“Kapitalizmin Anneliği”*

Tüm dünyada neoliberalizmin kadınlar üzerindeki etkisinin gün geçtikçe ağırlaşıyor olduğu malum. Bunun Türkiye’de yansımalarının neler olduğunu ise başka yazılarda çokça tartıştık. Bu süreç, bir yandan kadınların “hiç olmadığı kadar çok yasal hakka ve uluslar arası sözleşmelerin güvencesine” sahip oldukları, bir yandan da hak-eşitlik-özgürlük- kadınların güçlenmesi gibi kavramların tezat bir biçimde “yeni muhafazakârlık” tarafından da içerildiği bir sürece işaret ediyor. Türkiye örneklemine bakın; memleket tarihinde belki de daha önce hiç olmadığı kadar çok yasal düzenlemenin yapıldığı, herkesin dilinde “kadın hakları”nın olduğu bu dönem, “muhafazakâr-demokrat” AKP’nin kadınların tüm kazanılmış haklarını fiilen kullanılamaz hale getirdiği dönemin de ta kendisi.

Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin belirli uğraklarında nasıl ve neden değişti? Ayırt edici yönü kadınların “hep bir adım geri” varlığı ve ailenin kutsal önceliği olan muhafazakârlığın bu değişimdeki rolü neydi?  Neoliberalizm, kadınların hak ve eşitlik mücadelesinin temel kavramlarını kendi söylemine massederek nasıl kullanabildi? Bunu yaparken nasıl rıza üretti? Yeni muhafazakârlık kadın hakları söylemini neden ve nasıl değiştirdi?  Bu zor sorulara ancak çok kısıtlı bir cevap niteliğinde olan bu yazıda, muhafazakâr ideolojinin kapitalizmin ihtiyaçlarına göre kadınları “aile, anne ve eş” olarak tariflerken nasıl şekillendiğini ele almaya çalışacağız.

“REFAH DEVLETİ”NİN ANNELİĞİ
1. Dünya Savaşı’nın kadını yeni rollere ittiği süreçte, kadınlar erkeklerden boşalan üretim alanında kitlesel olarak işgücüne katıldı. Bu süreçte kadınlar

“eşit statü ve refah paylaşımı, yasal koruma ve siyasal haklarının” kurumsallaşmasını talep etmişlerdi. Savaş sonrası erkeklerin “asıl emek gücü” olarak sahneye dönmesi ve işgücü sayısının artışı kadınların emeğini yine ucuzlaştırırken, bir yandan da bu hakların ataerkil aile anlayışını el üstünde tutan politikalarla kadınların değil ailelerin korunmasının gereği olarak arz edilmesini de kolaylaştırdı.

Savaş sonrasının yarattığı nüfus sorunu kadınların konumlarını ve hak taleplerini belirledi. Savaş sonrasında kadınların “doğal görevi” olarak görülen annelik, kamusal bir görev sayıldı. Kadınların doğurmaya ve üretim için gerekli emeği hazırlamaya, yani yeniden üretim görevine dönmeye çağrıldığı bu dönemde kadınların “sosyal güvenlik” hakları daha çok annelik haklarını içeren, aileyi önemseyen “refah hakları” içinde tanımlanmıştı.[2] Piyasa merkezli refah anlayışında kadınlar, yine annelik anahtar rolü bağlamında ele alınmış, ailenin birleştirici öğesi, doğurganlığını sorumlulukla birleştiren “yuvayı yapan dişi kuş”laştırılmışlardı. Birçok ülkede kürtaj yasaklanmış, destekleyici aile ve çocuk yardımı programlarıyla kadınlar için ev cazip kılınmış, ev ekonomisi anlayışı geliştirilmiş, çocuk büyütmede profesyonel destek için anne ve çocuk merkezleri kurulmuştu. Anneliğin ilk dönemlerinde çalışmanın “annelikle bağdaşmayacağı” fikri yaygınlaştırılırken, emekçi sınıflardan gelen kadınların yaşamsal çalışma zorunlulukları devam etmekteydi. Ayrıca “evinde mutlu eş ve anne” mottosu da yeniden sandıktan çıkarılmış ve tedavüle sokulmuştu. Üstelik vatandaşlık kavramı, istihdamda yer alma ile belirlenmiş, bu nedenle de sosyal haklardan yararlanan ve sosyal görevleri olan tam vatandaşlık “erkeklere” atıfla şekillendirilmişti[4].

1960’ların kadın hareketi, ağırlıklı olarak feministler refah programlarında kadınların annelik rolünün bu kadar belirleyici olmasını eleştirmiş, kadınların annelik hizmetlerinin onların yoksulluğunu kalıcılaştırdığını söylemiş, bunun da “Keynesci refah devletinin” ataerkil bir biçimde yapılandırılmasının sonucu olduğunu öne sürmüştü. Refah programlarının çoğunun erkek egemen bir bakış açısıyla düzenlendiği, kadınları çalışma yaşamından uzaklaştırdığı tartışılıyordu.  Feministler “refah devleti”nin, kadınları kapitalizmin ve erkek egemen kültürün gereksinimlerine hizmet etmek için asgari yaşam standardına mahkûm, bağımlı bir yaşam sürmeye zorladığını söylediler.

Sosyal yardım programlarının çalışan kadınları da içerecek biçimde geliştirilmesini sağlamak için sosyal haklar ve eşitlik temelinde mücadele veren kadınlar “ücretsiz kreş, ücretsiz bakım, üreme haklarının korunması, demokratik temsiliyet vb.” gibi kazanımlar elde etti. Bu çerçeveden bakıldığında “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi- CEDAW”ın 1979’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilmesini “refah devleti”nin kadın projesinin uluslararası düzeydeki ifadesi olarak ortaya çıktı.[5]

“KUTSAL AİLE”YE GERİ DÖNÜŞ

1970’li yıllar kapitalizmin tüm dünyada yeniden politik ve ekonomik krizlerle sarsılmaya başladığı yıllar olmuştur. Sermaye krizinin çözümünde devletin  sosyal sorumluluklarından uzaklaşması kadınların meşru annelik haklarını ve refah yardımlarını da sorgulatmaya başladı. “Refah devleti” paradigması değişti. Kapitalist birikim sürecinin yeniden güvence altına alınması için üretim örgütlenmesinde radikal değişikliklerin yanı sıra işgücü maliyetlerinin de düşürülmesini hedefleyen köklü değişimler gündeme geldi. Kapitalizmin yaşadığı krize yanıt olarak ortaya çıkan ve neoliberalizm ile muhafazakârlığı birleştiren bu anlayış, kendine özgü birey, devlet ve kamu yönetimi tasarımını gündeme getirdi. Yani, neoliberalizm ve muhafazakârlık, devlet-birey, devletkadın arasındaki ilişkilerin yeniden tanımlanmasını gerektirdi. Sosyal yardımların kadınların refahlarını artırarak, çekirdek aile yerine tek ebeveynli aile formlarının oluşmasına yol açtığı, yoksulların daha fazla çocuk sahibi olmasına neden olduğu, “toplumun temeli olan” aileyi çürüttüğü ve değerleri dejenere ettiği savı aldı yürüdü. Muhafazakâr bir bakışla kadınların ve yoksulların çalışma alışkanlıkları ile “kutsal ailenin bozuşturulduğu” iddiası güç kazandı.

1980’lerde Reagan, Thatcher ve Kohl’da simgeleşen muhafazakâr politikalar ilk elden kadınların kazanımlarını ideolojik bombardımana tuttu. İngiltere’de Thatcher’in iktidara gelmesi ile sağlığa, eğitime, barınmaya, bakım hizmetlerine verilen devlet desteği yavaş yavaş geri çekildi. Oluşan toplumsal ve ekonomik açığın kapatıcıları zaten çoktan evlerine dönmeleri beklenen kadınlardı. Thatcher döneminde annelikle ilgili sosyal güvenlik hakları sosyal yardıma dönüştürüldü. “Refah anneleri” olarak adlandırılan ve yardımları hak etmediği söylenen kadınlar için çocuk yardım programları ortadan kaldırıldı. Çocuklarına tek başlarına bakmak için alınacak devlet desteği yerini babalardan nafaka istemeye bıraktı, kadınlara eğer sorunla karşılaşmak istemiyorlarsa “sıcak yuvalarına” dönmeleri salık verildi. “Kutsal aile” ve kadınların doğaları gereği ailenin ve evin merkezinde yer alması gereken varlıklar olarak kurgulandığı muhafazakâr anlayış televizyon dizilerinden reklamlara, kamusal kampanyalara kadar pek çok yerden “kadının yeri evidir” anlayışının boca edildiği bir dönemi doğurdu.

80’lerle ve 90’larla neoliberalizmle kadın emeğinin güvencesizleşmesi, ev içi hizmetlerin ve bakım hizmetlerinin yeniden kadının sırtına bırakılması, bu alanın ticarileştirilmesiyle birlikte kadınların bu hizmetlere ulaşabilmesinin iyice sınırlanması ev içindeki kadın emeğinin yükünü artırdı.

YENİ DÜNYA DÜZENİNE HOŞGELDİN KADIN EMEĞİ!

SSCB’nin çöküşü, işçi sınıfının örgütlülüğünün geriletilmesi ve yeni dünya düzeniyle beraber neoliberalizmin dizginlerinden boşalması bu süreçte şunu da beraberinde getirdi: Sermaye uluslararası ölçekte daha rahat hareket edebilir olmaya başladığında üretim süreçleri parçalanmaya başladı. Yani bir malın üretiminde gereken her parça ya da her aşama başka bir yere taşınabilir oldu. 90’larla beraber sermaye kendi üretim süreçlerini parçalayınca “ucuz ve denetlenebilir” kadın emeğini kullanma konusunda daha iştahlı oldu. Yeni çalışma biçimi esnekleşme, güvencesizleştirme batağı öncelikle kadınları içine çekti. Kadınlar “aile bütçesine katkı” adı altında gönderildikleri evlerden apartma atölyelerde bu çarkın dişlisi haline getirildi. Yoksulluk ve işsizlik parça başı üretimin korkunç koşullarda gerçekleştiriliyor oluşuna katık edildi. Sonuç sermaye için iyiydi iyi olmasına ya, yoksulluğun artık “sürdürülemez” boyutlara gelişi tehdit yaratıyordu.

KADINSIZ KALKINAMAYAN NEOLİBERALİZM

Bu süreç, aynı zamanda devletin yeniden yapılandırıldığı ve iktidarın yeniden kurgulandığı bir dünya düzeninin şekillendirildiği bir süreç. Sermayenin sorunsuz dolaşımı için yeniden şekillendirilen devletler uluslararası sermaye örgütlerinin yapısal uyum programları ve kalkınma ajanslarıyla şekil verdiği politikalarla dönüşmeye başladı.

Gündeme “yönetişim” kavramı sokuldu. “Katılımcılığın artırılması ve demokratikleşme” ya da “sorunun taraflarının çözümün de tarafları olması” gibi “hoş” ifadelerle anlatılan bu yeniden yapılandırmada kadınlara da önemli roller verildi. “Kadınların kalkınma anlayışının merkezine alınması” hikâyesinin ortaya çıkışı IMF ve Dünya Bankası’nın 90’lı yıllardan itibaren krizleri tahmin etme ve yönetmedeki başarısızlığını kabul etmesinin hemen arkasından gerçekleşti. Bu başarısızlık anlatılarının önemli bir kısmı “kadınların görmezden gelinmesi kalkınma hedeflerinin başarısına gölge düşürmüştür” cümleleriyle yapıldı. Bir de tabi “sürdürülebilir kalkınmanın ancak ve ancak kadınların güçlenmesi ile gerçekleştirilebileceği” gibi süslü cümleler de vardı. “Eşitlik, sosyal haklara erişim, güçlenme, söz sahibi olma ve demokrasi” talepleri

“sürdürülebilir kalkınma” anlayışı içerisinde güzelce yedirildi. Demokrasi bir “katılım” meselesine indirgendi. Katılımı da “sivil toplum kuruluşları” aracılığıyla gerçekleştirmeyi hedefleyen bir yaklaşım izlendi. Kadınların ve kadın örgütlerinin “kadın sorunu”nun tarafı ve “çözümün parçası” olarak masaya davet edilmeleri, yeni bağlamın olmazsa olmaz bir parçası idi.  “Katılımcı kalkınma” söyleminin 90’lı yıllarda ulusal hükümetlerin, DB’nin, BM ajanslarının desteklediği kalkınma program ve projelerinin temel bileşeni haline gelerek düzen içi bir kavrama dönüşmesi gibi “kadınların güçlenmesi” de düzen içi bir kavrama dönüştü.

NEOLİBERALİZME “KADIN DOSTU” MAKYAJI 

1990’larla birlikte küreselleşme adı altında dünyanın her mahallesine sızan “kadınların güçlendirilmesi, iş ve aile yaşamlarının uzlaştırılması” ideolojik bombardımanı çok önemli bir işlev taşıyordu: neoliberalizme “kadın dostu” makyajı yapmak. Birleşmiş Milletler kararlarıyla, Batı destekli fonlarla tüm dünyada kadın on yılları ilan edildi. 90’lardan bu yana tüm dünyada “kadının insan hakları” söylemi çerçevesinde ve neoliberal politikaların bir parçası olarak kadınlara “eşit fırsatlardan yararlanan yurttaşlık” sunulması kapsamında bir eşitlik tanımı var. Bu tanımlama, piyasanın talepleri bağlamında “rol eşitsizliklerinin giderilmesi” amacıyla gündeme geldi. Fırsat Eşitliği politikaları herkesin diline pelesenk oldu. Bu eşitlik, eğitimli üst orta ve üst sınıf kadınlar için yeni imkânlar yaratırken (holding yönetim kurullarında kota vs gibi), alt sınıflar için sadece düşük ücretler, güvencesiz çalışma ve bakım emeğinin tüm yükünü üstlenerek işgücüne katılabilme hedefi anlamına geldi. Neoliberalizm, vitrinini toplumsal cinsiyet eşitliği kavramıyla süslerken gündelik hayatın içinde kadın emeğine köle olmaktan başka seçenek sunulmuyordu.[6] Ama kadın hareketinin kimi bileşenleri, toplumsal hareket sendikacıları, sosyal demokratlar ve liberaller de neoliberalizmin yeniden yapılandırılmasının ana eksenine kadınların neden ve nasıl oturtulduğunu göremediler.

Bugünlerde Dünya Bankası, IMF ve Birleşmiş Milletlerin yürütücülüğünü yaptığı kalkınma anlayışının yeniden elden geçirilmesi söz konusu. “Yeni” kalkınma anlayışının temelinde hangi kesimlerin olacağına ilişkin açıklamalar da yapıldı kısa zaman önce: gençler ve kadınlar, ama özellikle kadınlar! Açıklamada şöyle deniyor: “2015 sonrası kalkınma gündemi çerçevesi içerisinde, kadınların güçlenmesi ve toplumsal cinsiyet eşitliği öncelikler arasında en başa alınmalı ve aynı zamanda toplumsal, kültürel, ekonomik ve politik haklarla ilgili tartışmaların da merkezinde tutulmalıdır. Bu alanlara ilişkin yatırımlar, yalnızca etik bir mecburiyet değil, aynı zamanda ülkelerin sürdürülebilir ekonomik kalkınma ve toplumsal istikrara ulaşması için de itici bir güçtür. Sağlıklı aileler, krizler ya da çevresel etkiler karşısında daha dayanıklıdır. Bu direnç, sürdürülebilir olmayan üretim ve tüketim paternlerindeki değişimle birleştiğinde kısıtlı kaynaklar ve hassas ekosistem üzerindeki endişeleri azaltabilir. Evin geçimini ve bakımını üstlenen, gıda üretiminin ve gelişmekte olan ülkelerdeki tarımsal işgücünün neredeyse yarısını oluşturan, krizlerden etkilenen ülkelerde barışı inşa eden ve giderek artan şekilde siyaset ve iş dünyasında liderliğe soyunan kadınlar, ulusların temelindeki güçlü ailelerin ve toplumların belkemiğidir. Dünya nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, aynı zamanda ekonomik büyümenin ve yoksulluğun ortadan kaldırılmasının temeli olan küresel insan sermayesinin de yarısını temsil eder. Kadınlar ayrıca çocuklarının okul ve sağlık harcamaları gibi kalemlerde, gelirlerinin erkeklere oranla çok daha büyük bir bölümünü aile ve toplum bütçesine katkıda bulunmak için kullanıyor; dolayısıyla yoksulluğun azaltılmasına yardımcı oluyorlar.”[7]

Piyasa ekonomisinin emek kesimine sınır tanımayan saldırısı emekçilerin

“vatandaş” statüsünü değiştirdi. Artık güvenceli bir iş, güvenceli bir gelecek koşulunun olmadığı bir toplumda sürekli iş, sosyal güvenlik, emeklilik vs haklarını yitiren ve gelirleri sürekli azalan emekçiler aile-cemaat- tarikat bağlarına sığınmak zorunluluğu ile karşı karşıya. Bu durum ise esas olarak kadınların yükünü daha da artırırken, onları aynı zamanda hane reislerinin, cemaatin, mahallenin insafına terk ediyor. Göz önünde olmadıkları, sorunları gündeme taşımadıkları, talepkar olmadıkları, örgütlenip haklarını aramaya kalkışmadıkları, hane geçimini sessiz sedasız üstlenip işgücü maliyetini düşürdükleri sürece tüm bu gelişmeler “toplumsal sermaye” adıyla kutsanabilir bile. Neoliberalizmin geliştirip ihraç ettiği yeni muhafazakârlık sermaye için pek hayırlı ne de olsa!

1970’lerin krizine bir yanıt olarak başlayan emeğin esnekleştirilmesi süreci, muhafazakârlaştırmayla el ele şekillendirildi. Esnekleşme elbette erkekleri de işsizleştirir, güvencesiz işlere mahkûm eder. Ayrıca yükselen erkek işsizliğine karşı kadınların ailenin sağladığı ekonomik garantiyi kaybetmeleri söz konusudur, buna karşın işsizliğin yarattığı sonuçların karşılanması ve sosyal koruma masraflarının azaltılması için yine de aile içinde kalmaya devam etmeleri gerekir. Ve bu böyle sürüp gittikçe de içinden geçtiğimiz çok yönlü krizde “düzeni” muhafaza etmek için muhafazakârlığın dozu da bir o kadar artırılacaktır.

Ailenin kutsallığı ve cemaatin denetimi ile şekillenen “millet”i esas alan “demokrasi”nin, çok yönlü ekonomik ve politik hamlelerle şekillendirilen düzenin “muhafazası”dır artık esas olan. Bu dönemin kurucu aktörü olan siyasi partilerin kendilerine “muhafazakâr demokrat” demelerinin altında yatan da budur.

BİZİM MEMLEKETİN MUHAFAZAKÂR DEMOKRATI KADINLARA NE VAAT EDİYOR?

Bu sürecin Türkiye’deki kurucu aktörü olarak AKP’ye baktığımızda partinin kendisini ideolojik açıdan “muhafazakâr demokrat” olarak tanımlamasındaki niyeti görebiliyoruz.

Üç çocuk söylemi, SSGSS yasası ile kadınlar ya babaya ya da kocaya bağımlı olarak aile içinde yaşamaya mahkûm edilmesi, aile ve ev kadınlığı eğitim programları, kürtajı yasaklama denemeleri, “aile ombudsmanlığı” düzenlemesiyle boşanmak isteyen kadınlara yönelik engelleme mekanizması derken… Evlilik kurumu kadınlar için her zamankinden daha çok sosyal güvenlik sağlayan bir istihdam sözleşmesine dönüşmekte. Bugün de boşanmaların rapora bağlanması, evlenen öğrencilerin kredi borçlarının silinmesi, 25 yaşından küçük evli çiftlere verilecek krediler,  “kızlı erkekli” yaşayan evlere başbakanın tek sözüyle yapılan baskınlar gündeme geldi. Bir yandan da “kadın istihdamını artırmak” gayesinin ardına gizlenen ucuz emek gücü inşası, çalışma yaşamının kadınlar açısından cehenneme çevrilmesi, sosyal devlet kalıntılarının da temizlenerek yükün kadınların omzuna bindirilmesi, evlerin fabrikalara dönüştürülmesi süreci “aile ve iş yaşamının uyumlulaştırılması” projesi olarak kadınlara sunuldu. Yalnız yaşayan annelere verilen sosyal yardımlar kesilerek bu kadınlara aldıkları yardımlardan bile daha düşük ücretlerle istihdam zorunluluğu getirildi. Üstelik çocukların bakımına ilişkin olarak, ne çalıştıkları patronlar ne de devlet tarafından herhangi bir sorumluluk üstlenildi. Bunu da kadınları istihdama katma başarısı olarak propagandasına alet etti, aynı İstihdam Paketi ile yaptığı gibi.  Bütün bunların sonucunda ücretli çalışmak da kadınları kurtarmıyor, zira düşük ücretler, uzun çalışma saatleri, esnek ve güvencesiz çalışma tek başına yaşamayı mümkün kılamayacak ölçüde neoliberal-yeni muhafazakâr denetim altında.

İşçi sınıfının kendi kültürel-politik dinamiklerini oluşturduğu çalışma alanı fabrikalardan evde parça başı iş yapan ya da mahallede sadece kadınların çalıştığı bir atölyede çalışarak kocasına katkıda bulunan, vatana millete dini bütün çocuklar yetiştiren kadınlara dönüşüm bu ideolojik dönüşümle beraber şekillendi. Üstelik “fırsat eşitliği ve kadınların desteklenmesi” propagandasıyla…

Yeni muhafazakârlık renkten renge girerek tüm toplumun ve elbette ki kadınların gündelik yaşamının orta yerine taht kurmaya çalışıyor. Elbette ki bu yazıda ele alamadığımız yönleriyle çeşitli boyutları ve katmanlar yaratıyor, sözcüleri her gün yeni bir şey ekleyerek çeşitlendiriyorlar. Kimi zaman bir yasal hakkın gaspı, kimi zaman kadın bedenine yönelik bir saldırı, kimi zaman yok artık denilecek abuk sabuk bir açıklama, kimi zaman ise müjde diye sunduğu bir uygulamayla…

Kadınların “annelik” rolleri kapitalizmin ihtiyaçları dolayısıyla hep gündem oldu. Kapitalizmin değişen ihtiyaçlarıyla şekillenen koşullar kadınların sosyal, siyasal ve ekonomik taleplerinin de değişimine de neden oldu.


[*] Makale, Özgürlük Dünyası dergisinin Şubat 2014 tarihli 250. Sayısında yayımlanmıştır. (Sevda Karaca, Kapitalizmin Anneliği, Özgürlük Dünyası, sayı 250, Şubat 2014)

[2] Prof. Dr. Songül Sallan Gül, “Refah Devletinin Dönüşümünde Kadın Haklarında Annelik Hakkından Çalışma ve Aile Sorumluluğuna Geçiş”, İnsan Hakları Yıllığı, Cilt 27, 2009, s. 49-

[3] Prof. Dr. Saniye Dedeoğlu, “Türkiye’de Refah Devleti, Toplumsal Cinsiyet ve Kadın
İstihdamı”, Türkiye’de Refah Devleti ve Kadın kitabı içinde, sy 212

[4] Yazının ilerleyen kısımlarında da değineceğimiz üzere, Birleşmiş Milletler ya da Dünya Bankası gibi uluslararası kuruluşların cinsiyet eşitliğini kalkınmanın ve modernleşmenin ana unsurlarından biri haline getirmiş olması masum bir proje değil elbette. 1979 yılında “Kadınlara Karşı Her tür Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi”yle (CEDAW) uluslararası bir norm haline gelen “toplumsal cinsiyet eşitliği” hedefinin kadınlar için eşit haklar öngörmenin ötesinde birçok değişim gerektirdiği açık. Ekonomik, siyasal ve toplumsal alanlardaki tüm politika ve programların uluslar arası güçlerce tasarlanmaya açılması, uygulanması ve değerlendirilmesine cinsiyet eşitliği zorunlu bir boyut olarak katılırken “az gelişmiş ülkelere yapılan kalkınma yardımlarında kadının güçlenmesi ve kalkınmaya katılması yönündeki projelerin uygulamaya konulması demokrasiyi bir katılım sorununa indirgeyen ve kadın-erkek eşitliğini liberal “fırsat eşitliğine” dönüştüren, böylelikle örneğin güvenceli çalışma hakkını “kadınların özgür girişimciliğinin desteklenmesi”ne evrilten bir dönüşümü de beraberinde
getirdi. Çok kapsamlı bir tartışmaya ihtiyaç duyan bu “uluslararası örgütlerin ve kurumların
kadın sorununu keşfi ve neoliberalizmin eşitlik söylemi”ne ilişkin geniş tartışma ancak başka
bir yazının konusu olabilir. Ama konuyla ilgili tartışmayı http://calismatoplum.org/sayi29/koray.pdf adresinden ve Gülay Toksöz’ün Kalkınmada Kadın Emeği kitabından takip edebilirsiniz.

[5] Ünlü feminist Nancy Fraser “Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu” makalesinde bu süreçte “kimlik ve farklılık” söylemiyle şekillenen ikinci dalga feminizmin argümanlarının ve örgütlenme biçimlerinin neoliberalizmi meşru kılan bir yanı olup olmadığını sorgular ve şöyle der: “İkinci dalganın neden olduğu kültürel tutumların yaygınlaşması, feminist aktivistler tarafından beklenmedik ve kasıtsız başka bir toplumsal dönüşümün parçasıdır; bu dönüşüm savaş sonrası kapitalizmin toplumsal örgütlenme biçiminde bir dönüşümdür. Bu olasılık daha açık ve kesin bir biçimde ifade edilebilir: İkinci dalganın can verdiği kendi içinde olumlu kültürel değişimler, feministlerin adil bir toplum vizyonuna doğrudan doğruya zıt olan kapitalist toplumun yapısal dönüşümünün meşrulaşmasına hizmet etti.” Nancy Fraser, “Feminizm, Kapitalizm ve Tarihin Oyunu”, Kültür ve Siyasette Feminist Yaklaşımlar, Ekim 2009 sayı 9.

[6] http://www.icpdtaskforce.org/pdf/Post2015DevelopmentAgenda/TR/PolicyBrief.pdf