“Eğer o muhteşemse,
kolay olmayacak. Kolaysa,
muhteşem olmayacak.”[2]
Bu sunuşu dört önerme çerçevesinde geliştirmenin uygun olduğunu düşünüyorum. Fransız burjuvazisinin öncülüğünde “Tiers-état”nın aristokratlara ve Kilise egemenliğine karşı ayaklandığı 1789’dan bu yana “modern” devrimler tarihinin tekrar ve tekrar doğruladığı dört önerme. Bu önermeleri, sınıf devrimlerinin “klasik” kabul edilebilecek üç devrim momenti, 1789 Fransız devrimi, 1871 Paris Komünü ve 1917 Ekim Devrimi üzerinden sınamak uygun olacaktır.
Görelim:
I) Devrimler toplumların altüst olduğu momentlerdir. “En alttakiler”i, en devinimsizleri üste, en “arkadakiler”i öne çıkartır. Hiç kuşku yok ki kadınları da… Öyle ki, kadınların katılımı olmaksızın, “devrim”den söz edilemez.
Egemen bir sınıf, ya da sınıflar blokunun “yönetemez” hâle geldiği, “alttakiler”in ise eski yönetim biçimlerine karşı hoşnutsuzluklarını kitlesel biçimde ve şiddet dahil çeşitli araçlarla dışa vurdukları bir süreçte, siyasal iktidarın, toplumun geri kalanını peşinde sürükleyen bir sınıfın inisiyatifiyle, üretim tarzını dönüştürmek üzere el değiştirmesidir, en genel tanımıyla devrim. O güne dek kurulu düzeni sağlamaya yönelik kuralların geçerliklerini yitirdiği momentlerdir. Hoşnutsuzluğun bu denli ortak, bu denli yaygın olduğunu gören “en alttakiler”in yöneticilerine güven, saygı ve korkularını yitirdikleri, kendilerini konumlarına zincirleyen örf, adet, inanç ve yasaları kırdıkları, kolektif enerjilerini serbest bıraktıkları momentlerdir.
“En alttakiler, en arkadakiler” dedim. Bunlar arasında kadınların hatırı sayılır bir yeri var.
I.1) Fransız Devrimi’nin Anlattıkları
1789 Fransız devrimiyle başlayalım mı?
5 Ocak 1789 Pazartesi sabahı beş-altı bin kadın Versailles’a yürüyüşe geçti; başlarını la Halle’den kadınlar çekiyordu. Artlarından erkekler geliyordu, en gençleri kadın giysileri içindeydi. Çamura belenmiş, yağmur ve terden sırılsıklam, bitik ve sarhoş, kadınların çoğu Marie Antoinette’e tehditler yağdırıyordu. 100-150 kadın tarih yazıyordu. Maillard öncülüğünde Pelican sokağı kadınları ve domuz kasapları burjuva hanımlara, dindar kadınlara, kocalarının kollarından çekip aldıkları kadınlara, ya da saçlarını kesme tehdidiyle ya da ite kaka aralarına kattıkları ev kadınlarına hakaretler yağdırıyordu. Kraliyet sarayının önünde toplanan kadınlar Flandres Bölüğü askerleriyle flört ediyordu (…) Meydanda bir at yere kapaklandı, ve hemen bu yoksul, aç kadınlar tarafından parça parça edildi.
Kadın elebaşlarının Belediye binasının silah depolarından çaldıkları 70 kadar kılıç, kazmalar, kürekler, kancalar ve demir çubuklarla silahlanmış çok sayıda kadın ve erkek o zamanlar Hotel de Menus-Plaisirs’de toplanan Millet Meclisi’ni bastı. Vekiller kendilerini itip kakan öpen, giysilerini çıkartıp sıralar üzerinde kurutan, kusan, şarkı söyleyen (…) kadınları sakinleştirmeye çalışıyordu.
Taine bu kadınları “çamaşırcılar, dilenciler, çıplak ayaklı kadınlar, gümüş vaadiyle gözleri boyanmış kaba saba kadınlar” olarak betimlemekteydi.[3]
- yüzyıl Fransası’nın “en alttakiler”iydiler. Açlık, yokluk ve sefalet yazgılarıydı adeta. Fransız devrimi, tam da Paris’in 70 000 işsizi barındırdığı bir ortamda patlak vermişti.[4] 2 kiloluk ekmeğin fiyatı 8 Kasım 1788’de 12 kuruş, 28 Kasım’da 13 kuruş, 11 Aralık’ta 14 kuruş, Şubat 1889’da ise 14.5 kuruş olmuştu. Bir işçinin gündelik ücreti 18-20, ama işçi eğer kadın ise, 10-15 kuruş arasındaydı. Yani iş bulabilecek kadar şanslı bir kadın emekçi, günde 10-12 saat, bir-bir buçuk ekmek fiyatına çalışıyordu!
Ekmek alabilmek için her gün uzun kuyruklarda beklemek gerekiyordu. Kuyrukta bekleyenler, tabii çoğunlukla kadınlardı. Erkekler ise, genellikle kadınları ite-kaka gerilere atıp sıranın başına geçiyorlardı. Özel olarak dondurucu soğukların bastırdığı 1788/89 kışına uzun ekmek kuyruklarına yakacak sıkıntısı eklenmişti.
Tarih devrimden önce 300’ün üzerinde ayaklanma çıktığını kaydediyor. Çoğunda kadınlar en ön saflardaydı. (Grenoble kentinde 7 Haziran 1788’de patlak veren ayaklanma, öfkeli kadınların garnizondaki birlikleri tuğla yağmuruna tutmasından dolayı, “tuğla günü” olarak geçecektir tarihe…) Dolayısıyla asker-polis şiddetiyle ilk karşı karşıya kalanlar onlar oluyordu. 1788-89 yıllarına ait doktor kayıtlarında düşüklerin sayısındaki artış, çarpıcıdır![5]
Başkaldırdılar. Açlığa, sefalete, baskılara. Ama aynı zamanda kendilerini siyasal katılımdan, eğitimden, mesleklerden uzak tutan ataerkil zihniyete. Ve yalnızca yürüyüşlerle ya da çatışmalara katılarak hoşnutsuzluklarını dile getirmekle yetinmediler. Aynı zamanda feodal ataerkinin kendilerini uzak tuttuğu politik faaliyetlere de soyundular. 1789 Etats Generaux’ya[6] 30 kadar dosya hazırlayıp sundular örneğin: kadınlık durumuna dair şikayetlerini bildirdiler, oy, boşanma, kendi temsilcilerini seçebilme haklarını talep ettiler.
Ya da siyaset yasağını kulüplerin faaliyetlerine katılarak veya kendi kulüplerini kurarak baypas etmeye çalıştılar. Kulüpler edebiyattan siyasete, her şeyin tartışıldığı derneklerdi ve sıradan insanlara politikaya katılmanın aracını sağlıyorlardı. Kadınlara siyasal haklarının verilmesi, bu kulüplerde tartışma alanına girmişti: Dönemin aydınlarından aristokrat Marquis de Condorcet, Temmuz 1790’da kadınların tam siyasal haklarının tanınmasını savunan bir makale yayınladı örneğin. Makale dönemin aydın çevrelerinde hararetli bir tartışma yaratacak, Condorcet çevresinde kendilerine “Sosyal Çevre” adını veren bir kadın hakları savunucuları grubunun oluşmasına yol açacaktı. Bu grup bir süre sonra özel bir kadın seksiyonu oluşturarak kadınların eğitim, boşanma ve mirastan eşit pay alma haklarını da ajandasına kattı.
“Sosyal Çevre” örneği, kadınlar tarafından kurulan kulüplerin mantar gibi bitmesine yol açacaktı: Bunlar arasında en ünlüsü, taşralı bir aktris, Claire Lacomb ve çikolata imalatçısı Pauline Lèon’un Mayıs 1793’te Paris’te kurduğu ve faaliyetlerini kadınların siyasal haklarından çok, onları karşıdevrimci çabalara, özellikle de Girondin’lere[7] karşı seferber etmeyi hedefleyen Devrimci Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği’ydi.[8] Kadınların devrimi savunmak için silahlanmasını talep eden dernek, radikal Montagnard erkekler tarafından dahi, “fazla radikal” bulunacaktı.
Aslına bakılırsa, “fazla radikal” bulunan yalnızca Cumhuriyetçi Kadınlar Derneği değildi. Devrimin “başını yediği” çok sayıda kadın arasında bir kadın özellikle anılmaya değer: Olympe de Gouges.
Olympe de Gouges, ya da gerçek adıyla Marie Gouze Montauban’lı mütevazı bir burjuva ailenin kızıdır. Mutsuz evliliğinden kurtulmak için Paris’e kaçarak kentin hararetli siyasal yaşamına katılır. Önce oyun yazarlığı… Ancak yoksulluk ve yoksunluk, hele ki kadınların yoksulluğu, suskun kalınamayacak kadar yakıcıdır. Olympe konuşmaya başlar. Ateşli bir hatiptir; sözlerine Ulusal Meclis bile kulak verir: “Benim cinsiyetimden söz etmeyelim. Kadınlar da cömertlik ve kahramanlığa aynı ölçüde yetilidir. Devrim bunu birçok kez kanıtladı.” “Kadınların akıllarını yükseltmek için bir şeyler yapılana ve erkekler kadınların zaferini ciddiye alacak kertede açık görüşlü olana dek, devlet refaha erişemez.” Açlık sorununu yok etmeye adamıştı kendini. Burjuva kadınları arasında bağış kampanyaları düzenliyor, yoksullar yararına kamusal fonlar ve devlet atölyeleri düzenlenmesi için çağrılarda bulunuyordu.
Yazgısı, 1789’da yayınlanan “İnsan Hakları Bildirgesi”nin, tek kelimesi değiştirilmeksizin 1791 Anayasası’nın dibacesine alınmasıyla değişti. Metindeki “insan”, erkekti, kadınların siyasal ya da toplumsal haklarına en küçük bir atıf bile yoktu. Olympe de Gouge bunun üzerine kendi bildirgesini kaleme almaya karar verdi: “Kadın Hakları Bildirgesi”. Bildirgede kadınlar için yasa önünde ve kamusal ve özel yaşamın tüm alanlarında eşit haklar ve görevler talebinde bulunuyordu: “Kaınların darağcına çıkma hakkı olduğuna göre, kürsüye çıkma hakkı da olmalı.” (md. 10)[9]
Bu kadarı radikal cumhuriyetçiler için de fazlaydı. Kral için yazdıkları (“Zayıftı; yanlış yönlendirilmeye bıraktı kendini; hem bizleri, hem de kendini yanlış yönlendirdi”) da bahane gösterilerek 20 Temmuz 1793’te tutuklandı, devrim mahkemelerinde kısa bir yargılanmanın ardından, 3 Kasım’da giyotine gönderildi…
1789, önce harekete geçirdiği kadınları, bir süre sonra susturacaktı!
I.2) Paris Komünü ve Kadınları
Aynı örüntüyü yüz yıl sonra 1871’de, yine Paris’te, bu kez proletaryanın ayaklanarak kentin yönetimini 72 gün boyunca ele geçirdiği Paris Komünü’nde de görmek mümkün.
1870 yazında patlak veren Fransa-Prusya savaşı, III. Napoleon yönetimindeki Fransa için felaketle sonuçlanmış, Fransız ordusu Sedan’da Bismarck’ın kuvvetlerine teslim olmuştu. İzleyen siyasal kargaşada Fransa’da cumhuriyet ilan edilecek, Şubat 1871 seçimlerinde oluşan Ulusal Meclis, Fransa taşrasının baskısıyla sağcı-monarşistlerin belirgin ağırlğıyla biçimlenecektir. Hükümetin başı, monarşist-gerici Adolph Thiers’dir; hem Meclis, hem de hükümet Paris’in kilometrelerce uzağındaki Versailles sarayından yönetilmektedir.
18 Eylül 1870’te imzalanan ateşkese kadar Prusya ordusunun işgali altında kalan Paris’teki hava ise son derece farklıdır: İşgal hem Paris halkını iktisadî bir çöküşle karşı karşıya bırakacak, hem de radikalleştirecektir. 1870-71 kışı kentin karşı karşıya kaldığı en sert kışlardan biridir; besin ve yakacak sıkıntısı zirvededir; Şubat ayına ekmek ayaklanmaları damgasını vuracaktır. Parisliler işsizlikten ve açlıktan kırılmaktadır; erkeklerin çoğu için tek kurtuluş, gündeliği 1.50 franga Ulusal Muhafızlar’a yazılmaktır. Parisli erkekler bu sayede silahlanırken, Ulusal Muhafız sayısı 300 000’e tırmanır.
Ulusal Muhafızların sayısındaki bu artış, Thiers’i de kaygılandırmaktadır; sonunda onları silahsızlandırmak amacıyla harekete geçmeye karar verir. 18 Mart gecesi, birlikleri, Ulusal Muhafızlar’ın elindeki topları teslim almak için harekete geçerler.
Ve kadınlar devreye girer…
Kaybedecek bir şeyleri yoktur, zira… Aralarından iş bulacak kadar şanslı olanlar, günde 13 saat, haftada 6 gün çalışmaktadır. Ve ellerine geçen üç kuruş kocalarının ücretine eklendiğinde bile, hayat pahalılığıyla baş etmeye yetmemektedir. Çoğunlukla içine saman ve kâğıt katılarak yapılmış ekmekler için saatlerce kuyrukta bekleyenler de onlardır. Bedenini pazara sürmek, açlıkla baş etmenin son çaresidir, Paris, fahişe kaynamaktadır.[10]
Dedim ya, kaybedecek bir şeyleri yoktur. Topları almaya gelen askerlerin yolunu Monmartre’lı kadınlar keser. Bedenlerini toplara siper eder, askerlerle konuşur engeller, ikna ederler. Birkaç saat içerisinde askerler silahlarını komutanlarına yöneltmiştir[11]…
“Komün” Paris’li kadınların Thiers’in askerlerini kenti terk etmeye ikna ettikleri o 18 Mart 1871 günü kurulmuştur. Yargıçlar dahil her bir görevli, seçimle iş başına gelmekte, sıradan bir işçinin ücretiyle çalışmakta, geri çağrılabilmektedir.
Komün 30 Mart’ta zorunlu askerliği ilga eder ve eli silah tutan tüm yurttaşların katılabildiği Ulusal Muhafızlar’ın tek silahlı güç olduğunu ilan eder. 30 Mart’ta Ekim 1870-Nisan 1871 arasındaki tüm kira ödemelerini ve icra dairesindeki tüm malların satışını durdurduğunu açıklar. Aynı gün, Komün’e seçilen yabancıların görevlerini onaylar, çünkü “Komün’ün bayrağı, dünya cumhuriyetinin bayrağıdır.”[12] 6 Nisan’da giyotin meydana çıkartılarak halkın sevinç gösterileri arasında yakılır. 16 Nisan’da imalatçıların kapatıp terkettiği fabrika ve atölyelerin bir dökümü hazırlanıp, kooperatifler hâlinde örgütlenmiş işçiler tarafından işletmeye açılması kararlaştırılır. Bu kooperatifler aynı zamanda tek bir işçi sendikası hâlinde birleşecektir.
20 Nisan’da fırıncıların gece çalışması yasaklanır; istihdam büroları kapatılarak belediyeye devredilir. 30 Nisan’da ise tüm rehinci dükkânları kapatılacaktır.
Kadınlar ilk günden itibaren Komün’e etkin biçimde katılmışlardır: oy haklarının bulunmamasına ve kamu görevlerinden yasaklı olmalarına karşın. Tartışmalara katılmakta, gözetim komiteleri oluşturmakta, kızlar için daha iyi bir eğitim[13], kadın emekçiler için daha yüksek ücret talebini gündeme getirmekte, Ulusal Muhafızlar için üniforma ve cephane imal etmekte, muharebe alanlarında aşçı ve hemşireler olarak yaşamlarını tehlikeye atmakta, kent barikatlarının kurulmasında görev almaktadırlar. Mayıs ayında merkezi hükümete bağlı güçlerin nihaî saldırısında ise erkeklerle omuz omuza kenti savunacaklarıdır.
Tıpkı 1789’daki gibi, kulüpler kurarak hararetli tartışmalar yürütürler bir yandan da. Kulüp toplantılarının yapıldığı kiliselerin kürsülerinden, “devrim düşmanları”nı, yani zenginleri, ruhbanları ve kenti savunmak için silaha sarılmayan erkekleri lanetler, sosyal bir cumhuriyet, kadınlar için siyasal haklar, boşanma hakkı, resmen evli olsun olmasın, Ulusal Muhafızların dullarına maaş bağlanmasını savunurlar.[14]
Komün’ün en önemli kadın örgütlenmesi, hiç kuşkusuz, Paris’in Savunması ve Yaralılara Yardım İçin Kadınlar Birliği idi. Örgüt, aynı zamanda Birinci Enternasyonal’in Fransız Seksiyonu’nun Kadınlar Seksiyonunu oluşturuyordu. Kurucusu Elizabeth Dmitrieff, bir Rus soylusunun kızıydı. Rusya’dan kaçarak kendini Avrupa’daki devrimci hareketin içine atmış, Londra’da Marx’la tanışarak kızlarıyla ahbap olmuştu. Marx’ın önerisiyle Enternasyonal’e katılmış, Paris Komünü sırasında devrimci Paris’te almıştı soluğu.
Kadınlar Birliği, büyük ölçüde emekçi kadınlardan oluşmaktadır: terziler, çizme yapımcıları, şapka imalatçıları, çamaşırcılar, karton imalatçıları, mücellitler, parfüm imalatçıları ve bir öğretmen…
Birlik, Paris’li kadınları Komün’ü yaşatmak ve savunmak için seferber etme görevini üstlenmişti: her bir mahallede ambulans istasyonlarında, sahra mutfaklarında, bağış toplamada görev alacak kadınları devşirecek komiteler oluşmuştu. Nihaî hedefinin tüm mevcut toplumsal ve yasal yapıların, tüm ayrıcalıkların ve tüm sömürü biçimlerinin ilga edilmesi ve sermaye egemenliğinin yerine Emeğin iktidarının kurulması, kısacası, işçi sınıfının kendi eliyle kurtuluşu olduğunu gizlemiyordu.
Parisli kadınlar pek çok kulüp kurdular. Ama hiçbiri Kadınlar Birliği kadar siyasallaşmış değildi.[15]
Kadınların Komün’e katılımı, “Kanlı Hafta” olarak anılan, Thiers’in Versailles’da topladığı kuvvetlerin Paris üzerine harekete geçtiği son günlerinde zirve yaptı. Kadınlar ve çocuklar, Ulusal Muhafızlarla omuz omuza barikatların inşaında çalıştılar, ardından da barikatın arkasında çatışmalara katıldılar.
“Kadınlar erkekler gibiydi,” diyor bir burjuva yazar, Komün’ün düşüşünün ardından. “Gözüpek, amansız, gözü dönmüş. Hiç bu kadar çoğu tehlikelere göğüs gerip ölüme meydan okumamıştır. Şarapnel, gülle ve mermilerin açtığı feci yaralara belenmişlerdi, duyulmamış işkenceler altında acı ve öfkeyle inleyen, haykıran ve hıçkıranların yanına koşuyor, gözleri kan içinde, kulaklarında bu son canlı et parçalarının çığlıkları, ellerindeki chassepot’ları (bir çeşit tabanca) kararlılıkla alıp aynı yaralara, aynı acılara koşuyorlardı. Ve barikatlarda ne gözüpeklik, çatışmalarda ne şiddet, duvarın dibinde, idam mangasına karşı nasıl bir ruh hâli!”[16]
Çoğu çatışmalarda öldü; bir kısmı da Komün düştükten sonra izleyen katliamda yitirdi yaşamını. Kocalarını, çocuklarını yitiren kadınların askerlere saldırıp sonra kendilerini askerlerin önüne attıklarını yazar tarih. Çatışmalar sırasında çıkan yangınlar, “Petroleuses” olarak anılan kundakçı kadınlara atfedildiğinden, giysileri perişan, elinde kova ya da şişe taşıyan yüzlerce kadın “kundakçı” damgası yedi, üstleri başları yırtılıp en yakın duvarın önüne sürüklenip vuruldu. Kadın komünarların bir kısmı ise göstermelik bir yargılamanın ardından katledildi.
Komün’ün düşüşünün ardından 1051 kadın savaş konseyinin karşısına çıkatılmıştı: dikişçiler, nakış işçileri, kadın ustalar, çamaşırcılar, terziler, mücellitler… Bir adım geri atmadılar “yargıç”larının karşısında. “Daha fazlasını öldürmediğim için Tanrı cezamı versin,” diyordu ik askeri öldürmekle suçlanan bir kadın. “Issy’de iki oğlum vardı, ikisi de öldürüldü. Neuilly’de iki oğlumu daha kaybettim. Kocam barikatlarda öldü. Şimdi bana ne yapacaksanız yapın.” Kurşuna dizdiler.
Ve kadın komünarların komutanlarından Louise Michel, yargıçlarının karşısında dimdik durup haykırdı: “Bana Komün’ün suçortağı olduğum söylendi. Kuşkusuz ki evet; çünkü Komün herşeyden çok, Sosyal Devrim’i istiyordu ve Sosyal Devrim benim de en büyük arzumdur. Dahası, Komün’ün teşvikçilerinden biri olmaktan onur duyuyorum… Öyle görünüyor ki özgürlük için çarpan yüreklerin küçük bir kurşun parçasından başka bir hakları yok; o hâlde ben de payımı istiyorum. Beni sağ bırakırsanız intikam için haykırmaktan hiçbir zaman vaz geçmeyeceğim.” Louise Michel, Yeni Kaldeonya’ya sürgün edildi.
Evet, Komün kadınları uğruna can verecek kadar siyasallaştırmıştı. Ama onlara siyasal haklarını vermeyi aklından dahi geçirmedi. Bunda iki koşul etkili olmuştur.
i) Fransız Devrimi’nin hemen ardından, boğazlaşmalardan, derinleşen yoksulluktan ve devrimin kadınların koşullarında hiçbir değişikliğe yol açmayışından düşkırıklığına uğrayan kadınların Katolik Kilise yanında saf tutmaları… “Bu nedenle, Cumhuriyetçi gelenek anti-feminist olmuştur. Siyasal açıdan kadınlara yönelik çaplı bir güvensizlik üzerine temellenmekteydi; onların erkeklerden çok rahiplerin etkisi altında olduğuna inanılmaktaydı. Bu önyargı, Komün’ü de kadınların seçme-seçilme hakkını tanımaktan alakoyacaktır.[17]
ii) Proudhon etkisi: Komüncülerin büyük bölümü, Fransız küçük burjuva anarşisti Proudhon’un etkisi altındadır. Bunun sınıfsal bir açıklaması var: 1872 sayımına göre Parisli emekçilerin yüzde 42’si sanayide istihdam edilmektedir edilmesine, ama bunların büyük bölümü, 10 kişiden az işçi çalıştıran küçük atölyelerde çalışmaktaydı. Fransız (erkek) işçilerin kadınlara bakış açısı, küçük işletmelerin dar ufkunda biçimlenmişti. Bu bakış açısı, Pierre Joseph Proudhon’un misojinisinde ifadesini bulur: kadınların fiziksel boyutlarının küçüklüğü ve cinsel eylemdeki edilginliği, onun güçsüzlüğünün kanıtıydı; tüm fiziksel özellikleri, onun tek işlevinin analık olduğunu kanıtlamaktaydı; beyninin ufaklığı ise, entelektüel madunluğunun göstergesi. Kadınlar, tıpkı çocuklar gibi, soyutlama yetisinden yoksunlardı. Tüm bunlar, erkeklerin kadınların efendisi olması gerektiğinin kanıtlarıydı.
Kadınların önünde yalnızca iki meslek durmaktaydı Proudhon’a göre: “ev kadınlığı ya da fahişelik.” Ve onları denetim altında tutmak, kocanın göreviydi: zina, ahlâksızlık, ihanet, sarhoşluk, müsriflik, hırsızlık ve ısrarlı serkeşlik nedeniyle öldürme hakkını da içeren bir yetke…[18]
I.3) Sovyet Devriminde Kadınlar
Aynı örüntünün Sovyet devriminde de yaşandığını görmek, ilginçtir. Devrim, özellikle emekçi kadın kitlelerini yığınsal olarak harekete geçirmiştir.
- yüzyıl başları Rusyası, nüfusunun yüzde 85’ini serflikten yeni kurtulmuş köylülerin oluşturduğu bir toplumdur. Kırsal yapıya katı bir ataerkil hiyerarşi hâkimdir. Kırsal kesimde kadın okur-yazarlığı hemen hiç yoktur. Kadim hane (dvor) ve komünal köy kurumları toprak mülkiyetini belirlemekte ve kadınların yaşamlarını katı kurallarla sınırlandırmaktaydı. Teknolojinin son derece geri olduğu Çarlık Rusyası kırsalında, köylü kadın kocasının ailesinin malıydı ve köleden farksızdı. Mevsimlik “eş” olarak kiralanıp hem tarla hem de hanede çalıştırılan ve gebe kaldığında kapı dışarı edilen batrachkalar yaygın bir uygulamaydı.
Ama hayat 19. yüzyıl ortalarından itibaren sanayinin ağır aksak da olsa ilerlediği kentlerden doğru dönüşecekti. Hele erkek sanayi işçilerinin yüzde 40’ının silah altına alındığı 1914 yılına gelindiğinde, kadınlar açısından sahne radikal biçimde değişti. Kadınlar yığınsal biçimde fabrikalara, hastanelere, yol inşaatına doğru akacaktı. 1913-1917 arasında Petrograd’da metal işkolunda çalışan kadınların oranı yüzde 3.2’den yüzde 20.3’e yükselmişti. Ahşap sanyindeki kadınların sayısı yediye katlandı. Kâğıt imalatı, matbaacılık, hayvan ürünleri ve besin işkollarında ise sayıları iki kat arttı.[19] 1914’te tüm Rusya’da kentsel işgücünün üçte biri kadınlardan oluşmaktaydı. Savaş fiyatları tırmandırdıkça tırmandırırken, 10-12 saat çalışma sonucu kazanılan ücretler ekmeğe yetmiyordu; çalışan annelerin durumu daha da zordu. Kreş ve bakımevlerinin yokluğunda fabrika işçisi kadınların doğurdukları bebeklerin üçte ikisi bir yıl içinde yaşamlarını yitirmekteydi.
Kadınlar tıpkı Fransız Devrimi öncesindeki kızkardeşleri, tıpkı Komünarlar gibi mücadeleye giriştiler. İşçi sınıfının daha tomurcuk hâlinde boy gösterdiği 19. yüzyıl sonlarından itibaren kadın işçiler erkeklerle omuz omuza grevlerde, gösterilerde saf tutmaya başlamıştı. St. Petersburg’daki Novaya Pryadil’na fabrikasında 1878’de patlak veren grevde kadınlar ön saflardaydı. Orekho-Zeyevo’daki 1885 tekstil işçileri grevinde fabrika binalarının tahrip edilmesi, Çarlık yönetimini alel acele kadın ve çocukların gece çalıştırılmasının yasaklamasına yol açtı.
1895’de Yaroslav fabrikasındaki “Nisan Ayaklanması” kadın dokumacıların öncülüğünde başladı. St. Petersburg’lu kadın işçiler 1894-96 arasında işçi sınıfını ayağa kaldıran grevlerde erkek yoldaşlarını yalnız bırakmadılar; 1896 yazındaki dokuma işçilerinin tarihsel grevinde ise tezghları ilk terk edenler oldular.
Bu grev ve gösteriler Rus proletaryasının kadınları için hiç kuşkusuz bir okul olmuştur; bir kuşak öncesinin aile kölesi mujikleri, kitleleri coşturan, bildiriler kaleme alan, güvenlik güçleriyle çatışan militanlara dönüşmüşlerdi.
Kadınlardaki radikalleşmeyi dönemin polis kayıtlarından izlemek de mümkündür. 1860’larda tutuklanan 2000 kişiden yalnızca 65’i kadınlarken (yüzde 3), 1870’lerde 5664 siyasi tutuklunun 700’ünü (yüzde 12) kadınlar oluşturacaktır. Narodnik silahlı eylemciler arasında kadın militanlar, hatırı sayılır bir yer tutmaktadır. 1880-90 arasında “terörist faaliyetler”den müebbet hapse mahkûm olan 43 devrimcinin 21’i kadındır.[20]
Öte yandan, kadın işçilerin eylemlerine özgül talepleri giderek daha çok damgasını vurmaktaydı. “1905-1907 grev talepleri arasında kadın işçilerin ihtiyaçları öne çıkıyordu. Kadınları istihdam eden işkollarındaki grevlerde bir şekilde ücretli doğum izni (genellikle doğum öncesi dört, sonrsı altı hafta), emzirme izni ve fabrikalarda kreş açılmasından söz etmeyen tek bir belgeye rastlanamaz.”[21] Ve belki de en çarpıcısı: kadın işçiler ustabaşları ve patronların taciz ve istismarlarına karşı da eylemlere girişmekteydi:1913’de Moskova’daki Grisov fabrikasında patlak veren grevin gerekçesi, “fabrika yönetiminin tutumu, kabul edilebilir gibi değil. Ancak fuhuş sözcüğüyle tanımlanabilir” idi. Kadın grevcilerin talepleri arasında, doğum/emzirme izni, eşit işe eşit ücret vb.nin yanısıra, “özellikle kadın işçilere kibar davranılması, küfrün yasaklanması”nın yer alması giderek yaygınlaşıyordu; 1911’de Yartsev’deki Khludovsky fabrikasında 5000 işçiyi greve çıkartan olay, ustabaşlardan birinin kadın işçileri taciz etmesiydi…[22]
Kadınları yığınsal olarak proletaryaya çeken 1914 savaşı, kadın militanlığını daha da yoğunlaştıracaktı. Devrim öncesinde yüzlerce kadın Bolşevik Parti’ye üye olmuştu, parti çalışmalarına yasal ya da gizli, her kademede katılıyorlardı: yerel parti komitelerinde yöneticilik, kuryelik, ajitatörlük, parti yayınları…
Çünkü savaş hayatı daha da zorlaştırmıştı. Petrograd’da büyük çoğunluğu kadınlardan oluşan ekmek kuyrukları kilometreleri bulmuştu. Ve Bolşeviklerin “Erkeklerimizi geri getirin!” sloganı, kentlerde olduğu kadar kırsalda da yankılanıyordu.
Savaşın ilk birkaç ayının şaşkınlığı ve şöven havasını dağıtan, yine kadın emekçiler olacaktı. 6 Nisan 1915’te Petrograd’da et satışları bir günlüğüne askıya alındığında, kadınlar büyük kasap dükkânlarının vitrinlerini aşağı indirerek tezgâhları yağmaladılar; aynı sahne iki gün sonra ekmek kıtlığı nedeniyle Moskova’da tekrarlanacaktı. Kentin emniyet amiri üzerine yağan kaldırım taşlarından yara-bere içinde kurtulabilmişti. Bu sahneler kısa sürede ülkenin tüm büyük kentlerine yayıldı.
Ekmek ayaklanmaları, “ekmek grevleri”ne kapı araladı: Haziran 1915’te İvanovo-Voznesensk’deki grev, “un grevi” olarak anılır. Bir ay sonra ise, kadınlar savaşa son verilmesi, cezaevlerindeki işçilerin serbest bırakılması için sokaklara dökülürler bu kez; grevin bastırılması, gösterilerin engellenmesi yönündeki polis müdahalesi, otuz kişinin ölümüne yol açar. Kadınlar ateş etmelerini önlemek için kendilerini güvenlik güçlerinin önüne atmaktadırlar.
Savaş işçileri hızla siyasallaştırır: 1915 yılı içerisinde gerçekleştirilen 928 grevin 715’i ekonomik, 213’ü siyasal taleplere dayanmaktadır. Siyasallaşma 1916 boyunca daha da hızlanacak, yaygınlaşacaktır: yıl boyunca siyasal amaçlı grevlere katılan işçi sayısı 280 943; ekonomik amaçlı grevlere katılan işçi sayısı ise 221 136’dır. Ocak 1917 tarihli bir emniyet raporu, “dükkânların önünde sonu gelmeyen kuyruklarda beklemekten yorgun düşmüş, aç ve hasta çocuklarının yüzlerini görme ıstırabına kalanan anaların artık devrime (…) çok yakın olduğunu, ve bir kıvılcımın infilak ettireceği bir patlayıcı dükkânına benzedikleri için çok tehlikeli olduklarını”[23] kaydediyordu.
1917’nin 8 Mart’ı emniyet raporunu haklı çıkardı.
Başlangıçta hiçbir radikal partinin o gün olay çıkartmaya niyeti yoktu. Her 8 Mart gibi, alanlarda toplanılacak, bildiriler dağıtılacak, konuşmalar yapılacaktı. Hatta Petrograd’da Bolşevik Parti temsilcisi V. Kayurov bir gün önce partili işçi kadınlara bireysel eylemlerden uzak durmalarını, partinin talimatlarına uymalarını salık vermişti.
Ancak 8 Mart (23 Şubat) sabahı Petrograd’lı birkaç yüz dokuma işçisi kadın, bir günlük siyasal grev çağrısı yapma kararı aldı. Aralarından seçtikleri temsilcileri komşu fabrikalara gönderdiler. Kayurov kadınların grev çağrısından rastlantı sonucu bulunduğu bu fabrikalardan birinde haberdar olacaktı. Kadınların “disiplinsizliği”ne çok öfkelendiğini itiraf edecekti sonraki anılarında.
23 Şubat öğlen vakti, işçi kadınların grevine 90 000 işçi katılmıştı. Bolşevikler kadınların çağrısına çarnaçar uymak zorunda kaldılar… Grevci işçiler Viborg mahallesinden kent merkezine doğru yürürken sabahtan beri ekmek kuyruğunda bekleyen kadınlar katıldı onlara. Hep birlikte Belediye Duma’sının önüne yöneldiler.
Sokaklar gün boyu insan kaynadı. Her köşede toplaşıp dağılan kalabalıklar ekmek, barış ve daha yüksek ücret taleplerini haykırıyorlardı: “Ekmek yoksa çalışma da yok!”
1917 Şubat devrimi başlamıştı. Tıpkı Troçki’nin dediği gibi: “Tabandan bir devrim başlayıp kendi devrimci örgütünün direncini alt etti; inisyatifi işçi sınıfının en çok ezilen, en fazla aşağılanan kesimi, kadın tekstil işçileri üstlenmişti.”[24] “Geleceğin tarihçileri Rus Devrimi’ni kimin başlattığını araştırırken angaje teoriler yaratmasınlar,” diye yankılıyordu Pitirim Sorokin. “Rus Devrimi’ni ekmek ve ringa balığı isteyen aç kadınlar ve çocuklar başlattı.”[25]
Çar devrilmişti…
II) Devrimler kadınların yaşam tarzlarında radikal değişimlerin ebeleridir.
Buraya kadar tartıştıklarım, devrimlerin kadın kitlelerini nasıl devinime geçirdiğini ve kadınların yığınsal katılımı olmaksızın “devrim”den söz edilemeyeceğini yeterince segilemiştir umarım. Bir başka deyişle, kadınların kitlesel katılımı, devrimlerin alâmet-i farikasıdır. Ama buna hemen bir şey daha eklemek gerekir. Devrimler de kadınların yaşamlarında radikal değişimlere yol açar. Onların yaşam biçimlerini, toplumsal konumlarını devrime öncülük eden sınıf(lar)ın dünya görüşü çerçevesinde yeniden biçimlendirir.
II.1) Sovyet Devrimi Kadınların Yaşamını Nasıl Etkiledi?
Bunu kaldığımız yerden, Sovyet devriminden devam ederek açımlamaya çalışayım.
Lenin, Sovyet iktidarının iki yılını değerlendirdiği konuşmasında şöyle diyordu: “İşçi hükümeti, daha ilk aylarında kadınları etkileyen yasalarda tam bir devrim gerçekleştirdi. Sovyet hükümeti kadınları tümüyle tabiyet altında tutan yasalarda altüst edilmedik tek bir taş bile bırakmadı. Özellikle kadının zaaflı durumundan yararlanarak onu eşitsiz ve genellikle de aşağılayıcı bir konumda bırakan yasaları kastediyorum – yani boşanma ve evlilik dışı doğan çocuklara ve kadının çocuğu desteklemesi konusunda babaya dava açma hakkına ilişkin yasalar… Ve herhangi bir abartıya düşmeksizin, dünyada Sovyet Rusya dışındaki hiçbir ülkede kadınlara tam eşit haklar tanıyan, kadınların özellikle aile yaşamında hergün hissedilen aşağılayıcı konumda olmadığı tek bir ülkenin dahi bulunmadığını gururla söyleyebiliriz. Bu bizim birincil ve en önemli görevlerimizden biriydi.”
Gerçekten de, işçi hükümeti Ekim devriminin hemen ardından, üç görevi öncelikle önüne koymuştu: derhâl barış ilanı, toprak sorunu ve kadınlara tam eşitlik…
Kadınlar konusunda yeni siyasal, medeni, iktisadi ve aile yasaları, yüzyılların mirası eşitsizlikleri bir çırpıda gidermeyi hedefliyordu. Birkaç ay içerisinde çıkartılan yasalarla kadınlara tam seçme-seçilme hakkı tanındı, devrimden altı hafta sonra kilise nikâhı yerini sivil nikâha bıraktı, bir yıl tamamlanmadan karı ile kocaya tam eşit haklar tanıyan ve “meşru-gayrımeşru” çocuk ayırımını ilga eden bir evlilik yasası hazırlandı. Evlenen çiftler soyadlarını birlikte seçebiliyor, kadının, erkeğin ya da birleşik bir soyadı alabiliyorladı. Boşanma, 19 Aralık 1917 yönergesiyle kolaylaştırıldı. Karşılıklı rıza durumunda boşanma anında gerçekleştirilebilecekti. Talebin tek taraflı olması durumunda kısa bir duruşma yapılıyordu. Zina, ensest ve eşcinsellik ceza yasasından çıkartıldı. Sovyet yasası, “kimseye zarar gelmediği, kimsenin çıkarlarının zedelenmediği sürece, devlet ve toplumun cinsel konulara müdahale edemeyeceği” ilkesine dayanmaktaydı[26].
Sovyetler birliği, kürtajı sebest bırakan ilk ülke oldu. Kürtaj, devlet hastanelerinde, ücretsiz olarak gerçekleştirilecekti. Çocuklar ise, toplumun sorumluluk alanındaydı. Bu sorumluluğun gerekleri, toplum adına işçi devleti tarafından yerine getirilecekti. Devlet kreşten yüksek öğretime, ücretsiz olan eğitim ve sağlık hizmetleri aracılığıyla, 18 yaşına dek çocuklarına bakmakla yükümlü olan ailelere destek olmaktaydı.
Yalnız medeni yasa değil. Eğitim, çalışma ve siyasal katılım alanlarında kadınların önlerindeki tüm engeller kaldırılırken, tüm çalışan kadınlar için eşit işe eşit ücret ve ücretli doğum izni getirildi.
Ancak, Lenin’in de dediği gibi, “bu daha başlangıç”tı. İşçiler üretim üzerinde denetimi ellerine alırken, “yeniden üretim” üzerindeki kontrolü de kadınların eline verecek çabalara girişildi, iç savaşın sıcağında… Geleneksel ailenin iktisadi temelleri miras hakkının ilgası ve ölen kişinin mülklerinin devlete aktarılmasıyla yok edilirken, aile içi cinsiyete dayalı işbölümü komünal kurumlarla ilga edilmeye çalışılıyordu:[27] kreşler, yuvalar, ortak yemekhaneler, çamaşırhaneler, onarım merkezleri vb… kadının “yıkıcı, boğucu, aptallaştırıcı ve aşağılayıcı” ev işlerinden kurtarılmasının (Lenin) önkoşulu olarak devreye sokuluyordu: iç savaşın sıcağında. Kollontai, İktisadi Kalkınmada Kadın Emeği’nde (1923) 1919-20 arasında Petrograd’da nüfusun yaklaşık yüzde 90’ının, Moskova’da ise yüzde 60’ının ortak yemekhanelerde yediğini 1920’de tüm ülkede 12 milyon kadar kentlinin ortak yemekhanelerden yararlanabildiğini söylüyordu.[28]
Konut mimarisinde de yenilikler denenmekteydi: hosteller, merkezi ısıtma, elektrik, sürekli sıcak su, ortak çamaşırhane ya da kreşiyle özel konutlardan çok daha avantaj sağlayan komünal konutlar…
Yeni medeni yasadaki tam eşitlikçi yeni değerleri kadın yığınlarına mal edebilmek için Bolşevikler, kadınlar arasında devasa bir seferberlik başlatacaklardı. “Milyonlarca kadını tarafımıza çekmeden proletarya diktatörlüğünü uygulayamayız,” diyordu Lenin. “Komünizm olmadan kadınların kurtuluşunun gerçekleşemeyeceği ne kadar doğruysa, kadınların tam kurtuluşu gerçekleşmeden komünizmin de olamayacağı okadar doğrudur,” diye yanıtlıyordu Inessa Armand.[29]
Komünist kadınlar, tam eşit üyeler olarak parti organları içinde yer alacaklardı, burada kuşkuya yer yoktu. Ancak parti üyesi olmayan milyonlarca kadına ulaşmak, onlar arasında sistemli bir çalışma yapabilmek için ayrı bir örgüte gerek olduğu da ortadaydı. Sovyet devriminde kadınların yaşadığı büyük dönüşümün mimarları, öncü Bolşevik kadınlar, Inessa Armand, Alexandra Kollontai, Klavdiia Nikolaeva ve Bolşevik Parti sekreteri Yaakov Sverdlov’dan oluşan bir komisyonun örgütlediği, 1918’da toplanan Tüm Rusya İşçi Kadınlar Kongresi, kadınların Sovyet iktidarına desteğini kazanmak, kadınları partiye, hükümete ve sendikalara çekmek, ev köleliği ve ahlâki çifte standartlara karşı mücadele etmek, kadınları ev işlerinin yükünden kurtarmak için ortak yaşam alanlarını yaygınlaştırmak, kadın emeği ve analığı korumak, fuhşa son vermek, kadınları geleceğin omünist toplumuna uygun olarak eğitmek… gibi amaçları koymuştu programına. Bolşevik Parti’nin Kongre kararıyla kurulan İşçi kadınlar arasında Ajitasyon ve Propoganda Komisyonu, Eylül 1919’da Parti’nin Kadın Seksiyonu Zhenotdel’e dönüştü. Başkan, Inessa Armand’dı. Her düzlemde parti komitelerine bağlı olarak fabrika ve köylerde kadınlar arasında çalışma yürütmek üzere Zhenotdel’de örgütlenen partili kadınlar bir yandan yeni yasaların önlerine açtığı olanakları ülkenin en ücra köşelerindeki kadınlara anlatmayı, bir yandan kadınları toplumsal ve siyasal yaşamın tüm alanlarına, özellikle de Bolşevik parti saflarına katmayı,[30] böylelikle de ülke nüfusunun büyük çoğunluğunu hâlâ boyunduruk altında tutan ataerkil gelenekleri bertaraf etmeyi hedefliyorlardı. Zhenotdel delegeleri ülkenin her köşesinde okuma yazma kurslarından komünal mutfakların, kreş ve çocuk yuvalarının örgütlenmesine, kadınlara yeni, eşitlikçi yasaların anlatılmasına, iç savaşta kadınların destek ve katkısını sağlamaya, gönüllü çalışma tugaylarının örgütlenmesine, savaş yetimlerine destek sağlamaya, Kızıl Ordu’da silahlı güç, sağlık görevlisi ya da lojistik destekçi olarak görev almaya, kadınları ilgilendiren her alanda çalışmaktaydı. Örgütün aylık yayın organı Kommunistka (Komünist Kadın)’nın tirajı 30 000’i bulmuştu.
Kadınların yaşamlarındaki devrimci dönüşümler ve Zhenotdel’in bu dönüşümlerdeki rolü en iyi, Orta Asya Müslüman topluluklarda izlenir.
Bölge Sovyet devriminden sonra ağırlıklı olarak İslâm dini, aşiret düzeni ve feodal mülkiyet ilişkilerinin hâkimiyeti altındadır ve bu üçünün kadınların yaşamını cehenneme çeviren birleşik etkisi, Orta Asya’yı karşı devrim ocağı hâline getirmektedir. Kadınlar için ödenen başlık bedeli (kalyn) bireylerin değil, tüm bir klanın yükümlülüğüdür ve klan üyelerini, kan davası yaptırımıyla da desteklenen karmaşık bir borç, sadakat ve yükümlülükler sistemi içinde yerel toprak ağalarına bağlamaktadır. Tüm bu feodal borç ve yükümlülükler sistemi ise, kadıların gözetimi altındaki dinsel hukukla desteklenmektedir.
Kadınlar bu sistemin hem tüm yükünü omuzlayan köleleri hem de zayıf halkasıdır. Küçücük yaşta babaları tarafından, üzerlerinde yaşam ve ölüm hakkına sahip, dedeleri yaşındaki ihtiyarlara satılmakta, bütün yaşamını kocasının ailesine hizmetle geçirmekte, her türlü güvenceden yoksun bir şekilde sokağa atılmaları ise kocalarının iki dudağı arasından çıkacak tek bir söze bakmaktadır. Bebek ve doğum sırasında anne ölümleri facia düzeyindedir.
Bolşevik Parti, Lenin’in uyarılarıyla saygı gören yerel kurumlarla doğrudan çatışma içine girmekten kaçınır. Bunun yerine, yerel kurumları sistemli biçimde aşındıracak ve yeni Sovyet kurumlarınınüstünlüğünü kanıtlayacak tedrici bir mücadeleye girişilecektir.
Sorun, sosyalizmin cazibesine kapılmış birkaç “kızıl molla”nın öne sürdüğü gibi “İslâm’ın sosyalizmi içerdiği”ni kanıtlamak ya da Kur’an’la komünizm arasında bir uzlaşı aramak değildir. Bolşevikler Sovyet ve Müslüman yasalarının bağdaşmazlığının bilincindedirler; hele ki kadınların temel hakları konularında.
Böylelikle, örneğin, ilkin geleneksel kadı mahkemelerinin yanısıra, Müslüman cumhuriyetlerde Sovyet sivil mahkemeleri kurulur. Öncelikle kadı mahkemeleri siyasal davalara bakmaktan men edilir; ardından bir davanın kadı mahkemesinde görülmesi, iki tarafın onayına bağlanır. Sovyet mahkemelerine yönelik kabul genişledikçe, ceza davaları da onlara devredilir. Ardından kadıların Sovyet hukuk sistemiyle çelişen Şeriat yasalarını dayatmaları yasaklanır. Biri Zhenotdel üyesi iki Sovyet temsilcisinin kadı mahkemelerine gözetimci olarak katılıp kararları onaylaması koşulu getirilir. Nihayetinde, kadıları destekleyen vakıfların mülklerine el konup yoksul köylülere dağıtıldığında, kadılar tümüyle ortadan kalkacaktır.[31]
Müslüman toplumları kazanmanın önemli bir ayağı, bölgenin kadınlarını kazanmaktır. Yerli militan sayısının azlığında, Zhenotdel üyesi Bolşevik kadınlar, Orta Asya cumhuriyetlerinde son derece özverili bir çalışmaya girişirler. Baştan ayağa çarşaflara bürünmüş, Özbek, Türkmen, Kırgız vb. kadınlar arasında okuma-yazma kursları başlatırlar, asgari hijyen ve sağlık bilgileri sağlayacak kurslar düzenler, sağlık ocakları, ana-çocuk sağlığı merkezleri açarlar, dağ tepe dolaşarak yeni yasaları ve kadınların kazanımlarını anlatırlar, kadınların bir araya gelerek sosyal-kültürel faaliyetler örgütleyecekleri kulüpler örgütlerler. Örtünme ve küçük yaşta evliliklere karşı çıkarlar…
Çıkarlarına yönelik bu kadın tehdidi, yerel güç odaklarını kısa sürede harekete geçirecektir. Kadın çalışması yürüten Zhenotdel kadınları, hatta bu faaliyetlerde rol alan yerel kadınların parçalanmış cesetleri bulunmaktadır sokaklarda. Öyle ki, Sovyet yetkilileri bu kadın cinayetlerini, idamla cezalandırılacak bir “karşı devrimci suç” kabul edecektir.
Böylece Orta Asya’da da kadınların yaşamı yavaş yavaş değişmeye başlayacaktı. 1924’e gelindiğinde seçme ve seçilme hakkını hayata geçirmeye başladılar. Partinin kadınları sandıklara çağırması, ilk kez kamusal alana katılmalarını olaylaştırmaktaydı; yasal reformların yanısıra, toprak dağıtımıyla yerel güç odaklarının etkilerinin kırılması, dinsel yetkelerin gerilemesi, her yanda pıtrak gibi biten üretici ve tüketici kooperatifleri, kadınların tohum, araç ve eğitime erişimlerinin kolaylaştırılması, kadınları evlilik dışında da iki ayakları üzerinde durabilecekleri bir yaşamın varlığına ikna etti. Bunu, özellikle küçük yaşta evlendirilen kadınların ve ikinci, üçüncü eşlerin başlattıkları boşanma furyası izleyecekti.
II.2) Peki Ya Fransız Devrimi?
Devrimler kadınların yaşamlarını, öncü sınıfların dünya görüşleri ve tahayyülleri doğrultusunda radikal biçimde değiştirirler, dedim. Bir işçi devrimi olarak Sovyet devrimi bunun kanıtıdır. Peki ya bir “burjuva devrimi” olarak Fransız devrimi? Ya da İran’daki “mollalar (karşı-)devrimi?
1789’un Fransız kadınlarını nasıl harekete geçirdiğini ne kertede radikalleştirdiğini görmüştük. Ama şunu da ilave etmek gerek, Fransız devrimi, öncüsü olan ve “tiers-état”nın başını çeken burjuvazinin erkeklerinin bütün korkularına, bütün geri adımlarına rağmen kadınların yaşamında -burjuvazinin dünya görüşleri ve tahayyülleri çerçevesinde- önemli değişimler yaratmıştı.
Bu değişimler Ekim Devrimi’nde görüldüğü gibi anında hayata geçirilmiş değildir. Hatta denilebilir ki, “1789’da cinsel eşitliğin destekçileri Fransız Devrimi’nin kadınların beklenen kurtarıcısı olduğuna inanabilirlerdi. Ne ki, 1793’e gelindiğinde, devrimci yetke arttıkça, kadınların etkin toplumsal katılımdan dışlanmalarının arttığı da açığa çıkacaktır. 1793’e gelindiğinde, kadınların toplanmaları, mercilere dilekçe vermeleri yasaklanmıştır. Sokaklarda pantolonla dolaşan kadınlar tutuklanmaktadır ve Devrim bir zamanlar kadınları eğiten manastır ve kilise okulları kapatılmıştır. Cinsiyet farklılıklarının ve ahlâk yasasının katılığı kadınların önündeki ekonomik fırsatları sınırlandırıyordu; buna ek olarak 1792’nin eşit boşanma yasaları, 1795’de ilga edildi. Elit kadınların Eski Rejim sırasında ellerinde tuttukları sınırlı erk, diğer ayrıcalıklarla birlikte yok olup gitmişti ve hiçbir kadın artık bunlardan yararlanamıyordu.”[32]
Kadınların, Fransız Devrimi’nden kalma birkaç ufak tefek kazanımları ise, kadınları tümüyle kocalarının vesayeti altına veren, evden dışarı çıkmalarını koca iznine bağlayan Napoleon Yasası tarafından ortadan kaldırılacaktı.
Gerek Fransız Devrimi’ne öncülük eden Aydınlanma düşüncesi, gerekse bizatihi Devrim’in “kadın dostu” olduğunu söylemek zordur. Evet, Aydınlanma dinin/Katolisizmin toplum yaşamı üzerindeki egemenliğinı kırmak için büyük çabalar sarf etmiş, Devrim ise toplumsal yaşamın sekülerleşmesinde dev bir adım oluşturmuş, “Tanrı”nın yerine “Doğa Yasaları”, “İman”ın yerine “Akıl”ın ikamesi yolunda önemli adımlar atılmıştır.
Fransız Devrimi’nin kadın karşıtlığının temelinde tam da bu vardır: kadınların “doğaları gereği” (doğurganlık, aylık kanamalar, daha küçük beyin, daha az fiziksel güç…) kamusal alandan dışlanarak tek gerçek görevleri olan domestik alanla sınırlandırılmaları gereği düşüncesi… Üstelik bu, devrim sürecinde kentli kadınların büyük ölçüde Jacobin’lere rakip ılımlı-kralcı Girondin’leri desteklemeleri (Olympe de Gouges, Theorigne de Méricourt gibi öne çıkan kadınlar Girondin’lerin destekçileridir); kırsal kesimdeyse kadın kitlelerinin Katolik karşı-devrimin yanında sah tutmaları ile güçlenen bir kanaatdir: Kadınlar “rasyonel” davranabilen varlıklar değildirler; kör geleneklerin ve güçlerin boyunduruğu altındadırlar; bu yapılarıyla kamusal alana çıktıklarında erkek yığınlarını da yanıltıp delalete sürükleyebilirler, vb. vb.
Pekâlâ bu durumda, Fransız devrimi kadınların yaşamlarını radikal biçimde değiştirdiği nasıl öne sürülebilir?
Şöyle: Fransız devrimi, yönetim yetkisini ruhban ve aristokratlardan alıp burjuvaziye verdiği ölçüde, siyaseti sekülerleştirmiştir. Dünyayı, insanlar arasındaki ilişkileri düzenleyen ilahi bir ilke yoktur; insan, aklı aracılığıyla dünyayı ve yaşamını daha iyi, daha güzel kılabilme yetisine sahiptir. Üstelik, devrimin hemen ardından yayınlanan “İnsan (Erkek) ve Yurttaş Hakları Bildirgesi”, tüm insanların/erkeklerin eşit olduğunu ve doğuştan devredilemez/gaspedilemez temel haklara sahip olduğunu ilan ediyordu.
Üstelik 19. yüzyılda tüm Avrupa’ya yayılan sanayi devrimi, kadınları ucuz işgücü kaynağı olarak, yığınsal biçimde kamusal alanda üretime çekecektir.
Bu koşullarda, devrim momentinin ayağa kaldırdığı kadınların neden, hangi gerekçeyle Anayasaların tüm erkek yurttaşlara tanıdığı eşitlikten ve yurttaşlık haklarından dışlandığını açıklamak, giderek zorlaşacaktır. Ve artan sayıda kadın, erkeklerin sahip olduğu temel haklara (öğrenim, mesleklere giriş, siyasal haklar, mülkiyet hakları, medeni yasa…) sahip olmak için mücadeleye atılacaktır. Feminizm, doğmuştur.
- yüzyılda feminist mücadelenin önemli bölümü, formel eşitliğin sağlanmasına yöneliktir: yasal haklarda eşitlik. Ve zamanın feministlerinin büyük çoğunluğunun tahayyül dünyası, kendi sınıflarının kadınları için eşitlik talebiyle sınırlıdır; Fransız devriminin ve sanayi devriminin emekçi sınıflar arasında yol açtığı çalkalanmalar, burjuvazinin erkekleri olduğu kadar, kadınlarının da gözünü korkutmaktadır; feminist eşitlikçilik, kısa süre sonra emekçi kadınların “Ekmek ve Gül” taleplerinden kendini ayırır.
Bir başka deyişle, nihayetinde burjuvazinin toprak sahibi aristokrasi ve ruhban sultasına karşı ayaklanarak siyasal iktidarı ele geçirmesine ve kendi iktisadi egemenliğini (kapitalizm) tesis etmesine yol açan Fransız Devrimi, uzun erimde, büyük ölçüde önderlerinin istemlerinin de dışında, kadınların toplumsal yaşamlarında radikal dönüşümlere yol açacaktır: eğitimin tüm kademelerine katılma, veraset, erkeklerin ayrıcalığı olan mesleklere giriş, boşanma, velayet ve nihayet seçme ve seçilme hakları, feministlerin uzun soluklu mücadeleleri ve ısrarları sonucu, kazanılacaktır. Ancak not etmeli; bu işçi iktidarının kadınlara sağladığı eşitlikten çok farklı bir haklar manzumesidir.
III) “Kadın devrimi” yoktur. Devrimler kadınları da saflaştırır.
Evet; devrimler, kadın kitlelerini harekete geçirir ve onların yaşamlarında radikal değişimlere yol açarlar. Tabii, devrimin öncü sınıf(lar)ının meşrepleri doğrultusunda. Bunu yalnızca “tipik” bir burjuva devrimi olan 1789 Fransız Devrimi ve yine “tipik” bir işçi devrimi olan Sovyet devriminden değil, bir “karşı-devrim” olarak nitelenebilecek İran İslâm “Devrimi”nden de görmek mümkündür. İran İslâm (karşı-) Devrimi’nin öncülüğünü üstlenen çarşı (suk) esnafı, devrimin harekete geçirdiği kadın yığınlarına çador’u, erkeğin tek bir sözüyle, tek taraflı boşanma (mutlak) hakkını, iki kadının şahitliğinin tek erkeğinkine denk olmasını, kadınların mirastan erkeğin yarısı kadar pay almasını, zinayla suçlanan kadının masumiyetini kanıtlama yükümlülüğünü ya da recm ile cezalandırılması olasılığını… dayatmıştır. Yani, kadınlar Şahlık döneminin “Batılılaşma” adına tanıdığı hakların da ellerinden alındığını görmüşlerdir.
Bir başka deyişle… Devrimler sınıfsaldır. Ve yalnız iktisadi-siyasal ilişkileri değil, gündelik yaşamı da kendilerine öncülük eden sınıf(lar)ın dünya görüşleri ve çıkarları doğrultusunda biçimlendirmeyi hedeflerler.
Söylemeye gerek var mı, kadınlar da sınıf-dışı/sınıflarüstü varlıklar değillerdir. Sınıflara bölünmüş toplumlarda, onlar da sınıflara bölünmüş bir yaşam sürdürürler, dünyaya kendi sınıfsal çıkarlarının penceresinden bakarlar. Haklarına, yaşam tarzlarına, kamusal ve/veya özel alandaki konumlarına ilişkin tahayyül, özlem ve talepleri, sınıfsal konumları çerçevesinde biçimlenir. Ve sınıfları çıplak elleriyle birbiriyle çatışmaya yönelten devrimler, farklı sınıflara mensup, ya da farklı sınıfsal ideolojilerden beslenen kadınları da karşı karşıya getirir; çatışma içine sokar.
Örnek mi? O kadar çok ki…
Yine Fransız devriminden başlayalım, dilerseniz. 1789 ayaklanmalarına katılan kadın yığınları, bir başka kadının, Kraliçe Marie Antoinette’in kellesini istediklerini haykırıyorlardı Paris sokaklarında. İhtilalin kendi çocuklarının başını yemeye başladığı 1790’larda Jacobin ve Girondin kadınlar karşı saflarda çatışmaktaydılar. Ve devrimin ilk elde ekmek getirmediğini, kiliseye yönelik radikal Cumhuriyetçi saldırıların ellerindeki bir dirhem güveni de ellerinden alacağı korkusuna kapılan köylü kadın yığınları, Katolik karşı-devrim saflarına geçtiler, yığınlarla.
Ya da 100 yıl kadar sonra, Komün’ün yenilgiye uğradığı Paris sokaklarında, şık giyimli burjuva hanımları zafer turları atarken Komünar kadınların kurşuna dizilmesini sevinç çığlıklarıyla izliyor, yerlerdeki kadın cesetlerini şemsiyeleriyle dürtüklüyorlardı…
Kadınların toplumsal ve siyasal yaşam içinde erkeklerle eşit haklarla yer alması talebiyle ortaya çıkan feminist hareket de sınıfsal kökenine bağlı sonuçlardan kaçınabilmiş değildir.
Rusya’da 1905 sonrasında sahne alan ve erkeklerle eşit haklara sahip olmak için kıyasıya bir mücadele veren Rus feministleri, Çarlık rejiminin devrilmesine ve geçici burjuva-demokratik hükümetinin kurulmasına yol açan 1917 Şubat devrimiyle birlikte, “maksadın hasıl olduğu” gerekçesiyle, -ve erkek sınıf kardeşleriyle birlikte- savaş karşıtı tutumlarını terk ederek şoven bir tutum benimserler,[33] örneğin.
Aynı durum, Alman burjuva kadın örgütlerinin şemsiye kuruluşu Alman Kadın Örgütleri Federasyonu (BDF) için de geçerlidir. Alman sömürgelerinde beyaz ırkın saflığını korumayı hedefleyen Alman-Sömürge Kadınlar Ligası, Alkollü İçkilerin Suistimaline karşı Alman Derneği ve Alman Evanjelik Kadınlar Ligası gibi sağcı örgütleri de bünyssinde barındıran BDF’in üye sayısı, savaş öncesinde 250 000’e ulaşmıştır ve federasyon kadınlarla ilgili konularda hükümete danışmanlık yapmaktadır. 1910-19 arasında federasyonbaşkanlığı yapan Gertrud Bãumer kadın hareketinin öncelikle saldırgan emperyalist politikalar aarka çıkmak anlamında “milli”, toplumsal gerilimleri ve sınıf çelişkilerini hafifletmek için çaba gösterme anlamında “sosyal” olması gerektiğini savunuyordu. Bãumer’e göre kadınların kurtuluşunun nihai hedefi, “formel eşitlik değil, tüm kadın değerlerinin kültürümüz üzerindeki aynı ölçüde canlı, aynı ölçüde zengin etkisi, özgül olarak dişil güçlerin dünya faaliyetlerine daha zengin akışı”ydı. Kadın “eğer kendini evi ve ailesiyle sınırlandırırsa, kadın hareketinin idealiyle, herhangi bir erkek mesleğine girmekten daha uyumlu davranmış olur”.
BDF 1911-14 arasında kürtajın yasaklanarak cezalandırılması için kampanyalar yürüttü; ülkenin emperyalist politikalarını şiddetle destekledi, ırksal açıdan karma evliliklerin yasaklanmasını talep etti, içki içenlerin kısırlaştırılmasını savundu, fuhşa karşı savaş açtı. Savaşın sona ermesinin ardından, Federasyon milliyetçiliği öncelikli hedefleri arasında saymayı sürdürecekti: “Her inanç ve partiden Alman kadınları ulusal kimliklerine sahip çıkmak üzere birleşmeliydi.” Federasyon, Alman Demokratik Parti’nin, SPD’nin, Bağımsız Sosyalistlerin ve Alman Komünist Partisi’nin desteklerini çekmesine karşın büyümeye devam etti. 1931’de üye sayısı, ihtiyatlı bir hesaplamayla 750 000’e ulaşmıştı[34]…
Ancak farklı sınıfsal konumların kadınların “ortak” mücadelesine eninde sonunda engel olduğuna değgin en iyi örnek, hiç kuşku yok ki, İngiliz kadınların “oy hakkı” mücadelesi, yani Süfrajet hareketi ve isimleri bu hareketle özdeşleşen Pankhurst’lerdir.
20 yüzyıl başları İngiltere’sinin kadın hakları açısından bir cennet olduğu söylenemez. Bir kadın evlendikten sonra kocasının mülkü addedilmekte, domestik alana hapsedilmektedir. Süfrajet hareketi 1893’te kurulan Bağımsız İşçi Partisi (ILP) bünyesinde biçimlenir. ILP ve ardılı İşçi Partisi, emekçi tabana dayanan, ancak kapitalist programa sahip partilerdir.
Emmeline Pankhurst ve kocası Dr. Richard Marsden Pankhurst ILP üyeleridir. Emmeline ILP üyesi kadınlarla birlikte 1903’de tek talebi kadınlara erkeklerle eşit temelde oy hakkı olan Kadınların Toplumsal ve Siyasal Birliği’ni (WSPU) kurar. “Erkeklerle eşit temelde” ibaresi, sadece mülk sahibi erkeklere oy hakkı tanıyan 1884 Reform Yasası’nın kabulü, yani “yalnızca mülk sahibi kadınlar” iççin oy hakkı talep edilmesidir.
WSPU yürüyüşlerden, vitrin camlarını alaşağı etmekten, kundakçılığa, feda eylemlerine bir dizi protestoyu devreye sokacak, üyeleri sürekli olarak polis şiddeti, tutuklanma, yargılanma hatta ölümle karşıkarşıya kalacaktır. Emmeline ve kızı Christabel Pankhurst WSPU’nun kadınların oy hakkı kabul edilene dek hiçbir siyasi partiyle işbirliği yapmayacağını ilan etmeleri üzerine Birlik ILP ile bağlarını kopartır. Ve özellikle üst sınıf, muhafazakâr kadınların desteğini sağlamak için çabalamaya girişir. Bu, ILP’nin devşirdiği emekçi tabandan kopuş anlamına gelmektedir.
Buna karşılık, Emmeline’in yine WSPU’yla bağlantılı Doğu Londra Süfrajet Federasyonunu (1912) kuran ikinci kızı Sylvia Pankhurst, farklı bir hat izlemektedir. Sylvia’nın örgütü proleter kadınlara Britanya yönetimine başkaldıran İrlandalı kadınlara dayanmaktadır. Hareket Ekim devriminin de etkisiyle hızla radikalleşir.
Süfrajet hareketin burjuva ve proleter kanatları arasındaki açı farkı, ekonomik kriz derinleştikçe, Dünya savaşı emekçilerin yaşam koşullarını cehenneme çevirdikçe ve Ekim devrimi Avrupa ve ABD’li emekçiler için bir kerteriz hâline geldikçe derinleşir. 1912’de Londralı dok işçilerinin grevi güvenlik güçlerinin ateş açması ve sendika önderlerinin hapse atılmasıyla kırıldığında, Christabel Pankhurst WSPU’nun gazetesi Votes for Women’da işçilerin grev hakkına saldıran yazılar kaleme alacak, buna karşılık kardeşi Sylvia ile Doğu Londra Federasyonu, işçi eyemlerinin yanında saf tutacaktır. Süfrajet hareketi nihayet, Sylvia’nın 1913’de Dublin’de nakliyat sendikasını kırmak amacıyla hapsedilen James Conolly ve Jim Larkin’le dayanışma çağrısında bulunması üzerine resmen bölünecektir. Christabel’e göre işç kadınlar “kadın cinsinin en zayıf kesimidir ve en zayıfları mücadelede kullanmak, yanlıştır.”
Birinci Dünya savaşı, feminist hareket içindeki kutuplaşmayı daha da belirgin hâle getirecektir. Savaşla birlikte Emmeline ve Christabel Pankhurst WSPU’nun tüm faaliyetlerini derhâl askıya alır ve üyelerine “kendi” ülkelerini destekleme çağrısında bulunurlar. Gazeteleri adını Britannia olarak değiştirirken, oy hakkı için polisle çatışan kadınlar, yerini ellerinde katran kovaları ve tüyler, asker kaçaklarını kovalayan, askerlik şubeleri önünde sıraya giren “yurtsever” kadınlara bırakır. Buna karşılık, Sylvia Pankhurst ve yoldaşları savaşı protesto etmekte, kadınlar için oy hakkının yanısıra yoksulluk ve sınıfsal tahakküme karşı da kampanyalar düzenlemektedir. İzleyicileri arasında Doğu Londra’nın aç, işsiz, yoksul, dolayısıyla da bayrak sallama konusunda pek de gönüllü olmayan emekçi kadınları çoğunluktadır[35]…
IV) Kadınların devrim sonrasında kazanımlarına sahip çıkması gerekir.
Buraya dek tartıştıklarım, devrimlerin sınıf iktidarına değgin siyasal-toplumsal momentler olduğu ve toplumsal yaşamı iktidarı eline alan sınıfın çıkarları, konumu ve dünya görüşü çerçevesinde yeniden biçimlendirdiğini öne sürmektedir.
Evet, her sınıf, kadınların yaşamına değgin, nihaî olarak biçimlendirmeyi üstlendiği üretim ilişkileri içindeki yeri ile uyumlu olarak biçimlenen ve sınırları bu yer tarafından çizilen bir tahayyülü vardır.
Ama her (sınıflı) toplum, aynı zamanda nihayetinde kendisi de (sınıfsal) iktidar ilişkilerine dayanan ataerkiyle malûldür. Sınıflı toplumların şafağında biçimlenen ataerki, her sınıflı toplumda egemen sınıf(lar)ın iktidarını payandalayan, farklı cinsiyetlerin üretim ilişkileri içerisindeki yerlerini, tabi oldukları işbölümünü ve bu işbölümüne bağlı konumlarını belirleyen bir iktidar formudur. Farklı üretim tarzlarına esnek bir biçimde eklemlenme yetisine sahip olan ataerki, kamusal alanı (siyaset, savaş, ticaret…) erkeğin tekeline verirken, kadınların emeğini ve varoluşunu özel (domestik) alana hasredilmesinde tezahür eder. Ve bu konumları yetkesi geleneklere ve/veya kutsala dayanan buyrultularla destekler.
Sınaî kapitalizmle birlikte, o güne dek özel alana taalluk eden üretimci faaliyetlerin de kamusal alana taşınması, yani işyeri ile hanenin birbirinden ayrılması, yeni bir duruma işaret etmektedir. Böylelikle, kapitalizm öncesi üretim tarzlarında domestik alanda içiçe yürütülen üretim ve yeniden üretim faaliyetleri, ilk kez birbirinden net hatlarla ayrılacaktır.
Ataerkil işbölümü yeniden-üretimi (biyolojik özellikleri gerekçesiyle) kadına atfetmiştir. Sanayi devriminin üretimi kamusal alana taşıması, kadın emeğinden vaz geçilmesi anlamına gelmez. Ucuz ve uysal işgücü kaynağı olarak kadınlar yığınsal olarak kamusal üretime çekilecektir. Bu durum, kamusal alanın diğer veçhelerini (politika, eğitim, meslekler…) kadına kapalı tutma ısrarını zaman içerisinde erozyona uğratır: burjuvazinin “Kadın hakları” gündeminin maddi temeli.
Ancak kamusal üretime katılma trendi, ataerkil işbölümünün diğer yönünü, yeniden üretimin, yani işgücünün kendini sürdürebilmesi için gereken faaliyetlerin büyük ölçüde kadınlar tarafından yürütülmesinin büyük ölçüde kadınların işi olarak kalmasının önüne geçmedi. Tersine, bu, kapitalist kâr için “olmazsa olmaz” bir durumdu: yeniden üretime değgin faaliyetlerin bedelsiz olarak kadınlar tarafından üstlenilmesi, işgücünün maliyetini düşüren önemli bir etkendi. Bir başka deyişle, kadınların ev işlerini, çocukların, yaşlıların, hastaların bakımını bedelsiz olarak üstlenmeleri, bu hizmetlerin kamusal olarak gerçekleştirilmesinden doğacak maliyeti kapitalistlerin sırtından alarak kâr marjını yükseltiyordu.
Cinsiyetler arasındaki bu işbölümüne meydan okuma görevini ilk üstlenen, Ekim Devrimi oldu. Sovyet işçi devrimi, kamusal alanı tümüyle ve tam bir eşitlik çerçevesinde kadınlara açmakla kalmadı, kadının domestik köleliğine son verme konusunda son derece radikal adımları da attı. Kadın-erkek ilişkilerini radikal biçimde yeniden tanımlamaya yönelik yeni hukuksal çerçeveye ek olarak ev işlerinin kamusallaştırılması yönünde girişimler, doğumlarından itibaren çocukların bakım ve eğitimlerinin kamusal bir görev olarak yeniden tanımlanması, çekirdek ailenin sönümlendirilmesi tartışmaları, komünal yaşam tarzlarına yönelik denemeler… Ekim’in önderlerinin, toplumsal cinsiyetler arasındaki, üretim ve yeniden üretime değgin işbölümü ile kadınların ikincil kony-umu arasındaki ilişkinin bilincinde olduğunu göstermektedir.
Ancak bu durum, kalıcı ol(a)madı.
Öncelikle, kadınların yaşamlarını tümüyle yeniden biçimlendirecek bu girişimler, nüfusunun yüzde doksanı geri ve yoksul bir kırsal okyanusunda yaşayan bir ülkede, üstelik de yedi yıl sürecek ve iktisadi, toplumsal ve demografik bir çöküşe yol açacak savaş ve iç savaş arkaplanında gerçekleşiyordu. 1918-1920 yılları arasında salgın hastalıklar, açlık ve soğuk dokuz milyon Sovyet yurttaşının hayatına mal oldu.
Bolşevik iktidar, savaş ve iç savaşın yıkımını, sınırlı özel teşebbüsün önünü açan Yeni Ekonomi Politika (NEP: 1921-28) ile aşmaya çalışacaktı.
Ancak, “kâr” odaklı kurumların yeniden yaygılaşması, işsizliğin hızla artmasına yol açacaktı: Ocak 1922’de 625 000’den 1923’te 1 240 000’e. İlk işten çıkartılanlar vasıfsız işçiler olduğundan ve çalışan kadınların büyüjk çoğunluğu “vasıfsız” olduğundan bu, pratikte kadın işsizliğinin yaygınlaşması anlamına geliyordu. Böylelikle Mart 1923’te kadınlar Petrograd işsizlerinin yüzde 58.7’sini, tekstil merkezi Ivanovo-Voznesensk’de ise yüzde 63.3’ünü oluşturuyordu. Geleneksel olarak kadın işi olarak bilinen sektöründe Moskova, Petrograd ve Ivanovo-Voznesensk’de işsizlerin yüzde 80-95’i kadınlardı. Kadınları korumaya yönelik yasalar, kadın emekçilerin maliyetini yükseltmekteydi. Hedef kârlılık olunca da… Öyle ki, Zhenotdel dahi 1924’te kadınların gece çalışma yasağının kaldırılmasını onaylamak durumunda kalacaktı…
Kadın işsizliğindeki artış, kadınların ekonomik bağımsızlığını tehlikeye atarken, “tasarruf” tedbirleri komünal mutfak ve kreşlerin sayısındaki kısıtlamaları getirecekti. Büyük kentlerde ortak yemekhanelerde yiyenlerin sayısı hızla düşerken, devlet kreşlerinde bakılabilen çocukların oranı yüzde üçe indi.
Bu, “yeniden üretim”in yeniden ve tümüyle kadınların sırtına yıkılması anlamına geliyordu.
Önceleri Medeni yasada bir değişiklik yapılmadı. Boşanma, 1918 tarihli aile yasasında olduğu kadar kolaydı. Ancak, işsiz, çocukların ve evinin sorumluluğu altında ezilen bir kadının “boşanma özgürlüğü” pratikte, kadının babasız çocuklarının yüküyle başbaşa kalması anlamına geliyordu. Kadın, erkeğin mutlu bir şekilde terk eetme özgürlüğüne sahip olduğu yuvaya, zincirlerle bağlanmıştı… Hükümet çevrelerinde, terk edilen kadın ve çocuklara nafaka yükümlülüğü getiren ve kadınların evlilik sırasında edinilmiş mülklerden pay almasını sağlayan yeni bir yasanın gerekliliği dillendirilmeye başlamıştı. Beşte dördü geleneksel kırsal nüfustan oluşan bir toplumda, hele ki savaşların getirdiği ekonomik ve toplumsal yıkım koşullarında, kitap hayata çok uymamış, kadınların domestik kölelikten özgürlüğü bir başka bahara ertelenmişti…
NEP’in yürürlükten kaldırıldığı 1928 sonrasında girişilen devasa sanayileşme ve kırsal kolektivizasyon, kadın istihdamında bir patlamaya yol açtı. NEP’in istihdam dışına ittiği milyonlarca kadın, her iş kolunda makinelerin başına geçti yeniden. Böylelikle, tüm işgücünün 1922’de yüzde 22’sini oluşturan kadınların oranı 1940’a gelindiğinde, yüzde 39’a fırladı. Ne ki “ev işlerinin, çocuk bakımının kolektivizasyonu, çekirdek ailenin sönümlen(diril)mesi tartışmaları artık rafa kalkmıştı. Sovyetler Birliği’nin resmî propagandası, traktör kullanan, başında kaskı, iskelenin tepesinde duran, hastalara bakan, kürsülerden adalet dağıtan… özetle toplumsal yaşamın her alanında erkeklerle eşit temelde yer alan kadınlarla övünüyordu… Bir bakıma haklıydı da… O dönemde Sovyet kadınları en “ileri” kapitalist ülkelerde tahayyül edilemeyen alanlarda çalışabiliyor, toplumsal yaşamın her alanına engelsiz katılabiliyordu…
“Engelsiz” mi dedim? Yanlış! Ev işleri, çocukların yükü hemen tümüyle kadınların sırtındaydı. Yorgun argın atölyelerden, fabrikalardan, bürolardan, çiftliklerden iş dönüşü, çocukları kreşten, yuvadan alıp saatlerce zor bulunan tüketim malları için kuyrukta beklemek, eve varınca mutfağa koşmak… Hem de İkinci Paylaşım Savaşı’nda çoğu erkek 27 milyon insanını kaybetmiş bir ülkenin demografik yükünü de omuzlamış olarak…
Çünkü Savaş, aile hukukunun hemen tümüyle değişmesine yol açmış, 1936’da kürtaj yasaklanmış, boşanmalar güçleştirilmiş, aile birliği yeniden kutsanmaya başlamış, “meşru” ve “gayrımeşru” çocuk ayırımı yeniden hukuk literatürüne girmiş, “Kahraman Analık madalyaları” dağıtılmaya başlamıştı.
Artık Kollontai’ın “İşçi sınıfının, yükselen sınıf ideolojisi, her iki cinsin de çıkarlarını dileklerini, duygu ve görüşlerini üstüne aldığı için, başka şeyler istiyor; emek isteyen ortaklaşa toplumsal yaşam, içinde birinci olması gereken kadın faktörünü dışarıda bırakarak yeni bir kültür kuramaz,”[36] sözlerinin çok uzağındaydı her şey…
Kadınları yuvalarına, mutfaklarına geri dönmeye çağıran Gorbaçov karşı-devriminin yorgun düşmüş Sovyet kadınları arasında fazla tepki görmeksizin sessiz sedasız kabullenilişinin arka planında bu durum yatmaktadır.
Sovyet devrimi, bize işçi devrimleri ile kadınların kurtuluşu arasındaki bağların ne denli yakın ve çözülmez olduğunu, emekçilerin öncülüğündeki devrimlerin kadınların özgürleşmesinde ne denli ileri gidebileceğini gösterir.
Ama bir şeyi daha gösterir: Kadınlar sahip çıkmazlarsa kazanımlarının geri alınabileceğini… “Sosyalist anavatanın savunulması/kurtarılması” adına kadınlara fedakârlık çağrıları çıkartılabileceğini… “Emek kahramanı”, “Kahraman ana” madalyalarının kadınların mutfağa geri gönderilmesini örtbas etmek için kullanılabileceğini…
Bu nedenledir ki kadınların devrim sürecinde kendi bağımsız (bir kez daha vurgulamalı: bir “parti”nin organı olmayan) örgütleri aracılığıyla müdahale etmeleri ve bu bağımsız konumlarını devrimden sonra da koruyabilmeleri önemlidir. Devrim sırası ve sonrasında karşılaşılabilecek güçlükler, savaşlar, iç savaşlar, ekonomik yıkım vb. hiç kuşku yok ki tüm toplumun, emekçilerin büyük özverilerini getirecektir. Ancak kadınların bu “özveri”den orantısız pay almaları için hiçbir neden yoktur: ataerkinin erkek emekçilere, devrimcilere sağladıkları kolaylıklar dışında…
[*] 25 Şubat 2018 tarihinde EKB’nin İstanbul’da düzenlediği ‘Devrimler ve Kadın’ başlıklı sempozyuma yapılan sunum… Kaldıraç Dergi, No:200, Mart 2018…
[2] Bob Marley.
[3] Yves Bessiéres ve Patricia Niedzwiecki, Women in the French Revolution, 1789. Bibliography. Commision of European Communities. no. 33, 1991: 4.
[4] 18. yüzyıl sonlarında Fransa’nın nüfusu, 20 milyonu köylü olmak üzere 28 milyon dolaylarındaydı. Büyük kentlere, özellikle Paris’e göç, tırmanmaktaydı. Her yıl Paris’e göç eden 14 bin kişi, işsiz sayısının katlanmasına yol açmaktaydı.
[5] a.y. s.6.
[6] Devrim öncesi, Fransa toplumunun üç kesiminin (ruhban, soylular ve üçüncü kesim: esnaf, tüccarlar, emekçiler, genel olarak “halk”) temsilcilerinden oluşan meclis. Kadınlar tüm kamusal görev ve temsil organlarından olduğu gibi, Etats Genereaux’dan da dışlanmışlardı.
[7] Girondinler, Devrim sonrası oluşan yasama meclisi Ulusal Konvansiyon’da yer alan iki gruptan biri (diğeri Montagnard’lar). Daha çok krala yakın burjuvaziyi temsil etmekteydiler ve radikal Montagnard’lara karşı ılımlı görüşleri savunuyorlardı. Girondin’ler 1793’de Cumhuriyetçi Ulusal Muhafızların ve “sans-culotte”ların da desteğiyle Meclis’ten atıldılar.
[8] “Women and the Revolution” http://chnm.gmu.edu/revolution/chap5b.html
[9] Bessiéres ve Niedzwiecki, ss.13-14.
[10] Komün’ün fahişeler karşısındaki tutumu ikircimlidir. Bazı mahalle yönetimleri “fuhşun yasaklanması, fahişelerin cezalandırılması” kararı alırken, başka kadınlar farklı bir tutum içindeydi. Çok sayıda fahişe Komün için hayatını ortaya koymaya hazır olduğunu beyan ederken, Komün’ün fahişelerden oluşan özel bir müfreze oluşturması öneriliyordu. Komün’ün öncülerinden Louise Michel, fahişelere yönelik her türlü ahlaksal yargıyı reddederken, onları Kadınlar Birliği’nin 18. mahalle gözetim komitelerine yönlendirmekteydi. (Tony Cliff, “Women in the Paris Commune”, Class Struggle and Women’s Liberation, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/03-commune.htm.)
[11] Christina Gridley ve Carolyn Kemp, “Women in the Paris Commune”, 8 Mart 2012, https://www.marxist.com/women-in-the-paris-commune.htm
[12] Tony Cliff, “Women in the Paris Commune”, Class Struggle and Women’s Liberation, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/03-commune.htm.
[13] Kadınlar bir dizi eğitim reformunun hazırlanması ve kısmen yürürlüğe konmasında etkin bir rol oynadılar. Üç Parisli çocuktan biri herhangi bir formel eğitim alamamaktaydı. Eğitim, özellikle kızların eğitimi neredeyse tümüyle Kilise’nin denetimi altındaydı. Komün devlet tarafından finanse edilen zorunlu ve dinsel etkilerden arınmış, güzel sanatlarla bilimleri, teknik eğitimle birleştirecek şekilde dengeli bir biçimde kaynaştıran bir tedrisatı yürürlüğe koydu. Kız çocukların eğitimine özel bir önem verilmekteydi; bu alan tümü kadınlardan oluşan bir özel bir komisyonun gözetimi altına verildi. Kızlar için bir sınai okul kuruldu. Çalışan kadınlar için fabrikaların yakınlarında kreşler oluşturulması işine girişildi. (Cliff, a.y.)
[14] Gay Gullickson, “Women and the Paris Commune”, http://www.dsausa.org/women_and_the_paris_commune
[15] Cliff, a.y.
[16] Cliff, a.y.
[17] Bu önyargı nedeniyledir ki Fransa’da kadınlar seçme ve seçilme hakkına çok geç bir tarihte, 1944’de kavuşabilmişlerdir.
[18] Cliff, a.y.
[19] “Early Communist Work Among Women: The Bolsheviks”, Women and Revolution, s.11, Bahar 1976.
[20] Tony Cliff, “Russian Marxists and women workers”, Class Struggle and Women’s Liberation, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/06-marxrus.htm
[21] R.L. Glickman, “The Russian Factory Woman 1890-1914”, i D. Atkinson vd. içinde, Women in Russia (Stanford 1978), ss.80-1.
[22] Tony Cliff, “Russian Marxists and women workers”, a.y.
[23] Tony Cliff, “Russian Marxists and women workers”, a.y.
[24] Tony Cliff, “Russian Marxists and women workers”, a.y.
[25] Pitirim Sorokin, Leaves from a Russian Diary.
[26] akt. John Lauritsen ve David Thorstad, The Early Homosexual Rights Movement (1864-1935) (New York: Times Change Press, 1974)
[27] “Kadın, yaşamın gerisinde kalmamak, geri plana itilmemek ve var olmak uğruna verilen savaşta ezilmemek için, burjuva ideolojisinin pörsümüş değerlerini hiç zaman kaybetmeden söküp atmalıdır. Ve ilk işi, karşı cinsle ilişkilerini ele almak olmalıdır,” diyordu Alexandra Kollontai. (Marksizm ve Cinsel Devrim, Çev: Gizem Çinçin, Akademi Yay., 2000.)
[28] akt.: Tony Cliff, “Revolution and counter-revolution in Russia”, Class Struggle and Women’s Liberation, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm.
[29]Tony Cliff, “Revolution and counter-revolution in Russia”, Class Struggle and Women’s Liberation, https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/09-revrus.htm
[30] 1920 yılında kadın üyeler Bolşevik Parti’nin yalnızca yüzde 7.4’ünü oluşturuyordu.
[31] “Early Bolshevik Work among Women of the Soviet East”, Women and Revolution, sayı 12, Yaz 1976.
[32] Sonali Gupta, “Liberty for All? An Exploration of the Status of Women in Revolutionary France”, . Primary Source, c. V: s.I s.23.
[33] “The Russian Revolution and the Emancipation of Women”, Spartacist English edition No. 59, Bahar 2006.
[34] Tony Cliff, “The socialist women’s movement in Germany”, Class Struggle and Women’s Liberation. https://www.marxists.org/archive/cliff/works/1984/women/05-socger.htm.
[35] “The Suffragettes, the Russian Revolution and women’s liberation”, Workers Hammer, sayı 198, Bahar 2007.
[36] Alexandra Kollontai, Marksizm ve Cinsel Devrim, Çev: Gizem Çinçin, Akademi Yay., 2000.
- Saraylı Kadınlarla Bir 8 Mart Söyleşisi* - 12 Mart 2023
- Politikayı sokaktan öğrenmek* - 11 Haziran 2022
- Kadınlar ve Emek Mücadelesi – Sadece “Üretimden Gelen Güç mü?” - 3 Nisan 2022