İdeoloji Üzerine (2)

Milli Mücadele’de Ulusal Sorun

Karl Marks, İrlanda sorununu irdelerken, “Bir başka ulusu ezen ulus özgür olamaz,” demişti. Bu gerçek salt İrlandalılar ile münhasır değildir. Bunun tipik bir örneğini Türkiye’de de görebiliyoruz. 

Milli Mücadele döneminde ve sonrasında Kürt sorunu önemli yer tutar. Dört bölge devletinin (Türkiye, İran, Irak, Suriye) gerek iç politikasının oluşmasında ve gerekse emperyalizm ile olan ilişkilerinin biçimlenmesinde ve emperyalist statünün korunmasında Kürt ulusunun dört parçaya bölünmesi özgün bir niteliktir ve başlı başına bir düğüm noktası oluşturmuştur. Resmi ideoloji üretmekle görevlendirilen Cumhuriyet aydınları, bilim insanları, yazar ve düşünürler bu soruna parmak basmaktan kaçınmışlardır.

Kürt ulusu üzerindeki baskılar, Cumhuriyet’in kuruluş öncesi dönemden günümüze kadar sürmüştür. 18 Eylül 1930 günü, ilk Adalet Bakanı olan Mahmut Esat Bozkurt, İzmir, Ödemiş’te yaptığı konuşmada “Türk, bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette tek hakları vardır; hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı. Dost ve düşman, hatta dağlar bu hakikati böyle bilsinler…”  demişti. İstanbul Barosu bu ırkçı söylemin sahibi (Mahmut Esat Bozkurt) adına “hukuk ödülü” töreni düzenlemiş ve dönem YARSAV Başkanı olan Ömer Faruk Eminağaoğlu’na 2008 tarihinde vermişti. 2016 tarihinde de Aysel Çelikel, bu ödüle layık görülmüştü. Önceleri “Kürt yoktur” denildi, bugün de “Kürdistan” kavgası yapılıyor. İşte Türkiye’nin resmi burjuva ideolojisi! 

Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar Kürtlere yönelik süregelen, retçi ve ırkçı politikaların izlenerek devam etmesi, Türkiye’de faşist hareketin gelişmesinde önemli bir etkendir. Dolayısıyla Kürt Ulus’unu yok saymak, resmi ideolojinin önemli bir halkası olmakla birlikte, bu ideolojinin en zayıf halkasını oluşturmaktadır. 

Hikmet Kıvılcımlı “Yedek Güç: İhtiyat Kuvvet: Ulus (Doğu)” adlı kitabında şunları yazıyor: “Gerek kültür, gerekse idare yönünden Kemalizm’in Kürdistan’da takip ettiği gaye, orada bir Kürt Halkının varlığını inkâr etmek, bu varlığı her hususta yok etmek ve susturmaktır. İdari ve kültürel keyfiyetin hedefi budur.” [14] Osmanlılar döneminde Kürdistan olarak bilinen, resmi yazışmalarda adı bu şekilde geçen bölgenin adı, Cumhuriyet’in kuruluşundan 1950’lere kadar “Vilayet-i Şarkiye” olarak değiştirildi. Bu dönem ayna zamanda Kürtleri yok saymanın, Kürtlerden öcü gibi korkmanın hâkim olduğu dönemdir. Hatta 1971 tarihinde yayınlanan Türkçe Sözlükte “K” harfinin yer aldığı ciltte, Kürtlerle ilgili şu ifadeler yazılmış; “Çoğu dillerini değiştirmiş Türkler’den ibaret, bozuk bir Farsça konuşan ve Türkiye, Irak ve İran’da yaşayan bir topluluk adı ve topluluktan olan kimse…” Şarkiye olan bölge 1950-1960 arası “Doğu”, 1960 sonrasında “kalkınmada öncelikli yöreler” olarak değiştirildi.

 “Kürdistan” dedi diye HDP Urfa Milletvekili Osman Baydemir’e ‘Genel Kurul’ çalışmalarına iki gün katılmama cezası verildi.”  Oysa Erdoğan, 18.11.2013 tarihinde başbakan iken, grup toplantısında yaptığı konuşmada “…. Kürt kelimesini o Meclis’te görecekler. Gürcü, Laz, Arap, Boşnak kelimelerini o zabıtlarını görecekler, Kürdistan kelimesini, o Meclis zabıtlarında görecekler. (….) Osmanlı’ya gittikleri zaman doğu, güneydoğunun, Kürdistan eyaleti olduğunu görecekler…” [15] demişti. Bugün ise bu gerçeği inkâra kalkışıyor.

Kürtlerin varlığını inkâra yönelik söylemler, sadece bilime değil, aynı zamanda temel insan haklarına aykırı ve ters düşen bir söylemdir. Türkiye’nin resmi ideolojisi bir ulusu “yok” sayıyor. Ardından dilini yok sayıp, onu kötü bir “‘Farsça” sayıyor. Bu bakımdan Milli Mücadele gerçek anlamda bir ulusun kurtuluşu değil, Kürt Ulusu’nun baskı alanına hapsetme sürecinin başlangıcıdır. Ayrıca Kürt Ulusu açısından Kürdistan’ın İngilizlerle anlaşarak Türk devletince parçalanması anlamına geliyor. Milli Mücadele gerçek anlamda bir ulusun kurtuluşu mücadelesi olsaydı, Kürt Ulusu’nun baskı altına alınmayacağı gibi, bu konuda uyduruk gerekçelere, yalanlara ve anlamsız zorlamalara gerek kalmazdı. Aksi halde kendi özgürlüğü için savaşan bir ulusun bir başka ulusu baskı altına alıp, onu ezmesi, sürgün etmesi, kültürel kimliğini inkâr etmesi türü girişimler anlaşılır pratikler değildir. [16] Yoksa bir ulusun kurtuluşu demek, o ulusun kendi kaderini kendisinin belirlemesi demektir. Eğer bir ulusun kendi kaderini tayin etmesi, başka ulusun kaderini belirlemesini engelliyorsa, o takdirde Türk ulusunun kurtuluş hareketinin gerçek bir özgürlük mücadelesi olup olmadığı tartışma konusu olacaktır.

Kemalizm ve Ordunun İdeolojik Nitelikteki İşlevi

Sınıflı toplumlarda egemen ideoloji, egemen sınıfın ideolojisidir. Kapitalist toplumlarda olduğu gibi Sosyalist toplumlarda da bu kural aynıdır. Sosyalist toplumlarda sınıflar vardır, tamamen yok edilmemiştir. Aradaki fark, kapitalizmde egemen ideoloji, bir avuç sömürücünün tahakkümüne dayanan ideolojidir. Sosyalist toplumda ise toplumun büyük çoğunluğunun benimsediği kendi (proletarya) ideolojisidir. 

“Yerli ve milli ideoloji”ye gelince(!); tamamen egemen ideolojinin yürürlükte olduğu sınıf ideolojisidir. Bireyler bu ideolojiye göre yönlendirilir, adeta esiri haline gelirler. Ünlü Fransız düşünür Louis Althusser’in yazdığı ve çevirisini Ahmet Öz’ün yaptığı “Marx İçin” adlı eserinde “Bir ideolojiden saf bir eylem aracı gibi faydalanan bireyler yararlandıkları ideolojinin efendisi olduklarına inandıkları andan itibaren aslında o ideolojinin egemenliğine girmiş, bir başka deyişle o ideoloji tarafından ele geçirilmiş olurlar,” diyerek adeta Milli Mücadele döneminde büyük yığınların nasıl resmi ideolojinin etkisinde kaldıklarını ve benimsediğini görür gibiydi.

Türk siyasal yaşamına bakıldığında özellikle tek parti iktidarı döneminde ordu, devletin diğer ideolojik aygıtlarının yetersiz kaldığı durumlarda devreye girerek hâkim ideolojiyi yurt sathına yayarak, toplum tarafından benimsenmesi amacıyla bir ideolojik aygıt görevini üstlenmişti. Çok partili yaşama geçiş sonrası iktidarın el değiştirmesiyle, statü ve konumunda ciddi ölçüde gerileme yaşayan ordunun eski pozisyonunu tekrar elde etmek amacıyla baskı aygıtına evirildiğini ve darbelerle ayrıcalıklı konumuna yeniden kavuştuğunu söylemek mümkündür. 

“Kemalizm” kavramı ilk kez Çanakkale Savaşları sırasında İngilizler tarafından ortaya atılmıştır. Müttefik Donanma komutanı Amiral John Michael de Robeck 1920 tarihli raporunda “Fransızlar, Kemalistlere karşı iyi niyetli görünüyorlar” diye yazmıştı.[17] Milli Mücadele döneminde Kemalizm, ideolojik bir nitelik kazanmamış, bir tür direnç, ve refleksler, başkaldırı hareketi olarak görülmüştür. Özellikle de İstanbul’da yayınlanan bildiri ve “Halife-i Ru-i Zemin”e, isyan şeklinde bir ulusal egemenlik savaşımı olarak tanımlanmıştır. 

Türkiye’de 1935 yılında Cumhuriyet Halk Partisi 4. Kurultayı sırasında “Kemalizm Yolu” sözcüğü kullanılmış ve “Kemalizm” kavramı resmi tutanaklara geçirilmiştir. Bugün bir burjuva ideolojisi olarak Kemalizm’in, yazarların üzerinde uyuştukları bir kavram olduğunu söylemek güçtür. Dönemin politik varyasyonları, farklı kavramlarla karşımıza çıkmıştır. Farklı görüşlere sahip bireyler kendilerini “Kemalist” olarak tanımlayabilmektedir. Yazarlar ve aydınların çoğu Kemalizm’i siyasi ideoloji olarak tanımlasa da Kemalizm, başlı başına bir ideoloji olmaktan çok, ideolojinin bir ögesi olarak kabul edilmektedir. Çünkü ideoloji kavramı tamamıyla sınıfsaldır. Eğer Kemalizm bir akım olarak burjuvaziye hizmet ediyorsa, burjuva ideolojisi olarak görülebilir. Bugün Kemalist görüşü benimseyen ve kendilerine sol ya da sosyalist olarak adlandıran grupların hizmet ettiği sınıf yozlaşmış kapitalizminden başkası değildir. Kemalizm’in en ilerici hareketi, göz boyama niteliğinde olan reformlardır. Devrim mücadelesi ile reform birbirine taban tabana zıt iki harekettir. Kemalist ilkeler olarak hayata geçirilen Devrimcilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Cumhuriyetçilik ve Devletçilik ilkelerinin tamamı burjuva devletinin resmi görüşleridir. Günümüzde AKP devleti tarafından bu ilkeler yok sayılmış olsa bile genel anlamda kural değişmemektedir. Atatürk İlkeleri olarak geçen ve her türlü tartışmanın dışında tutulan bu ana düşünceler, Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1931 tarihindeki 3. Kurultayı’nda kabul edilmiş ve 1937 Anayasa’sına konulmuştur. Kemalizm, otoriter yapının meşruiyetini sağlamak için ortaya atılan hareketin adıdır. Türkiye’de ordu, ideolojik bir aygıt olarak Kemalizm’i sahiplenmesi ve yayması, sapma görüldüğünde hatırlatma görevini üstlenmesi, adeta gelenek haline gelmiştir görüşü, çoğu liberal yazarlar tarafından kabul görmektedir. Bu konu eleştiriye açıktır. Çoğu yazarlarımız Türk Ordusu’nun iktidarların Kemalist yapıdan uzaklaştığı anda hatırlatma yaparak darbeler gerçekleştirdikleri görüşündedir. Kemalizm, ordunun resmi görüşü olabilir. Ya Arjantin’de, Şili’de, Brezilya’da, Ortadoğu ülkelerinde, Afrika’da, Uzakdoğu’da ve Asya’nın bazı ülkelerinde yapılan askeri darbelere ne demeli? Bunlar da kendi ülkelerindeki Kemalist benzeri görüşler için mi yaptılar, yoksa uluslararası emperyalizmin sömürge tipi ülkelerde yaptırdığı askeri darbeler miydi? Ne yazık ki bunu ya kavrayamamışlar ya da gizlemeye çalışmışlardır. Türkiye’de ordunun zaman zaman muhtıralar ve darbeler aracılığı ile bazı işlevleri yerine getirdiği biliniyor. Ancak bunun arkasındaki büyük resme bakma ihtiyacını görmek istememeleri onların görüşlerini ve kime hizmet ettikleri konusunda önemli ipuçlarını veriyor. Kaldı ki devlet aygıtı burjuvazinin elindeyse ordunun da kimin emrinde olduğunu söylemeye gerek yoktur. 

Küçük Burjuva İdeolojisi

İki temel sınıf (kapitalist sınıf ile işçi sınıfı), küçük burjuva siyasetinin biçimlenmesinde belirleyicidir; küçük burjuvazi sürekli bu iki sınıftan birisinin peşinden sürüklenir. Komünist Manifesto’da küçük burjuvazinin tutucu hatta gerici özellikleri vurgulanmıştır. “Orta tabakalar, küçük sanayici, küçük tüccar, zanaatçı ve köylü, bunların tümü orta tabakalar olarak varlıklarını güvence altına alabilmek için burjuvaziye karşı savaşır. Dolayısıyla bunlar devrimci değil, tutucudur. Dahası gericidirler; tarihin tekerleğini geriye doğru dönüştürmeye çalışırlar.” Bu nedenle hem küçük burjuvazinin hem de köylülüğün, proleterleşme süreci içinde devrimleşme potansiyeli vardır. Çünkü kapitalizm, küçük mülk sahiplerini de mülksüzleştirme eğilimine sahiptir. Günümüzde örneğin, süpermarketlerin faaliyete geçmesi sonucu bakkallık, kasaplık, manavlık vb. icraatta bulunmak oldukça zorlaşmıştır. 

Maksim Gorki’nin Küçük Burjuva İdeolojisi adlı yapıtında bu sınıf hakkında şunları söylüyor: “Küçük burjuva; uzun yıllar sürecinde oluşmuş düşünce ve alışkanlıkların dar çemberi içinde sıkışıp kalmış bu çemberin dışına çıkamayıp, kurulu makine gibi düşünen bir varlıktır.(….) Küçük burjuva düşüncelerinin küçük çarklarını, küçük burjuvanın rahatına düşkünlüğünü harekete getiren bir zemberek, pek karmaşık olmayan bir cihaz yaratır. Küçük burjuvaların bütün duaları belagat niteliklerini hiç kaybetmeyen şu kelimelerden ibarettir: ‘Tanrım, bize acı’! ” Tanrım bize acı… derken “beni rahat bırakın, dilediğim gibi yaşayayım” demek istemiştir.

Küçük burjuvazi (ara sınıf) hakkında Komünist Manifesto’da açıklandığı gibi burjuvazi ile proletarya arasında gidip gelen ve hangisine mensup olduğunu bilmeyen bir sınıftır. Marks’ın Komünist Manifesto’da şu ifadelerini görüyoruz: “Modern uygarlığın geliştiği ülkelerdeyse, proletarya ile burjuvazi arasında yalpalayan yeni bir küçük burjuvazi oluştu. Burjuva toplumunun bir bütünleyicisi olarak kendini sürekli yineleyen ama rekabet sonucu bireyleri hep proletaryanın içine savrulmakta olan bu küçük burjuvazi, üstelik büyük sanayi geliştikçe modern toplumun özerk bir kesimi olma konumunu tümden yitireceği ve ticarette olsun, imalatta olsun, tarımda olsun, yerini postabaşılara ve hizmetkârlara bırakacağı anın yaklaştığını görmektedir.

Küçük burjuvazinin bu durumu bir zamanlar Sovyetler Birliği’nde resmi öğreti olarak yer almıştır. Maksim Gorki, “Küçük Burjuva İdeolojisinin Eleştirisi” adlı eserinde bu konuyu irdelemiştir.

Küçük burjuva, yıllar boyunca gerek düşünce ve alışkanlıkları ve gerekse görüşleri dar bir çerçeve içinde sıkışmışmış ve dışına çıkamamış bir ara sınıftır. İki temel sınıf olan kapitalist sınıf ile proletarya arasında gidip gelen, mekik dokuyan ve hangisine mensup olduğuna karar veremeyen bir sınıftır. Bazı yazarlar küçük burjuvanın kendisine özgü bir ideoloji geliştirdiğini, bazı yazarlar ise küçük burjuvazi ile ilgili herhangi bir ideolojinin olmadığı, büyük burjuva sınıfının dayattığı ideolojiyi absorbe ettiğini yazıyorlar. Tıpkı faşist ideoloji gibi. Faşizm, her ne kadar uluslararası emperyalizmin dayattığı kanlı diktatorya olsa bile ülke içinde en büyük taraftarının küçük burjuvazi olduğundan ve olabilecek herhangi bir rejim değişikliğinde faşizmin sınıf tabanını oluşturduklarından dem vururlar. Küçük burjuvazinin varlığı ve gizemi, üretim ilişkilerinde saklıdır. Küçük burjuvazi bir yandan üretim araçları üzerindeki mülkiyet hakkına sahip olması nedeniyle kapitaliste, işgücü harcadığı için işçiye benzemektedir. Yani bir yandan ne tam kapitalist, ne de tam anlamıyla proletaryadır. Dolayısıyla her iki sınıf arasında sıkışmış bir ara sınıftır. Dolayısıyla her iki temel sınıftan tamamen bağımsız bir güç de değildir. Her iki temel sınıftan bağımsız bir tavır da takınamaz. Nesnel olarak her iki temel sınıftan birinin hegemonyası altına girmek durumundadır. Günümüz modern sanayi toplumlarının yapısal özellikleri, yaşam standardı ve tarzı açısından karmaşık hale gelmiş bir sınıftır. Her ne kadar küresel kapitalizmde mevcut gelişme nesnel açıdan giderek küçük burjuvaziyi kaldırmaya yönelik olsa bile, küçük burjuva sınıfının zihniyetini ortadan kaldıramamıştır. Bu sınıfın kapitalist süreç içinde sahip olduğu ara ve sıkışmış unsuru ve toplumsal konumu, siyasi mücadele alanına da yansıyan sorunları beraberinde getirmiştir. Bunun sonucunda burjuvazi ile proletaryanın çekişmesi sonucu küçük burjuvazi “kişilik parçalanmasına” maruz kalmıştır. Geçmişte, örneğin Fransız burjuva devriminde işçilerle birlikte hareket edip, işçileri arkadan hançerleyen de küçük burjuvazi olmuştur. Kapitalist sınıfa yaranmak istediği halde sermayedarlar tarafından ihanete maruz bırakılmış ve felakete uğratılmıştır. Kapitalizmin yarattığı toplumsal yozlaşma ve parçalanmanın getirdiği salgından en çok etkilenen yine küçük burjuvazi olmuştur. Küçük burjuvalar çıkarlarını ön planda tutmak, rahat etmek, çok yiyip az düşünmek türü pratiklere düşkündür. “Böyle gelmiş, böyle gider” türü edebiyatın dışında beynini yormak istemezler. 

Küçük çapta esnaf, seyyar satıcılar ve üretim yapmayan serbest meslek türü girişimlerde bulunanlar ile evi olup da kiraya verenler, memurlar, öğretmenler, akademisyenler, aydınlar, bürokratlar, kendi muayenehanesinde iş gören doktorlar vb. meslek sahiplerine öteden beri hep küçük burjuva denilmiştir.  Bu yanlış bir terimdir, yanlış bir sıfat ve yakıştırmadır. Bu sayılan mesleklerle uğraşanlar, üretim araçları üzerinde mülkiyet hakkına sahip olmadığı için küçük burjuva sayılmazlar. Belki düşünceleri, zihniyetleri küçük burjuvaziden farksız olabilir; bunlar gibi küçük mülk sahipleri de küçük burjuva sınıfına dahil değildir. Bazıları belki küçük burjuvaziye komşu olabilirler. Sürekli gazetelerin köşe yazılarında gördüğümüz her aydına “küçük burjuva aydını” yakıştırması da yanlıştır. Bunları yanlış olarak yazan yazarların, sınıflar hakkında gerekli bilgilere sahip olmadıklarına ne yazık ki tanıklık ediyoruz. Konumuz dışında olduğu için küçük burjuvazi ile ilgili temel ayrıntılara girmeyeceğiz.

Siyasal Bir İdeoloji Olarak Neoliberalizm

Kapitalist ekonominin siyasi bir ideolojisi olan Neoliberalizm, 1970’li yıllarda ABD ve İngilizler tarafından uygulanmaya başlamış ve kurcalandıkça da krizler yaratan yeni bir siyaset tarzı olarak uygulama alanını bulmuştur. Burada Neoliberalizmin getirdiği sorunları detaylarıyla inceleme imkânımız yoktur. Ancak siyasi bir ideoloji olarak neoliberalizmi kısaca dile getirmeye çalışacağız.

Neoliberalizm, Türkiye’de 1980 askeri darbesinden yaklaşık dokuz ay önce ülkenin girdiği ekonomik kaostan çıkmak amacıyla 24 Ocak 1980 tarihinde dönemin Başbakanı Süleyman Demirel’in müsteşarı olan Turgut Özal ile birlikte IMF ve Dünya Bankası tarafından uygulama alanına sokulan bir siyasettir. 

Neoliberalizmin asıl amacı kapitalizme yeni bir yön vermektir. Neoliberal yaklaşımın temel çıkarımları kapitalizmin kendiliğinden düzen politikasına dayanır. Kapitalizmin krizlere girmemek için başvurduğu bu politika salt küresel sermayenin çıkarına uygun kısmını gören, olumsuzlukları da gizleyen bir ideoloji niteliği taşımaktadır. Bu politikanın soğuk savaş döneminde yükselişe geçişi tesadüfi değildir. Sosyalizme karşı kendisini refah devleti olarak ortaya atan kapitalizm, Doğu Blokunun çöküşünden sonra bir rant aygıtı olduğu tezini gizlemeye çalışmıştır. 

1970’lerin sonlarından itibaren İngiltere’de uygulanmaya başlanmasıyla sağlıktan eğitime, medya organlarından toplu konut projelerine varıncaya kadar verilen devlet desteği tamamıyla kaldırıldı.  Bu kurumların tamamı özel sektöre devretmekle İngiltere’de refah seviyesi birkaç tekelci sermaye kuruluşu için yükselmişti. ABD devlet başkanı Ronald Reagan 1980’lerde iktidara geldiği zaman tıpkı Kenan Evren gibi “besleyelim mi” demişti. Ancak tutuklular için değil. “Düşkünlerevi ve tımarhane”lerde yaşayanlar için, “sokağa atmayalım da besleyelim mi?” demişti. Ardından yaşlılar ve akıl hastaları sokağa atılmıştı. 

Neoliberal devlet demek, devletin küresel sermaye için “gece bekçisi” görevini görmesi demektir. Sosyal devlet, neoliberal uygulamalarda müdahaleci olduğu için ayak bağıdır. Amaç, sosyal devletin ortadan kaldırılmasıdır. Devlet ekonomisi yerini özel sektöre bırakmalıdır. Devlet aracılığıyla özel sektör, ekonomik büyümenin motoru olmalıdır. Bu uygulama ile bürokrasi azaltılır, devlete ait tüm kuruluşlar özelleştirilir, yargı sisteminde idari yargının alanı daraltılır, kota ve gümrükler ortadan kaldırılır. Devlet küçültülmeli ki, bireysel alanın önündeki özgürlükler genişletilsin. Bu siyaset, aynı zamanda toplumdaki adaletsizliklere, eşitsizliklere, yoksulla zengin arasında uçurumlar yaratır. Dolayısıyla hak ve özgürlükler, toplumun tüm kesimlerinde eşit bir biçimde kullanılması engellenmektedir. Neoliberallerin vadettikleri toplumsal refah ve özgürlük, belli bir kesimin kullanabileceği bir lütuftur. Neoliberal sistemde sadece güçlü devletler ve çok uluslu şirketler özgür ve egemen olabilirler. En avantajlı kesim, “örgütlü sermaye” kesimidir. Türkiye örneğine baktığımızda İktisadi Kalkınma Vakfı, Sanayici ve İşadamları Derneği, Odalar ve Borsalar Birliği, güçlü birer organizasyon durumuna gelmişlerdir. Sıradan insanların kurdukları şirketlerin, birliklerin, derneklerin etkinlikleri yok gibidir. Kamu politikaları, sadece sermaye gruplarına çalışır. Çıkarılan yasalar da zayıfların, güçlü tarafından ezilmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla yurttaşlar, egemen halkın bir üyesi olamazlar. Egemen halk kavramı sadece küresel ekonomide merkez ülke dediğimiz ve efendilerinin kemik artığı ile geçinen, refah düzeyi, sömürülen ülkelerin insanlarına göre kat be kat yüksek olan egemen emperyalist devletlerin halklarıdır. Küresel ekonominin hâkim olduğu kapitalist tüm ülkelerde işçi sınıfının örgütlenme özgürlüğü kısıtlanmıştır; bugünün Türkiye’sine baktığımızda işçi sınıfının örgütlenmesi tamamen kaldırılmıştır. Devletin küreselleşen şirketlerle birlikte refah devleti olma özelliği ortadan kalkmış, rekabetçi bir devlet kimliğine bürünerek bir nevi küresel sermayenin şubesi haline gelmiştir. Dolayısıyla yerel ekonomiyi, küresel ekonominin ihtiyaçlarına göre yeniden dizayn etmede yardımcı görevini görmektedir. Bu da ulus devleti yıpratıp, küresel devletin veya devletlerin emrine girmeyi gerektiren bir politikadır. Zaten Türkiye burjuvazisi, küresel sermayenin eteğine yapışmış “marazi egemen” olmaktan öteye gidememiştir. Neoliberal mantıkla sermaye piyasasının işlerini kolaylaştıran her müdahale mubahtır, meşrudur…

Neoliberalizme göre krizlerin nedeni devletin ekonomik popülizmidir. Korumacılık, müdahale ve düzenleme ile birlikte bütçe açıkları kapatılamaz. Yani bunun sorumlusu devletin mali gevşekliğidir. Bununla birlikte mevcut olan gelir dağılımı farkı giderek artmıştır. Bu olgu aynı zamanda yoksul ülkeler ile zengin ülkeler arasındaki ekonomik farkın büyümesine de yol açmıştır. Bu eşitsizlikler nedeniyle yoksul ülkelerden, zengin ülkelere doğru göç dalgasının başlaması da kaçınılmaz olmuştur. Günümüzde bu dalga büyük boyutlara ulaşmış ve sömürgen ülkeleri tedirgin edecek konuma gelmiştir.   

Neoliberal öğreti, küreselleşmenin nimetlerinden yararlanılması için yerel merkez bankalarının özgün para, faiz ve döviz kurları politikalarıyla uluslararası sermaye akımlarına “ayak bağı” olmaması gerektiği vurgulanmaktadır.[18]

Neoliberal siyasi ideoloji tutarlılığı olan bir ideoloji değildir. Bu öğretinin içinde hem muhafazakâr hem liberal ögeler barındırmaktadır. Devlet sadece sermayenin gece bekçiliğine soyunarak, tamamen ekonomik alanın dışına itilmiştir. Ekonomik alan da siyasetin dışına itilmiştir ki, bu da burjuva demokrasi alanını daraltmaktadır. İşçi sendikalarının işlevleri tamamen kısıtlanmıştır. Neoliberal dönemin başat aktörleri çokuluslu şirketler, sermaye sınıfı olmuştur, ulus devletlerin işlevleri iyice sınırlandırılmıştır. Başta sosyal devlet işlevi olmak üzere pek çok işlevler ya kaldırılmış ya da işletilmez duruma getirilmiştir. Devlet, adeta amaçları maksimum kar elde etmek olan ticari şirketler haline dönüştürülmüştür. [19] IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü tarafından konulan kurallar, genellikle gelişmiş sanayi ülkelerinin çıkarlarına hizmet etmektedir. Potansiyel refah; sermaye sahipleri, imtiyaz sahipleri, zengin olanlar ve çokuluslu şirketler tarafından paylaşılmaktadır. Gerek ülkelerin kendi içlerinde ve gerekse ülkeler arasında oluşan eşitsizlikler giderek derinleşmektedir. [20] Sistem gereği yeni düzene ayak uydurabilenler ancak ayakta kalabilmektedir. Neoliberal ideolojisinin önerdiğinin tersine, küresel ticaret ve küresel güvenlik olguları, zenginleşme ve barışı değil; tersine adaletsizlik, hukuksuzluk fakirlik, güvensizlik, sömürü, kimlik ve kodlarıyla yok etme ve ötekileştirme süreçlerini simgelemektedir. Neoliberal süreçte temel hak ve özgürlükler görmezden gelinmiş, adeta bu sorunlar yok sayılmıştır. Bireysellikler ön plana çıkartılmış, yardımlaşma ve dayanışma duyguları adeta köreltilmiştir. 

“Neoliberal yaklaşım” ayrıntıyı gerektiren bir konudur. Geniş perspektiften analiz edilmesi gerektiği için burada ele alınmamıştır.

(Devam edecek)


[14] Hikmet Kıvılcımlı, Yedek Güç: Ulus (Doğu), Derleniş Yayınları 1. Basım (1 Ocak, 2010).

[15] https://www.aa.com.tr/tr/politika/kayitlara-baksalar-kurdistani-meclisin-ilk-zabitlarinda-gorecekler/203334

[16] Fikret Başkaya, a.g.e

[17] Menter Şahinler, Atatürkçülüğün Kökeni, Etkisi ve Güncelliği (Çağdaş Yayınları, 1996, sf. 320)

[18] Erinç Yeldan, Neoliberal Küreselleşme İdeolojisinin Kalkınma Söylemi Üzerine Değerlendirmeler, (Praksis, sayı 7, sf. 22)

[19] Hüsamettin İnaç, Muhittin Demiray, Siyasal Bir İdeoloji Olarak Neo-Liberalizm, (PDF Dosyası, sf. 19)

[20] Hayriye Erbaş, “Küresel Kriz Sürecinde Göç ve Göçmenler” Doğu-Batı, sayı 18, sf. 173)

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)