Türk devleti ve PKK arasında Kürt meselesinin siyasi çözümüne dair 2013’ten beri süregelen müzakerelerin tıkanması sonrasında daha önceki dönemlerden çok daha sert ve farklı bir savaşın icra edildiğine tanık oluyoruz. Bir yandan kesintisiz bir şekilde gerilla alanları bombalanıyor, Kürt gençlerinin etkili bir şekilde örgütlü olduğu kentsel alanlar devletin zabıta kuvvetleri tarafından abluka altına alınarak başta iletişim araçları olmak üzere şehirlerin altyapısı kullanılmaz hale getiriliyor, siyasi figürler ve seçilmiş temsilciler tutuklanıyor veya öldürülüyor ve kitlesel gösteriler sert bir şekilde bastırılıyor. Diğer yandan, birçok ilçede politize olmuş alt sınıftan Kürt gençleri özyönetimlerini “ilan” ederek kendi mahallelerini ve yaşam alanlarını devletin güvenlik güçlerine karşı savunmaya kalkışarak buralarda kendi yerel özerk yapılarını inşa etmenin yollarını arıyorlar. Peki, 7 Haziran seçimiyle ana akım Kürt özgürlük hareketinin siyasi temsilcisi konumunda olan HDP tarihinde ilk kez yüzde 10 barajını aşarak meclise doğrudan girmişken ve bu yüzden demokratik siyaset ve müzakere yolu ile barışçıl bir çözüme bu kadar yaklaşmışken nasıl oldu da 1990’ların kirli savaşını bile aratacak bu çatışmalı durum tekrar tebarüz etti. Bu yazı bu soruyu isyandan inşaya dönüşen Kürt siyaseti bağlamında karşılaştığı temel çıkmazlarını göz önünde bulundurarak tartışmaya açacak.
Ortaya çıkışından beri ana akım Kürt özgürlük hareketini söylemi ve kullandığı yöntemler bakımından iki dönem üzerinden inceleyebiliriz. Kırsal bölgelerde gerilla eylemliliği ve şehirlerde kitlesel gösteriler üzerinden icra edilen 1984 – 1999 sürecini isyan dönemi, PKK lideri Öcalan’ın Türkiye’ye getirilip İmralı’da 1999’da hapishaneye konması sonrasında dağlarda başlayan isyanın zamanla giderek kentlere yayıldığı, gerilla eylemliliğine paralel olarak kentlerde Kürt gençlerinin icra ettiği mücadele sürecini de inşa dönemi olarak nitelendirebiliriz. Hareket isyan / tanınma siyasetinden inşa siyasetine evrilirken bu dönüşüm sürecinde iki tür yeni nesil siyaset yapma biçiminin, yani iki tür siyasal öznelliğin şekillendiğine tanık oluyoruz.
Birincisi: 1990’larda zorunlu göçle büyük şehirlerin varoşlarına taşınmış olan ailelerden gelen radikal, kısmen silahlı gençlerin sokak siyasetindeki dönüşümdür. Haydar Darıcı’nın (2015) Cizreli gençlerin siyasallaşma süreci üzerine yaptığı saha çalışmasında gözlemlediği gibi şiddetin içine doğmuş bu yeni nesil gençler ne geçmişte çekilen onca acıya ve verilen kayıplara tutuklu kalıyor ne de geleceğe ertelenebilecek bir demokratikleşme ütopyasına sarılıyor. Geçmiş acılara duygusal olarak yatırım yapmadığından bir yandan bir önceki dönemde icra edilen melankolik “mağduriyet siyasetine” mesafe alıyor diğer yandan da özgürlüğü ve demokrasiyi geleceğe havale etme suretiyle kendisini devletin “bekleme siyasetine” hapsedip pasifleştirmiyor. Kobane’deki kent direnişinden feyz alan bu yeni nesil Kürt gençliği “hemen, şimdi, burada” siyaseti ile kendi yaşadıkları mahalleleri devlet şiddetine karşı savunmaya ve buralarda toplumsal ilişkileri dönüştürmeye yöneldiklerini gözlemliyoruz.
İkincisi: İnşa sürecinde ana akım Kürt hareketinin parlamenter ayağının da söylemsel olarak dönüşüp genişlediğini görüyoruz. Demirtaş figüründe bedenleşen yeni demokratik siyaset dilinin, bir önceki nesil siyasallaşmış Kürtlerden farklı olarak geçmişin acılarını dillendirmekten çok Türkiye’nin batısında yaşayan dışlanmış kimliklerden herkesi geleceğe “yeni bir yaşamı” birlikte inşa etmeye çağıran bir yerden konuştuğunu görmekteyiz. Oysa geçmişte siyasi Kürt figürler inkar edilmişliklerini Kürtler dışında kalan Türkiyeli nüfusa kanıtlamaya vakfettiler. Batı metropollerinde ikamet eden ve kendini Türklük kategorisiyle özdeşleştiren bu nüfus Kürtlerin acılardan müteşekkil hakikatini bütün çıplaklığıyla öğrenirse devletle kurduğu yakınlığa bir mesafe koyacak ve böylece Kürtlerin tanınma talebi bir karşılık bulacaktı. İşin ilginç tarafı, AKP’nin bu mağduriyet pozisyonu ile ilgili bir sıkıntısı yoktu, aksine Kürtlerin buradan konuşmasına alan açarak kendisini mağduriyetler üreten geçmişin kalpsiz bürokratik rejimine karşı adalet ve sevgi dağıtan yegane kurtarıcı olarak konumlandırıyordu: Kürtler geçmişten anlattıkça AKP köhnemiş cumhuriyet rejimine karşı meşruiyetini daha da perçinliyordu. Yani, AKP sadece kendisini gelecek hakkında konuşmaya ehil görürken Kürtler ve diğer bütün ötekileştirilmiş toplumsal grupları hep geçmişin acılarından konuşmaya çağırıyordu.
Oysa yeni nesil demokratik Kürt siyasetinin geçmişin acılarını dillendirmekten ziyade demokratik özerklik fikri üzerinden radikal demokratik bir hayalin eşkalini çizip başta Kürtler olmak üzere kendini dışlanmış hisseden herkesi oraya çağırdığını görüyoruz. Gelecek hakkında konuşmak siyasi, estetik ve duygusal olarak yeniden özneleşmek ve AKP’nin yerine göz dikmek anlamına geliyordu. Demirtaş’ın sembolize ettiği yeni siyaset tam da bunu yapıyordu. Üstelik devlet şiddetine dair oluşan kanıtlar, kendini Türklükle özdeşleştiren vatandaşların ezici çoğunluğunu aydınlatıp dönüştürmekten çok onlarda suçluluk ve öfke duygusunu tetikliyordu, onları aşina oldukları yerleşik mevzilere ve kategorilere sabitliyordu. İşte bu yeni siyaseti sembolize eden Demirtaş’ı -eğitim düzeyi yüksek orta sınıf liberal- Türkiyelilere sevdiren ve iktidar ile ona sadık medya elitlerinin ondan nefret etmesinin asıl sebebi olan bu geleceğe çağırmaydı. AKP iktidarı ile dışlanmış geniş kesimler ve özellikle TV’lerde gazetelerde boy gösteren liberal kanaat önderleri yeni demokratik Kürt siyasetini temsil eden Demirtaş’a “Devletin size çektirdiği acıları dillendirmediğin ve böylece suçluluğumu yüzüme vurmadığın sürece seni sevebilirim” demiş olmaktadırlar.
Buna paralel olarak HDP’de bedenleşen bu yeni siyaset hem Kürt bölgesinde hem de Batı metropollerinde yaşayan daha önce AKP’ye oy vermiş orta sınıf dindar Kürt nüfusunda da güçlü bir karşılık buldu. Bu kesimin önemli bir kısmının Haziran 2015 seçimiyle HDP’ye kayması Türkiye’den duygusal ve ideolojik bir kopuşu işaretlemesinden ziyade bu kesimin de HDP’nin birlikte yaşama dair siyasetini onayladığı şeklinde de yorumlanabilir. Bu durum ister “Kürdistanileşme” olarak nitelendirilen bir kopuş sürecine, ister “Türkiyelileşme” olarak tarif edilen birlikte yaşama verilen onay olarak okunsun (bu soruya ancak detaylı etnografik çalışma yanıt verebilir) 7 Haziran seçimi sonrası devletle bağdaşık olan AKP gibi siyasi hareketlerin ve onun uzantısı sivil toplum aygıtlarının Kürt bölgesinde zemin bulmakta zorlandığı ve devletin birçok bölgede nerdeyse sırf çıplak şiddetiyle var olabildiği geç kolonyal (Mbembe 2003) hakikatini görünür kıldı. Bu da bio-politik hizmet politikasıyla toplumsal meşruiyet üretme kapasitesini bölgede büyük ölçüde yitirmiş otoriter şirket devletin, şiddet araçları dışında elinde bölgeyi idare edebileceği başkaca meşru bir aracın ve gelecek vaadinin kalmadığı yapısal bir egemenlik krizine işaret ediyor.
İç politikada kendi tabanını ve siyasi ittifaklarını genişleterek kazandığı bu başarıya paralel olarak Kürt Hareketi Orta Doğu’da da bölgesel ölçekte de başarılı bir siyasete imza attılar. Bir yandan, Rojava’da İŞİD’e karşı kazandığı siyasi ve askeri mevzilerin etkisiyle o güne kadar ya “mağdur” ya da “terörist” simgesi arasında “dev(let)ler liginde” harekat alanı bulamayan siyasi Kürt figürü global düzeyde ittifak kurulabilir siyasal bir özne olarak kayda değer bir itibar ve bir harekat alanı kazandı. Öte yandan, Suriye’nin kuzey bölgesinde inşa ettiği demokratik özerk yapılarla Kürt hareketi stratejik bir bölgeyi de denetimine alarak ve buradaki kentlerde demokratik kurumlarını inşa ederek buraya yerleşti. Bu anlamda, Orta Doğu’daki devletlerin ve ulusal cemaatlerin çözüldüğü bir dönemde müstakil bir Kürt toplumunun oluşum ve siyasal yapısının kurumsallaşma sürecine tanık olmaktayız. İşte tam da böylesi çok yönlü ve dinamik iç ve dış siyasi ortamda Kürt siyasetinin hem yerel hem de bölgesel alanda kazandığı yeni mevzileri ve itibarı darbelemek maksadıyla çatışmalı döneme tekrar geri dönüldüğünü söylemek yanlış olmayacaktır. 1 Kasım seçimi sonrasında AKP’nin Türkiye genelinde ve bazı Kürt illerinde aldığı yüksek oy, bu çatışma ve korkutma siyasetinin nasıl işe yaradığının bir vesikasıdır.
Batı İle Doğu Arasındaki Farklılaşma
Lakin, HDP ile dönüşen yeni demokratik siyasetin bu kırılgan ve yüksek tansiyonlu süreçte iki temel tarihsel paradoks ile karşı karşıya olduğunun altını çizmek gerekir. Bunlardan birincisi Kürt nüfus ile toplumsal olarak oldukça çeşitlilik arz eden ve kendini Türklük kategorisi ile özdeşleştiren egemen nüfus arasında zaten var olan ve gittikçe açılan simgesel ve duyumsal yarılmaya ilişkindir. Diğeri de Kürtlerin kendi içinde gittikçe derinleşen toplumsal ve siyasi farklılaşmanın siyasi olarak nasıl temsil edileceği sorusuna ilişkindir.
Birinci paradoks: Kolonileştirilmiş Kürt bölgesi ile Türkiye’nin batısında ikamet eden iki farklı toplumsal kesimin –Kürtler ile Türklerin- birbiriyle yapısal olarak örtüşmeyen talep ve beklentilerinin soğrulması meselesi, yeni demokratik siyasetin temel bir açmazıdır. Tanzimat’la başlayan ve Cumhuriyet ile derinleşen Türk modernleşmesinin sebep olduğu seküler – dindar ayrışmasının AKP rejimiyle keskinleştiğini de hatırlatalım. Zira demokratik Kürt siyaseti, bir taraftan Türkiye’nin batısında Kürtler dışında çeşitli biçimlerde dışlanmış farklı kesimlerin demokratik taleplerini soğurmak, diğer taraftan da kendini temsil ve idare etme yetkisi gasp edilmiş Kürtlerin tanınma ve özyönetim taleplerini karşılamak ile mükelleftir. Dolaysıyla HDP, hem Türkiye’nin batısında yaşayan ve kendisini siyasetten dışlanmış hisseden kentli nüfusun yaşam tarzına ve bireysel özgürlüklerine ilişkin endişelerini giderme, bu konudaki beklenti ve hassasiyetlerine tercüman olma hem de Kürt bölgesinde kolonileştirilmiş nüfusun kolektif hak ve statü taleplerine yanıt olmanın yapısal zorluklarıyla karşı karşıyadır. HDP’nin, bu iki farklı kamusal alan içinde konumlanmış, iki farklı öznelliğin farklı bilme, görme ve hissetme biçimlerini birbirine tercüme etme konusunda, özellikle içinde bulunduğumuz, çatışmanın tavan yaptığı süreçte gittikçe tökezlediğini görüyoruz.
Bunun ana sebeplerinden biri elbette ana akım medyanın tıpkı 1990’larda olduğu gibi Kürt bölgesinde olup bitenlerle ile ilgili susmasıyla ilişkili. Batı metropollerinde gündelik hayat kesintiye uğramadan devam ederken Doğu’nun cehenneme dönüşmüş olmasının Kürtlerde var olan mağduriyet duygusunu daha da güçlendirdiğini, birlikte yaşama dair inancı zayıflatarak var olan öfkeyi daha da körüklediğini gözlemliyoruz. Bu durum Türklerin Türkiyelileşmesi (Küçük 2013) üzerinden inşa edilmiş HDP projesini saf dışı bırakabilir ve gelecekte birlikte yaşama projesine olan toplumsal zemini aşındırabilir. Türkiye tarihinin en büyük facialarından biri olan Ankara katliamı sonrasında medyada dolaşıma giren ırkçı-selefi temsillerin, birlikte yaşama zeminini nasıl sabote ettiğinin çarpıcı bir örneğidir. Barış Süreci, Türkiyelileşmeye alan açmışken savaş sürecinin bu alanı nasıl daralttığını 1 Kasım seçimi sürecinde çok net bir biçimde görmüş olduk. Üstelik Kürt bölgesinde işlenen insanlık suçları, cinayetler, cesetlere yapılan insanlık dışı muamele Kürt siyasetinin gelecek hakkında konuşmasına alan bırakmamakta, onu giderek kendi ölümlerinin yasına gömüp kendi içine kapatma riskini taşımaktadır. Yani savaş, demokratik Kürt siyasetini savunma konumuna iterek, siyasi figürleri sadece acıları ve kayıpları konuşan, bir önceki nesil Kürt siyasetçilerinin melankolik – mağdur pozisyonuna itmektedir.
Altını çizelim: Kürtler ile kendini Türk olarak gören kesimler arasında zaten var olan yapısal kopuşun son dönemde daha da derinleşmesinin ana epistemolojik kaynağı, Türkiye’nin batısında konumlanmış egemen kimlikten kamusal entelektüellerin Kürt meselesini tarihsel bağlamından soyutlayarak onu sırf bir demokratikleşme sorunsalı olarak kurmasında ve dolaysıyla Kürtlerin kolonyal hakikatini yok saymasında yattığını düşünüyorum. Barış Ünlü’nün (2015) tespit ettiği gibi aslında Türkiye’nin batısında baştan beri bu hakikate aldırış etmeme, onu bilmeme, duymama ve duyumsamama durumunun Cumhuriyet’in kuruluşundan bu yana nasıl bir fiili sözleşmeye bağlandığını hatırlatmakla yetinelim. 1960’lardan beri Türkiye’de ana akım medyada ve akademide Kürt/“Doğu” sorunu ya sırf sosyal/bölgesel eşitsizlik üzerinden ya da sırf kültürel bir farkın inkarı üzerinden temsil edilegeldi. Kalkınmacı söyleme göre bölge gelişirse liberal çok kültürcü söyleme göre farklılık tanınırsa bu mesele ebedi olarak çözülürdü. Buna karşın kolonyal hakikatin ana karakterini oluşturan eşitsizlik ile değersizleştirmenin nasıl ve neden birbiriyle ilintili olduğu sorusu ve bunun arkasında yatan idari ve iktisadi aklın, medyada ve akademide görünmez kılındığını biliyoruz. Bu geç kolonyal bağlamda, tam da bu yüzden hayatı hiçe sayılanların verdikleri siyasi tanınma mücadelesi hem maddi ve idari kaynakların hem de itibarın yeniden dağılımına yapısal olarak içkindir.
Oysa HDP’nin kendisinin potansiyel tabanı olarak gördüğü Türkiye metropollerinde yaşayan nüfusun ezici çoğunluğu ve kendi müttefiki olarak gördüğü liberal sol ve çok kültürcü entelektüeller bu kolonyal hakikati görmemeye, hissetmemeye ve algılamamaya aşina olduklarından, Kürt hareketinin devletin radikal olarak dönüşerek yeniden yapılandırmasını öngören özyönetim ve statü talebine kuşkuyla yaklaşır, böylesi radikal bir dönüşümün taraftarı olma riskini taşımak istemezler. Kürt meselesinin ya kalkınmacı ya da liberal çok kültürcü bir perspektiften, soyut hukuki bir eşitlik üzerinden çözülmesini, öteki için ziyadesiyle yeterli ve kendisi açısından da yararlı ve konforlu görürler. İşte bu yüzden bu kesimler Kürtlerin demokratik özerklik üzerinden ifade edilen özyönetim taleplerini hızlıca bir tür çok kültürlülüğe tercüme etmeye gayret ederler. HDP bu nedenle Kürtlerin eşitliğe ve özyönetime dair talep ve beklentileri ile eğitimli orta sınıfa mensup Batı metropollerinde yaşayan Türkiyeli nüfusun demokrasi ve çok kültürlülük talepleri arasındaki mesafeyi kat etme konusunda tökezlemektedir.
Kürtler İçindeki Farklılaşmaİkinci paradoks: Batı ile Doğu arasındaki paradoksun yanında HDP özellikle kentselleşme ve zorunlu göç sonucunda Kürt nüfusu içindeki sosyal eşitsizliği ve kültürel ve ideolojik çeşitliliği idare etmek konusunda ciddi bir handikap yaşamaktadır. Her ne kadar Kürtlerin ezici çoğunluğunun idari statü talebinde “demokratik özerkliğin” (ulusal) özerklik ayağında ortaklaşsa da demokratik (toplumsal) ayağını oluşturan nasıl bir Kürtlük, nasıl bir hayat, nasıl bir ekonomi sorusunda farklılaşmaktadır. Başka bir ifadeyle, Kürt coğrafyasında idari statü talebinde bulunan orta sınıf Kürtler ile idari statünün ötesinde toplumsal eşitsizliği yaratan yapısal koşuların dönüşümünü arzulayan yoksul – emekçi Kürtler arasında siyasi bir ayrışmanın belirginleştiğini görüyoruz. 7 Haziran seçimiyle orta sınıf dindar Kürtlerin de HDP’yi desteklemesiyle bu sınıfsal ve ideolojik farklılık çok daha fazla önem arz etmektedir. Başka bir ifadeyle, orta sınıf dindar Kürtler nasıl bir Kürtlük ve nasıl bir toplumsal hayat sorusuna verdikleri yanıtlar bakımından, toplumsal dönüşümü ve (sosyal ve cinsiyet) eşitliği içeren demokratik özerkliği kent mekanlarında inşa etmeye kalkışan alt tabakadan gelen radikal gençlerden farklılaşmaktadır. Bu iki kesim arasındaki mekânsal, sosyal ve duygusal mesafeyi HDP’nin nasıl kapatıp idare edeceği sorusu gelecek dönemde daha da önemli olacaktır. HDP’nin tabanının üçte birini son seçimle bu muhafazakar kesimin oluşturduğunu ve 1 Kasım seçimiyle bir kısmı oy kullanmayan ve bir kısmı tekrar AKP’ye dönen söz konusu nüfusun bu toplumsal kesimden geldiğini hatırlatmakla yetinelim.
Bitirirken
Savaşın tekrar başlamasıyla ve 1990’ları aratmayan devlet şiddeti ve medya sansürü (demokratik siyasetin alanını daralttığından) bu dönüşüm sürecini frenlemiş, ırkçılığı ve linç kültürünü körükleyerek demokratik itirazları sessizleştirmiş, Türkiyeli nüfusun önemli bir kısmını tekrar eski pozisyon ve kategorilere itmiş görünmektedir. Kürt bölgesinde çatışmanın ve operasyonların hız kazanması ile demokratik araç ve yöntemlerle mücadele veren HDP’nin hem Türkiye’nin batı metropollerinde hem de Kürt bölgesinde hareket alanı daralmış, savaş Kürtlerin siyasi figürlerini bir felaketten diğerine koşturan bir pozisyona iterek siyaset yapma zeminini ve araçlarını zayıflatmıştır. Bu savaş bir taraftan Kürtlerin bir kısmını kenetleyip duygusal olarak Türkiye’den koparmayı hızlandırmış, diğer taraftan demokratik siyaset yapan orta sınıftan siyasi Kürt figürlerle, alt tabakadan radikal Kürt gençliği arasındaki ideolojik ve duygusal mesafeyi açma potansiyeli taşıdığını, devletin de bu sınıfsal, mekânsal ve duygusal mesafeyi derinleştirme konusunda mesai harcayacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.
Bibliyografya:
Haydar Darıcı 2015. Taş atan Çocuklardan Öz savunma Birliklerine. http://ozgur-gundem.org/haber/145837/tas-atan-cocuklardan-ozsavunma-birliklerine
Bülent Küçük 2013. Türkler Nasıl Türkiyelileşir, http://t24.com.tr/haber/turkler-nasil-turkiyelilesir,237573
Achille Mbembe 2003. “Necropolitics”, Public Culture 15(1).
Barış Ünlü 2015. Türklüğün Kısa Tarihi http://bianet.org/biamag/siyaset/164092-turklugun-kisa-tarihi-1
- Göç Sorun Değil Güçtür* - 31 Ağustos 2021
- Hedef alınan, üniversitenin bunca sene hanesine yazdığı kültürel ve simgesel gücüdür - 11 Ocak 2021
- Palavra Meydanı - 30 Ekim 2020