Yılmaz Güney’den Sonra, Atatürk’ün “Hatırasına Hakaret” Polemiği

Ahan da zurna zırt dedi.

İstanbul’da 17 yaşında lise öğrencisi bir çocuk, “Atatürk’ün fotoğrafına saygısızlık etme” suçundan tutuklanmış.

Bu ülkede, “Atatürk’ün hatırasına hakaret!” diye bir suç var; ki dünyanın hangi uygar ülkesinde, bir önderin hatırasına hakaret diye bir suç bulunmaktadır; dünyanın hangi uygar ülkesinde, 17 yaşındaki bir çocuk, böyle bir sebeple tutuklanır bilmiyorum.

Elbette ki yaptığı şey hiç hoş değil ve aklı başında hiç kimse tarafından, hiç kimseye yapılması tasvip edilemez. Bu çirkin hareket mutlaka eleştirilmelidir; ama bir çocuğun böyle sudan bir sebeple tutuklanması, bunun için kamuoyu baskısı yapılması ne yaa!..

Böyle sudan bir sebeple histeri krizi geçirerek çıldırmak; çocuğa ağza alınmayacak küfürler edip, “kuytu bir köşede bir babayiğit tarafından yakalanarak dersinin verilmesini” dileyecek kadar insanlıktan çıkmak ne!.. Okuduğum yorumların vahşiliği karşısında dehşete düştüm. Bir çocuğa böylesine büyük bir nefret ve şiddet kusmak ne!..

Atatürk’ünüzün manevî şahsiyetinin bu kadar cılız olduğunu mu düşünüyorsunuz ki bir çocuğun üflemesiyle yıkılacağından korkarak deliye dönüyorsunuz?

Onun manevî şahsiyetini, en ufak bir olayda cehennem zebanilerine dönüşerek mi koruyacağınızı zannediyorsunuz?

Üstelik de kendiniz yüz yıldır, sizden olmayan herkesin değerlerine, en temel insanî haklarına, hatta yaşamlarına topla tüfekle saldırıyorken…

Daha dün Yılmaz Güney’in hatırasına kıyasıya saygısızlık etme yarışında olan Kemalistler, hop oturup hop kalkıyorlar.

Daha öncesinde kendilerinin de sevdiği Güney’in, Fransa’ya gittikten sonra “Bağımsız, birleşik Kürdistan” lafı etmesinden dolayı kendisine kinlenmiş olan bu beyzadelerimiz ve hanımzadelerimiz, son Yılmaz Güney polemiğini fırsat bilerek, birikmiş kinlerini hörk diye kusarlarken, bir anda kendilerini benzer bir durumun içinde buldular.

Eee, “Allah’ın sopası yok” demişler.

Ben her ne kadar Güney’in tartışmasız kadına şiddet geçmişinin ve kendisinin de kabul ettiği cinayetinin kırk takla atılarak aklanmaya, hatta inkâr edilmeye çalışılmasına duyduğum tepki nedeniyle ağır yazılar yazdıysam ve yazdığım her satırın arkasındaysam da bu zerzevatların sergilediği iğrençlikleri tiksintiyle izledim.

Yılmaz Güney’in, yaşamının bir dönemindeki bireysel hatalarını ve suçlarını tartışmak başka bir şeydir; onu Kürt kimliğinden dolayı belden aşağı vurarak itibarsızlaştırmaya çalışmak çok başka…

Birincisi yüzleşme; ikincisi, ırkçı saiklerle çamur atmadır.

Ama bizim toplumumuzun hiçbir kesiminde, yüzleşme diye bir erdem yoktur. Varsa yoksa inkârcılık ve itibarsızlaştırma…

Herkes birbirinin değerlerinden nefret eder, herkes birbirinin idollerine saldırır, herkes birbirinin putlarını kırar; ama kendininkilere dokunulunca çılgına döner.

Dün sol mahalle çıldırıyordu, bugün Kemalist mahalle…

Çıldırın arkadaşlar çıldırın.

Bu putperestlikten, tabuculuktan, ölüsevicilikten kurtulup, uygar insanlar gibi tartışma, özeleştiri ve yüzleşme kültürü edinemedikçe daha çok çıldırır; daha çok birbirinizin putlarını taşlarsınız.

Ben zannetmiyorum ki Yılmaz Güney ya da Atatürk yaşasalardı, kendilerini böyle putlaştırmanızdan dolayı mutlu olurlardı…

Bilakis, hakikaten kendilerine atfedilen değerlerin yüzde birine sahiplerse, bundan son derece rahatsız olur; kendilerinin, artılarıyla ve eksileriyle dürüst bir şekilde değerlendirilmelerini isterlerdi.

Örneğin Yılmaz Güney yaşasaydı, Farah Zeynep’in sözleri karşısında boynunu bükerek gülümseyip, “Haklısın bacım; ama ben hayatımın çok pişman olduğum o dönemiyle ilgili diyetimi ödedim ve başka bir insana dönüşerek öldüm. Yine de ardımda, sevdiğim kadını, döverek kırdığım kemikleriyle hastanede yatarken gösteren bir fotoğraf bıraktığım için bütün kadınlardan özür diliyorum!” derdi.

Bir gram devrimci ruh edinmişse, Farah’ın asla devrimciliğine ve Kürt kimliğine dil uzatmadan yazdığı haklı sözleri nedeniyle linç edilmesine karşı çıkar; kendisini sevenlerin, onun geçmişteki kadına şiddet suçlarına türlü mazeretler uydurarak ülkedeki şiddet eğilimli erkeklere konfor alanı açmalarına asla izin vermezdi.

Keza Atatürk de hakikaten yücelttiğiniz düzeyde bir insansa, geleceği emanet ettiği gençlerden biri olan o çocuğun, kendisinin fotoğrafına yönelik çirkin bir hareketi yüzünden hapse atılıp hayatıyla oynanmasına müsaade etmez; onu türlü nasihatlerle kazanmaya çalışırdı.

Asıl sizin, putlarınızın manevî şahsiyetlerine gram saygınız yok arkadaşım. Ya da o şahsiyetlerin sağlamlığından kuşkulu olduğunuz için bu kadar sansürcü davranıyorsunuz.

Şayet kuşkunuz yoksa, kendileriyle ilgili sergilediğiniz her putperestlik eylemi, onların varoluşlarına hakarettir!..

Bugün Atatürk’e asıl saygısızlığı o çocuk değil, o çocuğu vicdansızca tutuklatan ve kendisine, vahşice küfür kıyamat, nefret kusan sizler yaptınız.

Dün de Yılmaz Güney adına bir kadını aynı küfür kiyamet ve nefretle linç edip, Güney’i eleştiren herkesi aynı çuvala tıkarak yerden yere vuran diğer mahalle yaptı aynı şeyi…

Ne diyeyim. Fuzuli’nin dediği gibi, “Söylesem faydası yok, sussam gönlüm razı gelmiyor.”

Senelerdir şurada kellemi koltuğuma almış bir şekilde insanın nasıl âdil ve objektif olabileceğine dair beynimi patlattığım yazılar yazarak rol model olmaya çalışıyorum; yemediğim linç kalmıyor.

Bir avuç aykırının dışında hiç kimse, hakiki yaşam hakkı savunuculuğunun ne demek olduğunu bilmiyor. Herkes sadece kendini, kendi değerlerini seviyor; ötekinin tarumar olmasını istiyor.

Eminim şimdi de okuduklarını anlamaktan aciz kıt kafalı beyinsizler ve aşağılık kompleksli kifayetsiz muhterisler tarafından, “Güney konusunda tornistan yaptığım” yazılacak bir yerlerde…

Dün Güney’ci putçular tarafından linçlenirken, bugün Kemalist putçular tarafından linçleneceğim.

Sizin canınız sağ olsun.

Hiç görmediğim bir yerlerde hiç görmediğim bir gencin zihninde, gerçek hak savunuculuğunun nasıl olması gerektiğine dair ufacık bir kelebek etkisi yaratabilme ihtimalim yetiyor da artıyor bana…

Çav bella.

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)