Her aşk bir darağacıdır, kendi ipini çeken

aşk, o’nun yanındaki sen’sindir
ayrılık, özlemek o’nun yanındaki sen’i
yalnız âşıkken görünür olan bir sen vardır sen’de,
görüp göreceğin odur kendini

Her insan biriciktir. Her biricik insanın sadece ona özgü bir kimyası vardır. Her biricik insan bir başka biricik insanla herhangi bir ilişki kurduğunda da sadece o ilişkiye özgü, sadece o iki kişinin kimyasının karışmasından oluşan biricik bir kimyasal tepkime ortaya çıkar. Biz o tepkimeleri dostluk, sevgi, aşk, v.s. şeklinde çeşitli isimler vererek ana başlıklar altında kategorize etmeye koşullanmış olsak da her ilişki tektir. Her birebir ilişkinin tarafları da sadece o ilişkiye özgü yepyeni bir kişidir birbirinin karşısında. Bu çok yüzlülük değil, doğamızda barındırdığımız fakat henüz yüzde onunu bile kullanmayı beceremediğimiz beynimizle farkına varamadığımız çok boyutluluğumuzun doğal tezahürüdür. Biz ise bu çok özel ve gizemli vasfımızı keşfetmeye çabalamak yerine onu her zamanki kolaycılığımızla ‘çok yüzlülük’ diye yaftalayarak reddetmeyi tercih ederiz. İddiamıza göre, dürüst insan tek boyutlu olmalı, herkesin karşısında tutarlılıkla aynı yüzü sergilemelidir. Oysa ki istesek de bunu başaramayız; çünkü başta da söylediğim gibi, her iletişim yeni bir kimyasal tepkime ortaya çıkarır; her tepkimenin sadece o iletişime ait biricik bir formülü vardır. Ve bu formüllerin en karmaşık olanı da aşk adını verdiğimiz tepkimeyle meydana gelendir.

Bazen karşımıza biri çıkar ve vurgun yemiş gibi hissederiz kendimizi. Çünkü o birinin ve bizim görünmez kimyalarımızın çarpışmasıyla istemimiz dışı ortaya çıkan tepkime çok şiddetli olmuştur. Biz o tepkimeyi gözle göremediğimiz için, yaşadığımız sarsıntı karşısında neye uğradığımızı şaşırırız. Sonra da hissettiğimiz duyguyu refleks olarak karşımızdaki kişiye endeksler, tek başına ondan kaynaklı bir etki olduğu yanılsamasına kapılarak onun yörüngesinde dönmeye başlarız. Oysa ki başımızı döndüren şey, o kişiyle olan çarpışmamız sonucu içimizde ortaya çıkan yepyeni kimyadır. O güne dek görmediğimiz ve bizi büyüleyen bir boyutumuz vücut bulmuştur aniden! Yunus Emre der ya hani, “bir ben vardır bende, benden içeri”, işte bizdeki ‘bizden içeri ben’ görünür olmuştur bize o kişinin vesilesiyle. Aşk halindeki o benimize duyduğumuz tutkudur aşkın özü, karşımızdakine değil. Öyle ki, çoğu zaman isyanla kızarız kendimize, “bu pespaye herife/kadına mı âşık oldum ben, olamaz!” diye. Olur! Çünkü aşk bizizdir aslında, o değil. O sadece bizdeki aşk kimyasını nedenlerini asla çözemeyeceğimiz gizemli bir tepkimeye geçiren başka bir kimyadır o kadar.

Bu tepkime o kadar esrarengizdir ki hiç boşuna anlam aramaya uğraşmayalım. Aşk bir kazadır! Kimin karşısında, nerede, nasıl kazaya uğrayacağımızı bilemeyiz. Belki de onu en basitinden ama en kapsamlısından ifade edecek cümle şudur: “Gönül bu, aka da konar boka da!” Genellikle de boka konar ve tabiri caizse boku yeriz… Ondan sonra gelsin acıyı bal eylemelerle öfke nöbetleri arasındaki kısır döngüde çırpınıp durmalar…

Burada bir parantez açarak şunu söylemeliyim ki aşk ve sevgi birbirinden fersah fersah uzak olgulardır ve/fakat biz bir garip insan evlatları âşık olduğumuzda anında sevgiyi de âşkın kıçına takıveririz. Ondan sonra da kendi ellerimizle gökyüzüne çaktığımız çıtanın altında debelenip durarak ayvayı yeriz. Aşktan peşin peşin sevgi bekler, bulamayınca acıdan gebeririz.

Oysa ki:

Aşk kendimizi sevmektir; sevgi karşımızdakini!

Aşk tutkudur; sevgi bağışlama, sabır ve emek!

Aşk bizi yakan ateştir; sevgi kalbimizi ısıtan güneş!

Aşk bazen karşındakine kıyacak kadar vahşidir; sevgi sevdiğinin kılına zarar veremeyen şefkat!

Aşk andır, sevgi zaman!

Oysa ki biz fanî insanlar aşkla bir ilişkiye başlar ya da evlenir, sevginin aşkın içinde peşin peşin barındığı yanılsamamız yüzünden ona hiç emek harcamaz, aşkın alevi söndüğünde de genellikle yerine gram sevgi koymamış olduğumuz için nefretle sürdürürüz beraberliklerimizi; ya da hüsranla ayrılırız.

Sonra dehşet verici bir hayal kırıklığıyla sorarız kendimize: “Ne oldu bize? Oysa ki ne çok seviyorduk birbirimizi!” Hayır efendim sevmiyordunuz, âşıktınız sadece! Sevgi için ise biriniz ya da her ikiniz de kılınızı bile kıpırdatmadınız. Biriniz ya da her ikiniz için aşk bitti, kel gözüktü, ayrıldınız; hepsi bu.

Şimdi baştaki savımız doğrultusunda ayrılığa gelecek olursak, taraflardan birinin aşkı bitmeden, yani o aşkla ortaya çıkan benine doymadan gerçekleşen ayrılıklar ya da karşılıksız aşklar, aşkı devam eden kişi için korkunç bir felakettir. Niye? Çünkü o aşkın tepkimesiyle ortaya çıkan beninden ayrılmaya henüz hazır ya da razı değildir. Hatta belki hiç hazır olamayacaktır. Benliğinin o görünümünü o kadar sevmiştir ki, karşısındaki kişi onu acıdan gebertse bile o beni kaybetmemek için her şeye razıdır. Çünkü kendisi bilmese de bilinçaltı çok iyi bilmektedir ki o ben, sadece o kişiyle olan kimyasal tepkimeyle ortaya çıkabilen baş döndürücü bir sihirdir… Bir daha asla başka birinin karşısında ortaya çıkmayacak, çıksa bile asla bir daha aynısı olamayacak, acı verici de olsa muhteşem bir sihir!.. İstemsiz ayrılık, karşısındaki aşk nesnesini değil, kendisinin o sihirli boyutunu gömmeyi dayatır âşığa! Ve hiç kimse kendisini kendi elleriyle gömecek güce sahip değildir. Hele ki bir de üstelik sevgi için de tek taraflı olarak emek harcamışsa…

Diyeceksiniz ki “peki, çok âşık olduğu halde bir anda aşkı bitiverenleri, sürekli daldan dala koşanları nasıl açıklayacağız?” Bu soruya da şöyle yanıt verebilirim, hani yine anonim bir söz vardır ya “kendini sevemeyen başkasın sevemez,” diye; bu tarz insanların da sorunu budur. Kendilerine saygıları yoktur; kendilerini sevmemekte, içten içe asla sevgiye lâyık olmadıklarını, nasıl ki kendileri kendilerini sevmiyorsa, hiç kimsenin de onları sevmeyeceğini düşünmektedirler. O yüzden kimsenin aşkına inanmaz, hiçbir aşk halinin içinde kendi sihirli kimyalarını oluşturamazlar! Oluşturamadıkları için de hiçbir ilişkinin içinde kaybetmek istemeyecekleri bir benleri ortaya çıkmaz. Karşılarındaki kişi onların aşkından ölse bile onlarda aşkın sihiri oluşamaz. O yüzden sürekli yeni yeni aynalar ararlar içlerinden aşkın bir ben çıkarabilmek için. Ama nafile! Bu eksik varoluşlarıyla hiçbir kalbin aynasında görünür olamazlar kendilerine. Aşağılık kompleksleri kalplerini öylesine nasır bağlatmıştır ki, karşılarındaki insana sahte aşk oyunlarıyla verdikleri acıyı bile umursamazlar. Kendi içlerinde bir ben yoktur çünkü kendilerinden içeri… Dolayısıyla da bir insanın sadece aşkla ortaya çıkan beninden ayrılmasının acısının ne kadar dayanılmaz olduğunu asla bilemezler.

Son tahlilde, her aşk bir darağacıdır kendi ipini çeken! Hakkıyla yaşar ve emek verirseniz sevgiye dönüşerek biter, sevgiye emek harcamazsanız nefrete dönüşerek…

Ve geriye sadece, kendinizin o aşk içinde ortaya çıkan ve bir daha asla göremeyeceğiniz haline duyduğunuz ve hatta bazen o halinizi bir saniye daha görebilmek için ömrünüzden vermeye razı olduğunuz acıyla dolu tarifsiz özlem kalır.

Ayrılık, kendini yitirmektir!

aşk, o’nun yanındaki sen’sindir
ayrılık, özlemek o’nun yanındaki sen’i
yalnız âşıkken görünür olan bir sen vardır sen’de,
görüp göreceğin odur kendini

Özcesi, aşk insanın kendisiyle şölenidir, sevgi karşısındakiyle… İkisi buluştuğunda âyin olur; ki ona da sevdâ denir. Pek az kişinin harcı olan şey yani…

Rabia MİNE
Latest posts by Rabia MİNE (see all)