Korona virüsü salgınında yaşımdan ve kronik hastalıklarımdan (KOAH ve Kalp-Damar) dolayı birinci derecede risk grubundayım. Eşim eczası olduğu için her gün işyerine gidip geliyor. Bu nedenle benden daha fazla riskli bir konumda bulunuyor. Akşamları eşimin eczane deneyimlerinden, halkın salgına karşı gösterdiği tepkilerden ve trajikomik durumlardan söz ediyoruz. Konuştuğumuz halk sağlığı uzmanı arkadaşlarımız salgınla mücadelede “sosyal mesafe ve hijyenin” önemini vurguluyor. Bu iki önlemi çocukluk yıllarımdan biliyorum: 1950’li yıllarda yaşadığım kasabada verem salgını vardı. Halk arasında “ince ağrı” ve “çaresiz hastalık” denilen veremden çok sayıda ölümler olurdu. İlkokuldayken öğretmenimiz veremin solunum yoluyla insandan insana geçtiğini anlatarak hastalardan uzak durmamızı anlatır, evimize gittiğimizde ebeveynlerimizi uyarmamızı ve hasta ziyaretlerinden uzak durmamızı söylerdi. Ben bunu bir ödev gibi algılar, eve gidince aileme ve okulda çocuğu olmayan komşulara anlatırdım. Çünkü küçük teyzem ve halam veremden ölmüştü. Onları ziyarete gittiğimde odalarına girmeden kapı aralığından karyolada yatarken görmüştüm. Bana el salladıklarını hatırlıyorum.
***
Korona salgını ortaya çıktığında iktidar, öğrencilerden başlayarak iş ve yaşam alanlarında toplumu aydınlatma çalışmaları yapmak ve ciddi önlemler almak yerine, salgını gizlemeyi ve ancak zorunla bazı adımları atmayı yeğledi. İktidarın “evde kal”, “hayat eve sığar” gibi sloganları hangi amaca hizmet ettiğini tartışmadan solcular dahil toplumun büyük bir kesimi benimsedi. Oysa bu slogan sokağa çıkma yasağı ve ev hapsi demek. Ev hapsi ise yeni infaz yasasında da revize edilen bir cezalandırma biçimi. Üstelik yaş sınırı ve özellikle 65 yaş üstüne getirilen yasak bir kuşağı cezalandırmak anlamına geliyor. Bu uygulamaya neredeyse hiç kimseden bir tepki gelmedi ve nihayet uygulamadan 2, 5 ay sonra bir grup 68’li Facebook üzerinden tepki vermeye başladı. Sayıları 7,5 milyon olan bu kesimin bir bölümü 68 ve 78 kuşağını oluşturuyor. Bu iki kuşak sokağa çıkma yasaklarının ne anlama geldiğini, darbe ve sıkıyönetim koşullarından ve en son Cizre, Nusaybin ve Sur’daki yasaklardan bilir. Ama bunlar hiç kimsenin umurunda değil. Adeta her şey unutulmuş ve korona salgınından başka düşünmez hale gelinmiş durumda. İşçiler ölümüne ve adeta çalışma kampları koşullarında çalıştırılıyor. Sokaklar ve marketler maskeli baloyu andırmaya başladı ve sosyal mesafeye kimsenin uyduğu yok.
***
Gündüzleri kendimden daha yaşlı olanlardan başlayarak telefonla ulaşabildiğim tüm arkadaşlarımı ve dostlarımı arıyorum. Onlarla empati kurmaya çalışıyorum. Benzer şekilde beni arayan arkadaşlarım da oluyor. Sanırım en fazla telefon konuşmalarını korona günlerinde yaparak telefon şirketlerine bir hayli para kazandırıyoruz. Telefon muhabbetlerinde, daha çok korona virüsünün şu ana kadar yarattığı ve daha sonra da devam edecek küresel krizin yarattığı ağır ekonomik ve siyasal tahribatın çok yönlü etkileri üzerinde duruyorum. Yaşadığımız çağın tüm temel sorunlarını sınıf mücadelesi perspektifiyle irdelemeye çalışan bir Marksist olarak, ulusal, sınıfsal, cinsel, etnik, kültürel, ekolojik ve etik sorunları irdelemeye çalışıyorum.
***
Telefonla korona muhabbeti yaptığım bazı arkadaşlara, kapitalizmin tarihinin bu geniş çaplı küresel krizinin toplumsal bir krize yol açabileceğini ve bunun da devrimci bir kriz olasılığını yaratabileceğini söylüyorum. Ev hapsi koşullarında biraz moral vermek amacıyla ve espri ile karışık bir şekilde böyle bir durumda ellerimizde kızıl bayraklarla yine devrim ve sosyalizm sloganlarıyla sokaklara dökülebileceğimizi filan anlatıyorum. Böyle bir durum neler yapmamız gerektiğini tartışıyoruz, ama böyle bir olasılık için hiçbir hazırlık yok. Bu konuda dünyadaki Komünist ya da sosyalist hareketlerin bir programından söz etmek mümkün değil. Her şeye karşın devrimci bir durum olasılığının kapitalist emperyalist zincirin zayıf bir halkasının kopma durumuyla ortaya çıkabileceğinden söz ediyorum. Bu söylediklerime karşı “olmaz öyle şeyler” ya da “ah bir olsa” diyenler oluyor. Ben de her şeye karşın bunu umut etmemiz gerektiğini söylüyorum. Hiçbir devrim anının önceden kestirilemediğini ve gerçekte emekçi sınıflar ve kitlelerin işi olan devrimin bir anda patlayabileceğini vurguluyorum. Bu konuda Lenin’den örnek veriyorum: Lenin 1916’da, kayınvalidesine yazdığı mektupta, “Galiba bizim kuşak devrimi göremeyecek” diyordu. Ama bir yıl sonra Rusya’da devrim oldu. Hemen Rusya’ya dönen Lenin, Nisan Tezleri ile Şubat devriminden 8 ay sonra Ekim Devrimi’ne önderlik etti.
* **
Korona muhabbetlerinde 68’lilerle Dev-Genç tarzı “mavra” yapıyoruz. Dünya 68 hareketi ve Türkiye 68’liler üzerine konuşuyoruz. O yıllarda en geç 10 yıl içinde Türkiye’de devrimin gerçekleşeceğine inandığımızı hatırlatarak devrimi olan inancımı yineliyorum. Bizden sonra gelen 78 kuşağının böyle bir hayali yoktu ama 68’in devrimci geleneğini sürdürdü. Egemenler hala bu iki kuşaktan korkuyor olmalı ki, bu kez bizleri evlere hapsetti. Şimdi yeniden “devrimci kriz”, “devrimci dönem”, gibi kavramları yeniden tartışmalıyız. Çünkü yaklaşık 50 yıl önce kıyasıya tartıştığımız bu sorunları iyice unutmuş durumdayız. Devrimci dönemlerde veya “devrim anlarında devrimci olmak “yerine -ki devrim anında herkes devrimci olabilir- önemli olan eşitlik, özgürlük, demokrasi ve devrim mücadelesini en zor koşullarda bile kesintisiz bir şekilde sürdürmektir. Dünya, bölge ve ülke koşulları yeni devrimlere gebe haldeyken, geçmişin menkıbeleriyle avunmak ya da devrimci gibi düşünmek yetmez, aynı zamanda devrimci bir yaşam tarzının sürdürülmesi gereklidir.
***
Korona virüs salgınından kurtulmak, devletin, siyasal iktidarın veya Cumhurbaşkanının tek başına baş edebileceği bir sorun değil. Böyle bir salgın kapitalizm koşullarında değil de demokratik bir toplumda ya da sosyalist sistemde yaşansaydı, hiçbir şey böyle olmazdı. Demokratik bir toplumda sonu insani ve etik değerler düzeyinde ele alınır, demokratik ilişki, işleyiş ve katkı bağlamında halkın ortak dayanışma bilinciyle giderilmeye çalışılırdı. Eski reel sosyalist ülkelerdeki gibi değil tabi ki. O geleneği sürdüren Kuzey Kore ve Türkmenistan gibi ülkeler “korona” demeyi bile yasakladığı için oralarda neler olduğunu bilmiyoruz. Benzer biçimde Çin’de salgının ortaya çıktığı günlerde kamuoyundan gizlendiğinin ortaya çıkması, birçok konuda olduğu gibi bu konuda da Çin oligarşisinin totaliter anlayışını yansıtıyor. İngiltere, Fransa, İtalya, İspanya ve ABD gibi emperyalist ülkelerde sorunun “sürü bağışıklığı” olarak ele alınması ve ayrıca Türkiye dahil birçok ülkede salgının boyutları ve ölen insan sayılarının sistemli olarak gizlenmesi, kapitalizmin sömürü ve tahakküm barbarlığının geldiği aşamayı gösteriyor.
***
Aslında küresel ölçekte bir savaş yaşıyoruz: Bu silahlı bir savaş değil, tüm insanlığı etkileyen ve görünmeyen bir virüs yoluyla başlaşan korona savaşı. Tarihte bundan daha ağırlarının yaşandığı ve insanlık için dramatik sonuçlara yol açan salgın hastalıklar savaşından biri. Geçen yüzyıldan beri sayısı ve ortaya çıkma olasılıkları iyice artan ve önümüzdeki yıllarda insanlık için daha tehlikeli hale gelecek yeni salgınlar döneminden söz etmemiz gerekiyor. Bu süreç kapitalist barbarlığın giderek artan oranda doğanın ağır ve çok yönlü tahribatının sonuçlarından kaynaklanıyor. Ayrıca her savaşın yarattığı bir yıkımın, ölümün, açlık ve sefaletin olduğunu ve her savaş sonrası yaşanan yeni bir dönemin başladığını biliyoruz. Bu nedenle “yeni normalleşme” denilen döneme hazırlıklı ve henüz salgın riski ortadan kalkmadığı için dikkatli olmalıyız. Eğitim, kültür ve bilim alanlarının sığlaşmasının ya da körleşmesinin hızla devam ettiği Türkiye’de, başta halkın temel gereksinimleri olan eğitim ve sağlık sistemi olmak üzere tamamen ranta ve talana dayalı ekonomik ve siyasal politikaların sorgulanması iş ve yaşam alanlarında alınması gerekli olan tedbirlerini önemini artırıyor.
***
- Siyasal Önderlikler ve Sosyalizm Anlayışı – Şaban İba - 14 Haziran 2024
- Eğitimde müfredat sorunu! - 26 Mayıs 2024
- Solun Durumunu Yeniden Düşünmek! - 20 Mayıs 2023