Güvenlikte Yeni Bir Boyut; Çevresel Güvenlik

4.  Güvenlikte Yeni Bir Boyut; Çevresel Güvenlik

Çevresel güvenlik, çevreye ilişkin bir güvenlik sorunudur. Çevresel güvenlik, çevresel bozulmaların güvenliği tehdit etmesi olarak kavramlaştırılabilir. Yaşanılan çevreyi tehdit eden her türlü sorun bu güvenlik alanının içine girmektedir. Çevrenin güvenliğinden kastedilen en küçüğünden en büyüğüne yerelden küresele bir güvenliktir. Klasik veya geleneksel güvenlik olarak nitelenen tehdit, tehlike, saldırı gibi olaylara karşı yürütülen güvenlik politikaları, genelde geleneksel güvenlik önlemleri ile karşılanmaktadır. Çevre ile ilgili olaylarda klasik önlemler yetersiz kalmaktadır. Sonuçları siyasi istikrarsızlıkları ve siyasi belirsizliklere kadar uzanan birçok boyutu olan çevre sorunsalı ulusal güvenliğe yönelik kaygıları da beraberinde getirmiştir. Alınabilecek önlemler geleneksel askeri önlemlerden ziyade,  ekonomik, sosyal ve çevresel nitelik taşıyacaktır. Geleneksel güvenlik anlamındaki tehdit ve tehlikeler, 70’li yıllara kadar askeri ve savunma nitelikli olarak algılanmaktaydı. Ancak, son 30 yıldır, doğal kaynaklar üstündeki derin tahribatın tüm canlıları, canlı-cansız tüm doğal kaynakları, yani tüm ekosistemi yok edebilecek boyuta ulaşması, çevre sorunlarının küresel felaketler yaratma riski, güvenlik ve çevre ilişkisinin daha farklı bir yaklaşımla ele alınmasını gerektirmektedir (Cali, 2010:236-238).

Çevresel kaynakların karşı karşıya bulunduğu baskılar ve doğal kaynağın geri dönülemez bir biçimde tahrip edilmiş olmasının yarattığı sorunlar, küresel ölçekte insanlığın geleceğini tehdit eder boyutlara ulaşmıştır. İklim değişikliği, ozondaki incelme, çölleşme, biyolojik çeşitliliğin azalması, asit yağmurları, tehlikeli atıkların yasa dışı ticareti, doğal kaynak kıtlığı gibi sınıraşan çevre sorunları tüm gezegeni, insanlığı ve tüm canlıları eşit derecede etkilemektedir (Algan, 2002:21). Sorunların gittikçe artması endişelerin de artmasını beraberinde getirmekte ve güvenlik sorunu olarak hissedilmektedir. “Çevre güvenliği açısından iklim değişikliği endişesine  en fazla  önem veren ülkeler Kuzey ve Orta Avrupa ülkeleri olmuştur. Bu sorunu “güvenlik” sorunu kabul etmeyen ABD bile kabullenmiştir. İklim değişikliğinin doğurduğu çevresel sorunların büyümesinin başta Afrika olmak üzere, birçok yerde daha da artan kuraklıklara neden olabileceği; sonucunda önlenemeyen göçlerin ve sosyal patlamaların insanlığı rahatsız edeceği öngörülmektedir” (Yavuz, 2010). Ekolojik dengelerin bozulmasına bağlı olarak ortaya çıkan doğal kaynak kıtlığı, temel yaşam destek sistemlerini tehlikeye düşürmektedir. “Tüm bu olumsuz gelişmelerin, ulusal ve uluslararası düzeyde istikrarsızlıklara yol açma, uzlaşmazlık ve hatta çatışmalara neden olma potansiyeli taşıması, hükümetleri bu sorunları önleyebilmek ve giderebilmek için ortak politikalar geliştirmek ve  hukuksal düzenlemeler yapmak zorunda bırakmıştır” (Algan, 2002:21).

Nitekim, çevre sorunları etkisinin küresel düzeyde hissedilmesiyle, 1970’lerden itibaren ‘ulusal güvenlik’ kavramı, çevresel öğeleri de içerecek şekilde yeniden tanımlanmaya başlamıştır. Bu yıllarda yaşanan petrol krizi, doğal kaynakların sınırlı olduğu ve kaynak kıtlığının, ekonomi kadar, enerji güvenliğini de tehdit edecek boyuta ulaşabileceğini göstermiştir. Richard Falk’un, çevre-güvenlik bağlantısını çarpıcı biçimde gösteren 1971 tarihli “Tehlike Altındaki Gezegen” adlı yapıtından bu yana, geleneksel güvenlik kavramının, gezegenimizin temel yaşam destek sistemlerindeki bozulmaların yarattığı güvenlik sorunuyla baş edebilmek için genişletilmesi gerektiğine dikkat çeken çalışmalar yapılmıştır. Bu ilk çalışmalarda güvenlik kavramı, geleneksel anlamda devletin ve ulusal çıkarların korunması anlayışını yansıtan bir içerik taşımaktadır. 1977 yılında Lester Brown, ulusal güvenliğin yeniden tanımını yapmaya çalışmıştır (Algan ve Künçek, 1998:75-103’den aktaran Uğurlu, 2005:68).  Bu doğrultuda, Bağımsız Silahsızlanma ve Güvenlik Komisyonu (ICDSI), 1982 tarihli ‘Ortak Güvenlik: Bir Silahsızlanma Programı’ isimli raporunda, “ortak güvenlik” kavramını ilk kez kullanarak, küresel güvenliğin değişen niteliğine dikkat çekmiştir. Bu raporla dünya kamuoyunun gündemine giren ‘kapsamlı güvenlik’ kavramı, yoksulluk, küresel çevre sorunları ve nükleer savaş gibi çok sayıda tehdidi kapsamaktadır. Çevre-güvenlik ilişkisine dikkat çeken ilk uluslararası belge, Birleşmiş Milletler Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu’nun, hükümetlerin ve uluslararası toplumun gündemine sürdürülebilir kalkınma kavramını getiren, çevre politikalarında küresel düzeyde bir dönüşüm sağlayan 1987 tarihli Ortak Geleceğimiz Raporu’dur. Yoksulluk ve çevre ilişkisini vurgulayarak, kuşaklar ve bölgelerarası adalet anlayışını öne çıkaran bu yeni yaklaşım, uluslararası çevre politikaları üzerinde etkili olmuştur. Rapor, çevre, barış ve güvenlik etkileşimine dikkat çekmektedir (Algan, 2005). Ele alınan çevre ve güvenlik bağlantısı, devletlerin devam eden çevresel bozulmalara yönelik sorumlulukları, çevresel konuları güvenlik boyutuna taşımıştır. Bu durum, politik önceliklerin yeniden listelenmesini gerektirmiş, çevresel kavramlar, stratejik tartışmaların konusu olmuştur (Barnett ve Dovers, 2001:161). Richard Ullman, “Güvenliği Yeniden Tanımlamak” başlıklı makalesinde, ulusal güvenlik kavramını, askeri olmayan tehditleri de içerecek biçimde daha geniş bir açıdan görmeye çalışmıştır. Ullman, askeri olmayan tehditlerin de ulusal güvenlik kapsamında ele alınması gerektiğini kabul etmektedir.  O’na göre, yalnız askeri tehditlere yoğunlaşmak, daha tehlikeli tehditlerin göz ardı edilmesini ve zamanında görülmemesini beraberinde getirecektir. Vatandaşların yaşam kalitesini açık, ani ve şiddetli bir şekilde değiştiren tehditleri,  terör eylemlerini ve doğa olaylarını da ulusal güvenliğe yönelik tehditler olarak değerlendirerek, çevresel güvenlik kavramını genişletmiştir (Dabelko ve Dabelko, 1993).

Güvenlik ve çevre bağlantısı 1980’lerden beri gelişmiştir. Bu bağlantıdan şüphe duyanlar ve bağlantıyı destekleyenler, kavramsal, siyasi ve metodolojik zeminlerde tartışmayı sürdürürken, tartışmanın bağlamı da jeopolitik olayların gelişimi ve iklim değişikliği ile ilgili araştırmaların ilerlemesiyle kendiliğinden değişmiştir. Erken dönemde, temel olarak çevresel bozulmanın geniş ölçekli çatışmaya yol açma potansiyeliyle ilgilendiği; son dönem literatürünün ise, birey güvenliği ve hassasiyetleri ile kaynak savaşlarının farklı sonuçlarına odaklandığını göstermektedir. Ayrıca, çevresel hassasiyetlerin, insanlığın ortak yaşam alanını korumak ve dünyanın marjinalleşmiş alanlarındaki yoksul halkların yaşamda kalmasını sağlamanın önemi de vurgulanmaktadır (Dalby, 2008: 179). 1987 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu tarafından düzenlenen Silahsızlanma ve Kalkınma Arasındaki ilişki Üzerine Uluslararası Konferans’ın sonuç belgesinde yer verilen tanımda, ulusal güvenlik, askeri boyutuna ek olarak siyasal, ekonomik, sosyal, ekolojik ve insan haklarına ilişkin yönleri de bulunan bir kavram olarak nitelendirilmiştir (Ülman, 2000:100).  Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, güvenlik sorununa getirilen bu yeni ve daha bütünsel yaklaşımı, 1992’de yayımladığı bir bildirgeyle, “istikrarsızlığın, ekonomik, toplumsal, insani ve ekolojik alanlardaki askeri olmayan kaynaklarının barış ve güvenliği tehdit etmeye başladığını” kabul etmiştir. Bu nedenle, çevresel güvenliğe yönelik tehditler, ancak ortak yönetimle ve çokuluslu süreç ve  mekanizmalarlaele alınmalıdır (Yıkılmaz, 2003: 78).

Çevresel güvenlik kavramı, esas olarak, ekolojik sistemin ve bunun bir parçası olan bireyin varlığının güvence altına alınması düşüncesine dayanmaktadır. Bu yüzden çevresel güvenlik kavramının ilk çağrışım yaptırdığı kavram ekolojik güvenlik olmuştur. Ülkelerin çıkarlarına ve sınırları içinde yaşayan halkın varlığına ve geleceğine yönelik her türlü  tehdidin önlenmesi olarak tanımlanan ulusal güvenlik kavramına; küresel ısınma, ormansızlaşma, türlerin devamı ve kirlilik gibi etkenlerden kaynaklanan tehditlerin eklenebilmesi sorusuna bir yanıt olarak ortaya sürülen “ekolojik güvenlik” kavramı, çevresel güvenlik kavramı yerine kullanılmaktadır (Eckersley, 2005). Ekolojik güvenlik, doğal yaşam güvenliğini, ekosistemlerin zarar görmemesini anlatmaktadır. Çevresel güvenliğin bundan daha geniş bir içeriğe sahip olduğu, deniz ve boğaz güvenliğini, doğal kaynak güvenliğini de içerdiği görülmektedir. Enerji güvenliği ve besin güvenliği de bunun içine girmektedir.  Güvenlik kavramındaki bu değişim, çevresel sorunların anlaşılması ve çözümlenmesi için çevresel güvenlikle birlikte sürdürülebilirlik kavramının da bütünleşik olarak ele alınmasını zorunlu kılmıştır. Özellikle, çevresel güvenlik, kuşaklararası eşitliğe ve toplumların etkilenmesine sürdürülebilirliğe göre daha çok odaklanır. Çevresel güvenlik, klasik güvenlik politikasının ya da dış politikanın çevredeki çöküşünü, askeri etkilerin çevresel etkilerini inceler ve askeriyenin çevreci bir yapıya dönüşmesinin olasılıklarını araştırır; belki de çevresel güvenliğin en önemli farklılığı politik boyutunun bulunmasıdır (Uğurlu, 2005:67). Geleneksel güvenlik ile çevresel güvenliği ayrı kavramlar olarak değerlendiren düşünürler olduğu gibi, Ullman’ın açtığı yolu izleyerek; “Güvenlik salt askeri, ekonomik, bu kapsamda çevresel bir konu değildir. Gerçekte güvenlik, tüm bu öğelerin karşılıklı etkileşiminden doğan bir olgudur” savunusuyla, çevresel güvenliği geleneksel güvenlik içinde bir yerlere oturtmaya çalışanlar da bulunmaktadır (Shaw, 1996: 39-44). Hangisi benimsenirse benimsensin, çevresel güvenlik, güvenlik türlerinden biri olarak  yerini almış bulunmaktadır.

Genelleştirilecek olursa, çevresel güvenlik kavramının üç boyutu bulunmaktadır: Dünya ölçeğinde insan türü ve diğer canlı varlıkların yaşamlarını ve varlığını tehlikeye düşürecek olan çevresel kriz; çevre sorunlarının ekonomik ve siyasal istikrarı tehdit eden niteliği ve çevresel kaynakların bölüşülmesi ve çevreden kaynaklanan sorunların ülkeler ve topluluklar arasında  çatışmalara neden olma riski (Keleş ve Ertan,  2002:240-241). Çevresel bir sorunun güvenlik boyutunun olup olmadığı çevreye ve güvenliğe bakış açısına göre değişir. Ne var ki, bugün artık bir ulusun yalnızca kendi iç işlerini etkileyen eylemleri, başka devletlerin de iç işlerini etkileyenlerden ayırt etmek zorlaşmıştır (Yıkılmaz, 2003: 78).  Çevresel sorunların küreselleşmesi gibi çevresel güvenliği tehdit eden öğeler de, çoğu zaman sınır ötesi özellik göstermektedirler. Çevresel güvenlik sorunlarının öneminin çerçeve olarak tanımlanmasına yardımcı üç belirgin değişken bulunmaktadır. Bunlar stratejinin de öğeleri olan;  zaman, yer ve etkidir (Barnett ve Dovers, 2001:161). Sorunları önceliklendirirken kullanılan bir diğer araç da etkilerin yayılım boyutlandırılmasıdır. Buna göre sorunlar mikro (küçük), mezo (orta) ve makro (büyük) olmak üzere üç çerçevede ele alınabilir. Mikro sorunlar o bölgenin özelliklerine bağlıdır ve geçici hassaslıklardır. Genellikle yerel ya da sektöreldir. Olağanüstü bir sorumluluk yetkisi gerektirmez ya da politik karışıklığa neden olmaz ve dış ilişkilerde sorun yaratmaz. Küçük güvenlik sorunlarıdır. Mezo sorunlar, aslında büyük olan konuların küçük

kısımları olup genellikle tek bir ülkenin sınırları içinde, bir ile on yıl arası bir zaman dönemini kapsayan sorunlardır. Ülkeler arasında olduğunda doğrudan savaş nedeni olmayacak sorunlardır. Orta düzeyde güvenlik sorunu niteliği taşırlar. Makro sorunlar ise, çok tarafı karşı karşıya getiren, karmaşık, belirsizliklerle dolu, bölgeye ait özelliklere sahip, geçici yayılımcı, diğer konular ve sorunlarla yakından ilintili, insanı ve doğal sistemi yok etme tehdidi içeren sorunlardır (Barnett ve Dovers, 2001:161). Çevresel güvenliğin odaklandığı sorunlar makro ölçekteki herkesi ilgilendiren sorunlar olarak tanımlanabilir.

Bu nedenle, çevrenin korunması ile ilgili söylem ve gerçek siyasa sonuçları arasındaki uzaklık, çevre sorunları konusunda daha soyut kavramlar yerine, maddi kaynakların belirli bir süredeki üretimine odaklanan çevresel bir güvenlik anlayışına olan ihtiyacı vurgulamaktadır. Bu konu iklim değişikliğinin, çölleşme ve kıtlık sorunlarının Güney Yarımküre’deki yoksul halklar için büyük bir tehlike oluşturması sebebiyle önem arz etmektedir (Barnett, 2003:7-17). Çevrenin halen bir yaşam alanı olarak değil, ekonomik bir kaynak olarak görülmesi ve o şekilde değerlendirilmesi her türlü çözümü sürdürülmez hale getirmektedir. Dolayısı ile, Dünya’nın yaşanılır bir hale gelmesi için, bu süreç içerisinde karbon ve ekolojik ayak izi, sırt çantası gibi yeni kavramlar türetilmiştir. Doğal çevrenin üç önemli bileşeni olan “hava, toprak ve suyu” ne kadar kullanıp yok etmekteyiz ve bize daha ne kadar dayanırlar sorularının karşılığını bilmek önemli hale gelmiştir. Karbon ayak izi, birim karbondioksit cinsinden ölçülen, üretilen sera gazı miktarı açısından insan faaliyetlerinin çevreye verdiği zararın ölçüsüdür. Ekolojik ayak izi kavramı, bir ülkenin vatandaşlarının gereksinim duyduğu alanın, toprağın kullanımını ifade etmektedir. Ne kadar doğa kullanılıyor? Sorusuna karşılık verir. Güvenliği neyin oluşturduğuna yönelik çevresel bir bakış açısı geliştiren perspektif; gelişmiş devletlerin ekolojik ayak izlerini ve maddelerin taşınmasına ve devletlerin kent hayatının atıklarının emilmesini sağlamak üzere sınırları dışında havuzlar kullanmasına yönelik hesapları içerir. Ekolojik sırt çantası, bireysel üretim ve süreçlerin ekolojik etkisini tarif eder. Ne kadar atık ürettiğimiz ile ilgilidir. Belirli faaliyetler, belirli süreç veya üretimlerin ekolojik etkilerini tarif eden ve kirlenmenin yanı sıra kaynakların taşınması veya üretimin neden olduğu atık ve erozyonu ifade eden “ekolojik sırt çantalarına” bakarak değerlendirilebilir (Dalby, 2008: 189). Kaynaklar, genellikle küresel ekonominin daha yoksul bölgelerinden çıkarılır. Bu kaynaklardan elde edilen fayda, yatırımcılar ve diğer alanlardaki tüketicilerin eline geçerken, sırt çantalarının büyük bir kısmı yoksul alanlarda bırakılmaktadır (Schütz vd, 2004). Bu durum çevre barışı açısından önemli bir güvenlik sorunu oluşturmaktadır. Kaynak savaşları tartışmasıyla doğrudan bağlantılı olarak, küresel ekonominin büyük kentlerindeki üretimin, kenar bölgelerin birçoğu üzerinde doğrudan veya ozon deliği ve iklim değişikliği yoluyla dolaylı çevresel etkileri bulunmaktadır. Küresel olarak değerlendirildiğinde, kaçınılmaz sonuç şudur: En büyük ayak izlerine sahip ve bu nedenle, çevresel sistemde en büyük zarara neden olanlar, dünyanın yoksul ülkeleri değil, tam tersi zengin ülkeleridir (WWF- World Wildlife Fund, 2005).

Bu bağlamda, bugün, çevrenin doğal oluşumuna yönelik tehditler ve çevresel tehditler ulusal ve uluslararası güvenliğin ayrılmaz parçası olarak kabul edilmektedir. Çevresel güvenlik kavramını destekleyenler, doğaya saygının Dünya üzerindeki insan türünün varlığı için birinci ve temel önkoşul olduğunu savunmaktadırlar. Eğer, gerekli itina gösterilmezse çevresel tehditler, ciddi, uzun menzilli ve derin güvenlik sorunları oluşturacaktır. Bu tehditler, askeri tehditlerden daha yavaş gelişmektedir, ancak en az geleneksel askeri tehditler kadar önemlidir. Ayrıca, insanoğlunun refahı ve sağlığı üzerindeki baskıyı artıracak kişisel olmayan sosyal ve ekonomik güçlerin ciddi çevresel yetersizliklere yol açacağı ortadadır (Porter ve Brown, 1991:128,133). Doğal zenginlikler, hem bir fırsat, hem de tehdit oluşturmaktadır. Ülkemiz açısından bakarsak; Türkiye’nin çevresel güvenlik sorunları doğal kaynaklar bakımından artmaktadır. Özellikle su, gıda ve biyolojik güvenlik, yakın gelecekte yaşamsal derecede sorun oluşturacak tehditlerdir. Türkiye’nin, yakın bir gelecekte su yoksulu ülkeler arasına girme riski vardır. Su güvenliği uluslararası gündemde ön sıralardadır (Algan, 2005). Görüldüğü gibi, çevresel güvenlik, küresel tehdit ve risklerin artmasıyla en önemli araç olarak ortaya çıkmaktadır. Küresel boyutta güvenliğe yönelik tehdit ve risklerle birlikte, yerel bağlam, güvenli çevre olgusunu gündemine taşımaktadır. Küresel tehdit ve riskler, suç eğilimleriyle birleşerek, yaşamsal önem kazanmaktadır. Yenidünya düzeninde, dünya ölçeğindeki egemenlik savaşları, uluslararası suç örgütlerinin, küresel ölçekte pay kapma paydasındaki yarışı ile büyüyen ve kitlesel imha silahlarının üretimiyle desteklenen, küresel terör, sanayileşme gibi etkenlerle süregelen hava kirliliği, susuzluk, kuraklık  ve ozon tabakasının incelmesi gibi çevresel bozulma,  küresel ısınma, iklim değişiklikleri ile oluşan depremler, Tsunami ve seller gibi doğal afetler, kıtlık, açlık ve toplumsal güvenliğe karşı tehdit ve riskler güvenli çevre yaklaşımının hayatın her yönü ile ilintili olarak yaşam kalitesi parametreleri içinde değerlendirilmesi gerekliliğini zorunlu kılmaktadır

(Axworthy vd., 2006’dan aktaran Aksoy, 2008). Çevre sorunsalı bazı devletler için, ulusal güvenliğe yönelik temel tehdit biçiminde ortaya çıkabilmekte ve var olma sorunsalına dönüşebilmektedir. İklim değişikliği nedeniyle sular altında kalacakları için vatandaşlarını başka ülkelere göçmen olarak yollamaya başlayan Pasifik ada ülkelerinden Tuvalu, Fiji adaları ve Kiribati gibi devletler, ısınmanın getirdiği küresel çevre sorunsalında yok olma tehlikesini şimdiden yaşamaya başlamışlardır (www.mainboard24.com,  2012).