destek verdiği doğrudur ama üstünden atlanmaması gereken başka doğrular da vardır. Örneğin Taraf gazetesinde köşe yazarı olan Oya Baydar, Türkân Saylan’ın evine yapılan polis baskını sonrasında Taraf’ın attığı “Postallı Paşalar Tutuklandı” manşeti üzerine, hiç beklemeden ertesi gün (20 Nisan 2008) “Kurbağa Çıktım” başlıklı bir yazı yazarak köşe yazarlığından istifa etmiştir. Merdan Yanardağ, Oya Baydar’ın “boş havuza atladığını” ellerini ovuşturarak ilan etmektedir de, acaba bu erdemli ve tutarlı davranışı neden boş geçmektedir?
Öte yandan, evet Çöplüğün Generali romanı benim de bir yazımda eleştirdiğim gibi, talihsiz bir romandır, ayrıca roman olarak da Oya Baydar’ın en kötü romanıdır ama Sıcak Külleri Kaldı romanı gibi harika bir romanı okuyup da “küfür romanı” diye küfrü basacak herhangi birisinin olabileceğini sanmıyorum. Sıcak Külleri Kaldı romanı, Oya Baydar’ın en güzel romanıdır ve o romanda hepimizin öyküsü anlatılır. Bu romanı Merdan Yanardağ’ın okumadığını sanıyorum. Okuyup da böyle demişse daha da kötü tabii.
Bir Liberal, Muhalif olduğu Zaman Kim Üzülür?
Gezi direnişi, AKP iktidarı ile liberaller arasındaki ittifakta büyük bir kırılma yaratmış ve bir kısım liberal (örneğin Taraf yazarlarından Markar Esayan, Melih Altınok, Kurtuluş Tayiz vb.) tamamen yandaş olup iktidarın koltuklarının altına sığınırken Hasan Cemal gibi daha kalburüstü ve çaplı liberaller muhalefet safına geçmişlerdir. Biz liberalleri neden eleştiriyorduk? İktidara destek oldukları için değil mi? Eh iyi ya bu insanlar şimdi (tutarlı bir özeleştiri yapmadan da olsa) bizlerin, muhalefetin saflarına gelmişler, fena mı? Merdan Yanardağ bu durumdan hiç de sevinmişe benzemiyor. Bu gelişmelerin olduğu 2014 yılında şöyle diyor:
“AKP iktidarına… büyük destek veren liberaller, hükümetin kimi politika ve uygulamaları karşısında bugün (2014 yılında) bir hayal kırıklığı yaşıyor.” (s. 173)
“Bu utançtan kurtulmak için liberaller arasından keskin ve fakat yüzeysel bir AKP eleştirisine yönelenler çıkacaktı.” (s. 242)
Görüldüğü gibi, Merdan Yanardağ, bir kısım liberalin muhalefet saflarına gelmesinden hiç memnun olmamış ve üstelik, Murat Belge’ye son saldırısında görüldüğü gibi, bu tutumunu bugün de sürdürmektedir. İsterse bu liberaller ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası almış olsunlar, Merdan Yanardağ, bazı ulusalcılarla birlikte “oh olsun!” tutumu içindedir. Oysa siyasal ve toplumsal mücadele kin ve nefretle, intikam duygularıyla yürütülemez. Diktatörlüğe karşı mücadelede bir gramlık bir ağırlığın bile değeri vardır. Gerçekten mücadele edenler, saflarına gelenleri ellerinin tersiyle itme lüksüne sahip değillerdir. Saflara gelenlere söylenecek şey en fazla, “geçmişteki hatalarınızı görseniz ve bunu ilan etseniz iyi olur” demek olabilir. Bunu söylemek gerçekten de gereklidir ve bu haklı bir beklentidir. Fakat bunun ötesinde, bu insanlara “lağım faresi” muamelesi yapmak, “cellatların” önüne atıp tribünlerden baş parmakla yeri işaret etmek insafsızlıktır.
Şimdi geçeyim, Merdan Yanardağ’ın temelden katılmadığım görüşlerinin eleştirisine.
Demokrasi Bir Şal mı?
Merdan Yanardağ, eski solun eski önermelerinden hafızasında kalan bazı köhne klişelerle durumu idare ediyor aslında. Demokrasi konusunda ileri sürdüğü klişeler oldukça kulak tırmalayıcı:
“… demokrasilerin, sınıf eşitsizliklerini, sömürüyü ve adaletsizliği gizleyen, insanın doğasına aykırı kapitalist yıkıcılığın üstünü örten bir şal olduğu gerçeği unutturulmak istendi.” (s. 122)
“…genel oy ilkesine dayalı yönetim biçimleri… gerçek eşitliği sağlamaz, ancak bir eşitlik yanılsaması yaratır. Bu gerçek Platon’dan beri bilinmesine karşın, ‘milli irade’ dalkavukluğuna feda edilir.” (s. 123)
“… demokrasiler, son çözümlemede birer burjuva diktatörlüğünden başka bir şey değildir.” (s. 123)
“…demokrasi (buna ‘burjuva demokrasisi’ diyerek kavramı biraz daha daraltalım) kapitalist toplumlarda çok yönlü ve çok katlı adaletsizlik ve eşitsizliklerin üzerini örter.” (s. 125)
Artık, literatürümüze neredeyse yüz yıldır köklü bir şekilde yerleşmiş şu “burjuva demokrasisi” denen şeyi tarihin müzesinde, “taş balta ve çıkrığın” yanına kaldırmanın zamanının geldiğini düşünüyorum. Bu kavram literatüre esasen 1917 devriminden sonra iyice yerleşmiş ve bir daha da çıkmamıştır. Bunun böylesine literatüre yerleşmesinin ve benimsenmesinin nedeni bence Bolşeviklerin demokrasiyi ve demokratik özgürlükleri geçici olarak değil, ebediyen kaldırmaya karar vermeleriydi. Çünkü demokratik uygulamalarla (basın özgürlüğü, bağımsız yargı vb) iktidarda kalamayacaklarını ve “sosyalizm” adını verdikleri köklü devletçi uygulamaları yapamayacaklarını anlamışlardı. Bunu anlayan en başta Lenin’di. Dolayısıyla demokrasi, “burjuva demokrasisi” denerek tukaka ilan edildi. Bunun ardından faşizmin ortaya çıkışı bu kavrama biraz olumluluk tozu ilave etse de, kavramın kullanımını kolaylaştırdı. Faşist olmayan kapitalist ülkelere “burjuva demokrasileri” denilip geçildi. Oysa burjuva demokrasisi diye bir şey yoktur, nasıl burjuva faşizmi diye bir şey yoksa. Rejim türlerinin başına sınıfsal sıfatlar takılması hiçbir şeyi değiştirmez. Örneğin “proleter demokrasisi” de böyledir. Dünya bugüne kadar, kısa ömürlü Paris Komünü’nün dışında bir “proleter demokrasisi” görmemiştir.
Demokrasi bir rejim türüdür ve bunu da burjuvazi icat etmiş değildir. “Burjuva demokrasisi” dendiği zaman burjuvazinin oturup demokrasiyi kurduğu gibi bir anlam çıkıyor ve bu burjuvaziye hiç de hak etmediği bir lütuf. Çünkü aslına bakılırsa burjuvazi ömrü boyunca esasen demokrasiye karşı şu veya bu ölçüde savaş vermiştir. Demokratik teamüller, her zaman burjuvaziyi kısıtlayan, engel olan bir rol oynamıştır. Burjuvazi veya burjuvazinin bir kesimi zaman zaman önünü açabilmek için demokrasiden yararlanmaya çalışmıştır elbette (örnek 27 Mayıs Anayasası) ama bu tür uygulamalar ve dönemler daima geçici olmuştur.
Hele bir de, Merdan Yanardağ’ın yaptığı gibi demokrasinin, sömürüyü gizleyen bir şal olduğunu ileri sürmek iyice yanlıştır, Tam tersine, demokrasi sömürüyü gizleyen şalın ortadan kaldırılmasına hizmet eder. İşte bu yüzdendir ki burjuvazi daima demokrasiyi kısıtlamak için mücadele eder. Fakat burjuvazi, Bolşevikler kadar radikal ve aynı zamanda da akılsız olmadığı için, “demokrasi formunu” bütünüyle ortadan kaldırıp kendini tehlikeye atmaz. “Demokrasi formunu” muhafaza eder ama içini boşaltır. Bugün Türkiye’de AKP diktatörlüğü bile, demokrasinin içini tamamen boşaltırken formel yanını muhafaza etmektedir. İşte şal olan budur. Şal olan, demokrasinin kendisi değil, içi boşaltılmış “fistanı”dır.
Bu durumda belki şöyle sorulabilir: O zaman demokrasi sınıflarüstü bir şey midir? Tam tersine, demokrasi sınıflarüstü değil, sınıflar altı bir formattır. Hangi sınıfın bu formatı nasıl kullanacağı, içini neyle dolduracağıdır önemli olan. Dolayısıyla, Bolşevikler, büyük bir ülkede iktidarı ele geçirmenin kibrine kapılıp demokrasiyi bordodan aşağı atarak burjuvaziye hediye edeceklerine ona sahip çıkıp gerçek bir aşağıdan demokrasi ruhuyla kitlelerin, proletaryanın katılımını sağlasalardı, bugün durum çok daha farklı olurdu ve dolayısıyla demokrasi burjuvaziye hediye edilmemiş olurdu.
Ulusalcılıkla Solculuğu Birbirine Karıştırmak
Merdan Yanardağ’ın solculuğunda bir hayli yüksek dozda ulusalcılık gördüm. Zaten keskinliği ve yazının sonlarına doğru değineceğim saldırgan üslubu da sanırım biraz buradan geliyor. Gerçi ulusalcı olmayan bir solcu da olsaydı, aynı üslubu kullanırdı. Hepimiz üslup bakımından Lenin’i kendimize örnek almadık mı yıllar yılı!
“Yurtseverlik, liberaller tarafından milliyetçilik ve ulusalcılıkla eşitlenerek lekelenmek isteniyor. Özellikle ‘ulusalcılık’ kavramı… kriminal bir kavram haline getiriliyor.” (s. 95)
“… yurtseverlik sol ve doğası gereği enternasyonalisttir.” (s. 101)
“Bu kavramı (ulusalcılık kavramını. G.Z.) ve sıfatı kullananlar, emperyalizme karşı oldukları gibi, önsel olarak Cumhuriyet devrimlerine bağlı, laiklik ve Aydınlanma’dan yana olduklarını da ifade etmek… istiyorlar” (s. 102)
“Ay yıldızlı bayrak … bir direniş sembolüne dönüştü.” (s. 192)
“Ay yıldızlı bayrak, gericiliğin ve faşizmin elinden alındı.” (s. 247)
Aslında ulusalcılık ve yurtseverlik konusunda daha birçok alıntı yapabilirdim ama burada uzatmak istemiyorum. Fakat Merdan Yanardağ, satırlarından anladığım kadarıyla kendisi de ulusalcı olduğu, en azından ulusalcılığa sempatiyle baktığı halde, bir ulusalcıdan çok, bir ulusalcı vekili konumunu kendine uygun görmüş. Yani, ben ulusalcı değilim ama ulusalcılık hiç de kötü bir şey değil demeye getirmiş. Fakat, özellikle Kemal Okuyan’ı yankılayarak “al yıldızlı” bayrak hakkında söyledikleri her şeyi ortaya koyuyor aslında. Burada bunun üzerinde de uzun boylu duracak değilim ama “ay yıldızlı bayrak” “gericiliğin ve faşizmin” elinden alındığı halde, nasıl oluyor da özellikle AKP, MHP ve VP’nin mitinglerinde “ay yıldızlı” bayraktan geçilmiyor, anlaşılır gibi değil. Eğer bu bayrak gerçekten onların elinden alınsaydı, bir kenara bırakır, başka bir sembol benimserlerdi. Oysa tam tersini görüyoruz. Sakın tersi olmuş olmasın, yani eski devrimcilerin bir kısmı, devrimci bayraklarını bir kenara bırakıp “ay yıldızlı” bayrağa sarılmış olmasınlar!
Sonuç olarak diyeceğim şu ki, Merdan Yanardağ, kendini kamufle etmeye ve solcu görünümü bir kenara bırakmadan, kendi deyişiyle “cumhuriyetin kazanımlarını” savunmaya önem veren, bu yüzden de başlarken sözünü ettiğim yazımda eleştirdiğim gibi, Dersim katliamının “kaçınılmaz bir kötülük” olduğunu savunan bir ulusalcıdır. Ama bunu daha açık ifade etseydi daha iyi olurdu.
Bu mevzuyu geçerken Merdan Yanardağ’ın bir yanılgısına daha değinmek istiyorum. Yanardağ, cumhuriyet mitingleriyle Gezi direnişini aynı zincirin halkaları olarak görmektedir:
“Cumhuriyet’i bir avuç seçkinin rejimi sananlar, Cumhuriyet Mitingleri ile başlayan, Gezi Direnişi’yle doruğuna ulaşan dev kitlesel eylemler nedeniyle paniğe kapıldı.” (s. 11)
“Cumhuriyet’in kitle desteği, sandıklarından çok daha geniş ve büyüktü. Gezi Direnişi’yle işte bu büyük kitle, üstelik de eylemli olarak sokağa çıkmıştı.” (s. 250)
Genelde neyi görmek isterseniz onu görürsünüz, insan böylesine sübjektif bir varlıktır. Merdan Yanardağ da Gezi Direnişi’nde ulusalcılığı ya da cumhuriyetçiliği görmüş. Oysa Gezi Direnişi’nin esası ve temeli, ekolojist, feminist, anarşist ve yeni sol bir çıkıştır ve ana kitle de budur. Zaten Gezi direnişinin ortaya çıkış nedenlerine bakılırsa bu açıkça görülür. Sol ve ulusalcılar çok gecikmeden mücadeleye katılmış ya da eklemlenmiştir. Bu da önemli bir şeydir elbette. Böyle büyük bir mücadelede onlara da ihtiyaç vardı. Merdan Yanardağ’lara ihtiyaç olduğu gibi. Bu yüzden diktatörlüğe karşı mücadelede onları omuz omuza verdiğimiz mücadele arkadaşlarımız olarak görürüz. Aynı, diktatörlükten kopup Gezi mücadelesine katılan liberal entelektüelleri ya da DSİP gibi partileri mücadele arkadaşlarımız olarak gördüğümüz gibi.
Saldırgan üslubun Kimseye Yararı Yok!
Merdan Yanardağ’ın kitabındaki ve yazıya girerken sözünü ettiğim ABC’deki yazısındaki üslubunu oldukça saldırgan buldum. Burada örneklerini vereyim de bir dahaki sefere daha dikkat etsin. Çünkü bu tür aşırı nitelemelerin kimseye yararı olmadığı gibi, bizzat yazarına oldukça zararı vardır.
Tespit edebildiğim kadarıyla tek başına İhanet sözcüğü en az 30 kere geçiyor. Aydın İhaneti 10; Liberal İhanet 8; Dönek 21; Cehalet 12; Aptal 15 (bunların yarısı 148-149 sayfalarda tekrarlanıyor); Ahlaksızlık 5; Yarı-Aydın 4; Soytarılık 3; Utanmazlık 3; Saçmalık 3; Meczup 3; Şirret 3; Cinlik 3; Alçaklık 2; Sefillik 2; Şarlatan 2; Küstahlık 2 kere geçiyor. Bunların dışında en az bir kere geçen sözcükler şunlar: Avanak Liberal, Liberal Enkaz, Liberal Çöplük, Palavracı, Çapsızlık, Yeteneksizlik, Onursuz, Terbiyesizlik, Vicdansız, İkiyüzlü, Sahtekâr, Uşaklık, Zavallılık, Güruh, Enkaz, Alık.
Kaynak:Gün Zileli
- Kâbil!!! - 17 Ağustos 2021
- 50 yıl sonra bir 12 Mart değerlendirmesi… - 12 Mart 2021
- Nedir Yaklaşmakta Olan? - 6 Ocak 2021