Güvenlikte Yeni Bir Boyut; Çevresel Güvenlik

3.  Çevre ve Güvenlik 

Çevre, tüm canlı ve cansızları kapsayan ortam ve koşulları anlatır. Çevre, canlıların hayat işlevlerini sürdürdüğü, canlı ve cansız öğeler arasındaki kimyasal ve fiziksel işlevlerin dengede olduğu bir ortamdır. Canlıların cansızlarla birlikte yaşamlarını sürdürdükleri hava, su, toprak, yeraltı-yer üstü zenginlikleri ve iklim gibi fiziksel ortamlarda meydana gelen her türlü karşılıklı etkileşimin bütününü kapsamaktadır. Çevre kısaca, canlıların ortak yaşama alanlarını oluşturan hava, su ve toprak şeklinde de ifade edilebilir. Ama, çevre ile kastedilen sadece bir yer değildir. Çevre bireyin dışındaki canlı-cansız her şeyi kapsamakta; hem doğal ve yapay değerleri, hem de toplumsal ortamı içine almaktadır. Çevre, evrensel değerler bütünüdür. Bitki, hayvan toplulukları, cansız varlıklar, insanın tarih boyunca yarattığı uygarlık ve bunun ürünleri tüm insanların ortak varlığıdır (Keleş ve Hamamcı, 2005: 22-32).

Çevre sorunları, türlü insan faaliyetleri nedeni ile çevresel değerlerin zarar görmesi sonucunda ortaya çıkmışlardır. Hava, su ve toprağın zamanla niteliğinin bozularak yaşanırlılığını yitirmesi, yaşam ortamları değiştiği ya da insan gereksinimleri uğruna aşırı tüketildiği için bitki ve hayvan topluluklarının yok olmaya yüz tutması çevresel değerlerin yitirilmesinin göstergesi olmaktadır. Çevre sorunları önceleri daha çok çevre kirliliği olarak görülmüştür. Çevre kirliliği, çevrede meydana gelen ve canlıların sağlığını, çevresel değerleri ve ekolojik dengeyi bozabilecek her türlü olumsuz etkidir (Çevre Kanunu md. 2).  Çevresel kirlenme ve bozulmanın yol açtığı zarar, evrensel ve yaygın bir nitelik taşımaktadır. Çevre sorunu sadece kirlenme değildir. Uzun dönemli etkileri de dikkate alındığında; yalnız tek bir kişiyi değil, diğer kişileri, herkesi, hatta gelecek kuşakları tek bir ulusu değil, bütün ulusları, salt insanları değil, tüm organizmaları ve ekolojik dengeyi etkilemektedir. Bozulan çevrenin onarılması gerekir. Çevre korunması, kaybettiğimiz, yerine yenisini koyamadığımız kaynakların bakım ve korunmasını içerir. Çevre koruma, hem süregelen durumun değişikliğe uğramasını önlemeyi ve hem de zararlı durumu bertaraf etmeyi hedeflemektedir.

Çevresel yıkım, sınırlar, etnik ve ulusal rekabet, kaynak kıtlıkları, su savaşları birbirleriyle ilişkilidir. Bu yüzden, dünyada barış ve güvenlik nedenleri değişmiştir. Çevre bugün, güvenlik, barış, huzur, adalet ve hak kavramlarıyla birlikte değerlendirilmektedir. Güvenlik kavramı, geleneksel anlamda, uzun süre askeri güvenlik olarak algılanmış ve açıklanmıştır. Güvenlik, günümüzde salt askeri terimlerle tanımlanmamakta; uluslararası uyuşmazlıkların halledilmesi için askeri güç dengeleri, zorlama ve şiddet kullanımı ile ilişkili olarak algılanmamaktadır. Devletler arasında savaş olmaması, uluslararası barış ve güvenlik için güvence sayılmamaktadır (Karabulut, 2009:3).  Her ne kadar, terörist eylemler nedeniyle can güvenliği kaygılarının ön plana çıkmış olması, siyasal kaygıları öne çekmiş,  çevresel ortam kaygılarını arka plana itmiş olsa bile; çevre ve yaşam güvenliğini sağlayamadığımızda, siyasal güvenliğin de bir anlamının olmayacağı açıktır. Çünkü, yaşamın sürdürülebilirliği, bütün öteki kaygılardan önce gelmekte ve güvenliğin de tabanını oluşturmaktadır. Ekonomik, toplumsal, insani ve çevre konularındaki istikrarsızlık, dünya barışı ve güvenliği için tehdit oluşturmaktadır. Ülke içi güvenlik; hızlı nüfus artışından, büyük yerleşme merkezlerine akan iç göçlerden, tarımsal üretimdeki gerilemeden, tekil ve çoğul terörden, her türlü suçtan ayrı düşünülmemekte ve yaşanılan çevrenin korunmasını içermektedir. Dış güvenlik, dış ülkelerin tehdidini içermektedir. Ülkeler arasındaki huzursuzluğun ve siyasal tartışmaların temelinde, su ve petrol gibi doğal varlıkların ve ortak akarsuları kullanmanın önemli bir yeri olduğu bilinmektedir. Boğazlardan ağır gemilerin geçmesi, petrol ve doğal gaz taşınmasının getirdiği ekolojik riskler gibi birçok konu, çevre-dış politika ilişkileriyle bağlantılıdır. Örneğin, Baltık-Ren-Tuna-Karadeniz gemi trafiğinin Ege’de gemi kaynaklı kirlenmeleri ve kaza riskini artırdığı; bu kazaların ekolojik felaketlerin yanı sıra turizmi de etkileyerek, kıyı ülke ekonomilerine zarar verebileceği dile getirilmektedir (Algan, 2005).

Politik, ekonomik, sosyal, kültürel pek çok boyuta sahip küreselleşmenin yeni uluslararası güvenlik mimarisinin şekillendirmedeki etkisi önemlidir. Soğuk Savaş sonrası dönemde uluslararası sistemin iki kutuplu yapısının ortadan kalkması ile başlayan yumuşama süreci (détant), başta ekonomik olmak üzere pek çok alanda, daha önce birbirlerini “diğeri” olarak tanımlayan devletlerin işbirliğine yönelmesine yol açmıştır. Buna bağlı olarak, günümüzde savaş algısı “politikanın farklı araçlarla devam ettirilmesi” şeklinde belirlenen çerçeveden uzaklaşmış bulunmaktadır. Devletler, aralarındaki sorunları askeri güç kullanmadan çözme arayışındadırlar. Bunun nedeni, ülkelerin ortak tehdit algısı geliştirememiş olmasında yatmaktadır. Gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkelerin tehdit algıları bazı durumlarda çatışabilmektedir. Küreselleşmenin beraberinde getirmiş olduğu bağımlılığın güvenlik boyutuna yansıması olarak değerlendirilebilecek bu süreç, güçsüz ülkelerin ulusal güvenliklerini olumsuz yönde etkilemektedir. Küreselleşmenin yol açtığı bir diğer durum, “düşman kim, nerede, ne vasıtayla, ne yapabilir” sorularının karşılıklarını tahmin etmeyi güçleştirmiş olmasıdır (Çetin, 2003).  Saldırganın muhatabından göreceli olarak daha zayıf olmasına karşın, muhatabının zafiyetlerinden yararlanmaya yönelerek oluşturduğu tehdit olarak tanımlanan “Asimetrik tehdit”, ani ve hazırlıksız saldırıyla karşı karşıya kalma olasılığını arttırmıştır. Asimetrik tehdit, her ne kadar Batı tarafından “güçsüzün güçlüye yönelttiği tehdit” olarak tanımlansa da, ekonomik saldırı, etnik ayrımcılığın körüklenmesi gibi farklı şekillerde güçlüden güçsüze doğru da yöneltilebilmekte ve ekonomik, politik, sosyal sistemlerdeki huzursuzluğu tetiklemektedir. Küreselleşme, bizi güvenlik kavramını yeniden düşünmeye ve tanımlamaya sevk etmekte ve bu bağlamda, gündemdeki güvenlik sorunlarının farklılaşmasına yol açmaktadır. Daha önce devletlere veya devlet egemenliğine sıkıca bağlı olan güvenlik anlayışı yerini, vatandaşın kendini güvenlikten yoksun hissetmesine yol açan her türlü etkenin hükümetlerce dikkate alınması gerekliliğine bırakmaktadır. Kitle imha silahları, terörizm, çevresel sorunlar, sosyal eşitsizlik, göç, organize suç ve HIV-AIDS gibi tehdit yaratan unsurlar devletleri “ulusal güvenlik” ve “ulusal çıkar” kavramlarıyla neyin kastedildiğini tekrar gözden geçirmeye zorlamaktadır. Küreselleşmenin etkisine bağlı olarak tehdit yaratan unsurların sınır tanımamaya başladığı görülmektedir. Günümüzde, tüm insanlığın kendini ait hissettiği bir küresel toplum şu an oluşturulamamıştır ve devletler sistemi devam etmektedir. Devletler sistemi ise, zaman zaman karşılıklı güven bunalımlarının doğmasına yol açabilmektedir (Çetin, 2003).