“Kültür kelimesini duyduğumda, Browning’ime uzanırım!”
Hermann Göring
Çatışmada yaralanan ve kaldırıldığı askeri hastanede vefat eden, Jandarma Uzman Onbaşı Muhammed Meriç için yapılan törende, Chopin’in eseri yerine Itri’nın Salât-ı Ümmiye’sinin okunması “kültürel köklerimiz” tartışmalarının yeniden hatırlanmasına vesile oldu. Olsun, yine yanlış yapılmış, eski zamanlarda (şu meşhur kültür köklerimizde) Itri’nin Salat-ı Ümmiye’sinin cenazelerde okunduğu zannedilmişti ama; zaten önemli olan, sadece erken cumhuriyet ile hesaplaşmak olduğundan bu işin kültürel mirasımızın gözü kaşı yarılarak yapılmasında da bir mahsur yoktu. Bu araya bir de “Tek Parti döneminde halkın ne zulüm çektiği” geyik leri eklendiğinde senaryo tamamlanmış oluyordu.
Numan Kurtulmuş cenazede yaptığı açıklamada, “1936-1938 yılları arasında Türk Sanat Müziği’nin radyolarda çalınmasının yasak olduğunu” hatırlattıktan sonra -basına yansıdığı kadarıyla- şöyle buyurmuşlar:
“Türk Sanat Mûsikîsi geri bir kültürün müziğiydi. Bizim Batı müziğini dinlememiz gerekiyor, Batı müziğiyle bir şekilde halkımızı yoğurmamız gerekiyordu. Daha birkaç hafta öncesine kadar şehitlerimizin cenazelerinde kimsenin anlamadığı ve bilmediği, on yıllardır çalınmasına rağmen kimsenin de anlam veremediği Chopin’in ‘Cenaze Marşı’ ile şehitlerimizi defnediyorduk. Çok şükür, artık Itri’nin marşıyla herkesin ‘Allahu Ekber’ diyerek katılabileceği marşlarla şehitlerimizi defnedebiliyoruz. Maalesef, iddia sahibi ülkelerin iddialarını sürdürebilmesi için kendi kültürel kökleri üzerine yükselmesi şarttır. Son iki asrımız köklerimizden uzaklaşmayla geçti, ne kadar uzaklaşırsak adam olacağımızı zannettik, çok şükür artık derin uykulardan uyandık ve ayağa kalktık.”
Muhterem Hocamız Kurtulmuş’un sözlerinin neresini düzeltsem bilmiyorum: Evet, o dönemde mûsikînin geriliği tartışıyordu; ama mûsikî özelinde o dönemde tartışılan şey, mûsikînin aslında Bizans müziği olduğu; bu yapay-Batılı (Bizans) müzik tarzının kaldırılmasıydı vb. desem? Prof. Dr. Numan Kurtulmuş için ne anlam ifader eder? Bilmem! Ne de olsa onun da artık –bir başka profesörümüzün altını çizdiği gibi, “Cahil halkın ferasetine güven”metken- başka bir umudu kalmadı. Zaten müziğin Batılılaştırılması yönündeki ilk reformların da 1800’lü yılların ortalarında Osmanlı zamanında başladığı da elbette ki kimsenin umurunda değil. Neydi?: “Ver Mehteri!”
Müzik tarihçisi, ya da bu konular üzerine çalışan birisi olmadığımdan, konuyla ilgili yapılmış tüm çalışmaları sıralamam ve tavsiyelerde bulunmam mümkün olmasa da, elimde Ozan Yarman tarafından yazılmış, “79-Tone Tuning & Theory For Turkısh Maqam Music As A Solution To The Non-Conformance Between Current Model And Practice” başlıklı doktora tezi var. İstanbul Üniversitesinde 2007 yılında tamamlanmış bir tez.
Yarman, tezinin, Türkiye’de Müzik Reformu başlıklı bölümünde, reformların (şu menfur) Tek Parti döneminde başlamayıp, 1826’da Mehteran’ın kaldırılarak yerine Mûsikâ-i Hümâyûn’un (bildiğiniz mızıkayı hümayun) kurulması ile başladığını söylemekte. Osmanlı Mehteri Batılı müzikle reforme etmek için kaldırmıştı, ama olsun: “ver yine Mehteri!” Unutmadan, Alaturka (alla turca) ve alafranga (Alla Franca) şeklindeki bölünme de Cumhuriyet döneminin ürünü değil, bu döneme aitti. İslam Ansiklopedisi’nde bu konuyla ilgili olarak şu açıklamalara yer verilmekte:
“Muzıka-i Hümâyun, tarihte örneğine çok az rastlanabilecek geniş kadrosu ve teşkilâtıyla bir çeşit merkezî sistemle yönetilen kurum hüviyeti taşımaktadır. Askerî Saray Bandosu’nu, Saray Orkestrası’nı, Saray Opera ve Operet orkestralarını, Saray Korosu’nu, sarayın çeşitli salon ve oda müziği toplulukları ile sarayın mûsiki hocalarının yanı sıra saray dışındaki tiyatro ve konser salonlarında sahneye çıkan orkestraları ve mûsiki öğretim heyetini kapsayan bir teşkilâttı. Bu toplulukların bir kişi tarafından idare edilmesi mümkün olmadığından paşa rütbesindeki bazı mûsikişinasların orkestra, opera ve konserleri yönettiği görülmektedir. Donizetti’nin ilk zamanlarında yirmi bir kişi olan muzıka çalışanları Abdülaziz devrinde önceleri 750 kişiye ulaşmış, ardından bu sayı 500’e, II. Abdülhamid döneminde 325’e ve 300’e indirilmiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra 120’ye düşürülmüştür.”
Yine aynı kaynaktan yararlanarak belirtmek gerekirse, Mûsikâ -i Hümâyunönceleri bando ve orkestra olmak üzere iki kısıma ayrılmış; bando, koro ve orkestraya doğru gelişme göstermiş, bando-orkestra iş birliği de Cumhuriyet’ten sonraki düzenlemelere kadar devam etmişti. Sonradan kurulan Türk mûsikisi bölümü fasıl heyeti ve müezzinân kısımlarından oluşmaktaydı. Bu yapı içerisinde Fasıl heyeti fasl-ı atîk ve fasl-ı cedîd olarak ikiye ayrılmaktadır. Fasl-ı atîk Türk mûsikisi sazlarıyla Türk mûsikisi örneklerini seslendirmektedir. Hamâmîzâde İsmâil Dede, Dellâlzâde İsmâil Efendi, Sermüezzin Rifat Bey, Hâşim Bey, Hacı Ârif Bey, İsmâil Hakkı Bey, Şekerci Cemil Efendi, Refik Fersan ve Münir Nurettin (Selçuk) gibi mûsiki üstatları bu bölümden çıkmadır. Fasl-ı cedîdin Batı müziğinin majör-minör dizilerine yakın makamlarda bestelenmiş, peşrev, saz semâisi, şarkı, köçekçe ve oyun havalarının armonize edilmesiyle oluşan bir repertuvarı vardır. Bu toplulukta icra, bagetli bir şef yönetiminde Türk ve Batı müziği sazlarının iştirakiyle yapılmaktaydı. II. Abdülhamid döneminde Mûsikâ -i Hümâyun’aopera-operet, tiyatro ile orta oyunu, cambaz ve Karagözcülük-hokkabazlık-kuklacılık gibi yeni bölümler eklenmiştir.
Aynı geleneği II. Abdülhamid de devam ettirir. Batı müziğine aşinalığı ve sevgisi ile dikkat çeken Abdülhamit –ki kendisi de Batı müziği eğitimi almıştır ve kemal çalmaktadır- Yıldız Sarayı içerisinde teşkil ettirilen tiyatroya tiyatro ve opera sanatçısı Arturo Stravolo’yu tayin etmiştir. Ahmet Refik Serengil’in 1962’de MEB yayınları Devlet Konservatuarı Yayınları arasından çıkan dört ciltlik Türk Tiyatrosu Tarihi başlıklı çalışmasının 4. Cildinde (Saray Tiyatrosu) Stravolo ile ilgili bir şeyler bulmak mümkündür. 31 Mart’tan sonra Yıldız Sarayı’ndaki işine son verildikten sonra ülkesine giden Arturo Stravolo,, daha sonra ailesiyle birlikte İstanbul’a yerleşmiş ve 1948 yılına kadar burada yaşamıştır.
Dini Müzik’te Salât
Marmara Üniversitesi’nden Dr. Başak İlhan Harmancı tarafından Rast Müzikoloji Dergisi (2013) C.1 S.1 s.154-195) Türk Din Mûsikîsi’nde Salâ (Salât) Formu ve Salâ Besteleri başlıklı çalışmasından yararlanarak bu konuda bir iki noktaya da dikkat çekmeye çalışacağım. Söylemek istediklerim, yazarın teknik bilgileri arasında yitip gitmeden hemen burada paylaşayım. Itri’nin salâtı bir cenaze salâtı değil. Şu Batılı “alkolik”lerin Chopin’i yerine “kültürümüze uygun” bir şeyler getirmeye çalışırken biraz daha dikkat etmek gerekirdi beklide. Sanırım Erdoğan haklı. En başarısız olduğunuz alanlardan biri de sanat, kültür vb. alanı. Chopi’in yerine Itri’yi getirdi, kültürüme döndüm demekle olmuyor işte.
Türk din mûsikîsinde Peygamber’e getirilen salâtlar “salâ” olarak telaffuz edilmiştir. Bir Türk din mûsikîsi formu olarak salâ, daha çok cami mûsikîsi formu olarak yer almışsa da, gerek tekke mûsikîsi gerekse diğer dîni- tasavvufî toplantılarda da bir müzikal form olarak kullanılmıştır. Akşam ezanı haricinde diğer dört vakitte okunan ezanlar ile birlikte salâ da verilebilir. Sabah salâsı ezandan önce okunurken, bunun dışında kalan salâlar vakit ezanından sonra okunmaktadır. Sabah salâsı dışında diğer salâlar ezan ile aynı makamda icra edilir. Dört vakitte salâ verilmesi geleneği günümüzde kaybolmaya yüz tutmuş olup, bazı camilerde sabah ezanından önce ve Perşembe geceleri yatsı ezanından sonra salâ verilmektedir.
Yazarımızdan yararlanarak belirteyim ki, Dr. Suphi Ezgi (ö.1962) tarafından notaya alınan cenaze, bayram, sabah Salâları her ne kadar Durak Evferi usûlü ile ölçülmüşse de pratikte usule bağlı kalmadan serbest olarak okunmaktadır. Günümüzde Cuma günleri, bayramlar ve cenazelerde salâ verilmesi gerektiği zaman bu vakitlere özgü salâlar yerine Sabah Salâsı okunması âdet olmuştur.
Harmancı, cenaze salâsının, ölüm haberinin ilanı için minarelerden ve mevtânın musallâdan kabre götürülüşü ve defninden sonra okunan olmak üzere iki türlü olduğunu belirtmektedir: Yazar, minârelerden salâ verilmesi âdetinin Fâtımîler devrinde başladığını belirterek, Minârelerden okunan cenaze salâsı ve Cuma günleri okunan salâ aynı metne dayandığından Cuma günleri cenaze için ayrıca salâ verilmediğini belirtmektedir.
Harmancı, günümüzde ise cenaze dolayısıyla Cuma (ve Bayram) salâsı yerine sabah salâsı, cenazenin kaldırılacağı vakit namazından bir saat önce okunmakta olduğunun da altını çizer: Cenaze kabre götürülürken okunan salâ ise bir kişi ve bazı yerlerde cemaatin de katılımıyla okunur.
Yaygın olarak kullanılan cenaze salâtlarından iki örneği, yine yazarın makalesinden yararlanarak bu yazıda da görmektesiniz.
Ver Mehteri! Âlem inlesin, Itri’ye selam, popülizme devam. Kültürel miras mı demiştiniz?
Ben, kültür[el köklerimiz] kelimesini duyduğumda, Browni’me uzanasım geliyor.
Mûsikî dendiğinde sadece Itri’nin değil, mesela Alı Ufkî Bey’den (Albert Wojcıech Bobowskı) de, Dimitrie Cantemir’den de, II Beyazıd’ın ölümüne kadar sarayda çalışan Giovanni Antonio Menavino Genovese’den de ve tabii ki, Arturo Stravolo’dan da bahsetmek gerektiğini söylediğinizde kültürel köklerimizden bahsedebilirsiniz. Yoksa? Yoksa, ne olacak?
“Ver Mehteri!” dombram dağlar inlesin…”
NOT: Bu arada, canınız çekerde Itri dinlemek isterseniz, Zeki Müren’in sesinden Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil isimli segah yörük semaieseri dinleyin derim. Bu arada buyurun sözleri:
Tûtî-i mu’cize-gûyem ne desem lâf değil
Çerh ile söyleşemem âyînesi sâf değil
Ehl-i dildir diyemem sînesi sâf olmayana
Ehl-i dil birbirini bilmemek insâf değil
Yine endîşe bilir kadr-i dür-i güftârım
Rûzigâr ise denî dehr ise sarrâf değil
Girdi miftâh-ı der-i genc-i ma’ânî elime
Âleme bez-i güher eylesem itlâf değil
Levh-i mahfûz-ı suhandir dil-i pâk-i Nef’î
Tab’-ı yârân gibi dükkânçe-i sahhâf değil