Gazze’de yaşananlar artık sadece bir çatışma ya da savaş olarak tanımlanamaz. İsrail’in aylardır sürdürdüğü bombardıman, kuşatma ve sivil hedeflere dönük sistematik saldırılar, insanlık onurunun ve evrensel etik değerlerin çoktan aşıldığı bir sınırda ilerliyor. Binlerce çocuğun, kadının, yaşlının hayatını kaybettiği bu kıyım, uluslararası hukuk literatüründe karşılığı olan bir terimle tanımlanmalı: soykırım.
Bu noktada çarpıcı olan, yaşananların dünya kamuoyunda uyandırması gereken tepkinin büyüklüğüyle, fiilen ortaya çıkan sessizlik arasındaki uçurumdur. Başka bir tarihsel dönemde bu ölçekte bir katliam, dünyayı ayağa kaldırır, meydanları doldurur, hükümetler baskı altına alınırdı. Bugün ise tam tersi yaşanıyor: Sokaklarda ses çıkaranlar susturuluyor, üniversitelerde öğrenciler tutuklanıyor, gazeteciler sansürleniyor.
Bu tablo bize yalnızca İsrail’in suçlarını değil, aynı zamanda küresel etik sistemin, uluslararası düzenin ve liberal demokrasilerin iflasını da gösteriyor. Suskunluk yalnızca ahlaki değil, aynı zamanda siyasi bir tercihe dönüşmüş durumda. Sessizlik, artık bir tarafsızlık değil; suç ortaklığıdır.
Ancak bu karanlık manzaranın sadece bir yüzüne bakmak da yetmez. Çünkü Gazze’de yaşanan felaketin başlangıç noktası olarak kabul edilen 7 Ekim Hamas saldırısı, çoğu sivil olan İsraillilerin öldürülmesi ve rehin alınmasıyla, bu kıyım sürecinin fiili meşruiyet zeminini oluşturdu. Bugün birçok çevrede, özellikle anti-emperyalist ve anti-siyonist saiklerle hareket eden gruplarda Hamas, adeta “direnişin kahramanı” gibi konumlandırılıyor. Oysa bu algı, trajik bir yanılsamaya dayanıyor.
Gerçek şu ki, İsrail’in yürüttüğü yıkım siyaseti ne kadar suçluysa, Hamas da o yıkımın bir diğer tetikleyicisi olarak sorgulanmayı hak ediyor. Asimetrik bir güç ilişkisi içinde savaş başlatmak, sonucun ne olacağını önceden bilmek anlamına gelir. Hamas’ın eylemi, sadece İsrail’in şiddet politikalarına zemin sunmadı; aynı zamanda Gazze halkını da uzun süreli bir işgal ve abluka altında yaşamaya mahkûm etti.
Bu noktada sormak gerekiyor: Hamas, gerçekten Gazze halkını temsil eden bir direniş örgütü mü, yoksa İsrail’in militarist ve yerleşimci politikalarını meşrulaştıran bir karşı kutup mu?
Bu sorunun cevabı, bizi Filistin davasının sahici sahipleriyle, onu araçsallaştıran yapılar arasındaki farkı görmeye zorluyor. Bugün Gazze’de yaşananların öznesi, ne yalnızca İsrail’in güvenlik takıntısı, ne de tek başına Hamas’ın ideolojik dogmatizmi. Asıl mesele, sivillerin iki uç arasında sıkıştığı, ahlakın ve hukukun olmadığı bir şiddet denkleminde, halkların yok oluşa terk edilmesidir.
Bu denklemde Hamas, yalnızca bir “karşı-şiddet” figürü değil; aynı zamanda İsrail’in Filistin üzerindeki kontrol politikasının zımni ortağına dönüşmüş durumda. İsrail için Hamas, hem içeride güvenlik paranoyasını besleyen bir korku figürü, hem de dışarıda yürüttüğü katliamı meşrulaştıran bir bahanedir. Bu stratejik işleyişte Gazze halkının hayatı, yalnızca birer “pazarlık unsuru”na indirgenmiş durumda.
Bugün artık Hamas’ı, sadece “direniş” ya da “militan” gibi yüzeysel etiketlerle değerlendirmek yeterli değil. Aksine, etik ve politik sorumluluk perspektifiyle yeniden düşünmeliyiz. Hamas, Gazze’deki trajedinin sadece mağduru değil, tetikleyicisi ve derinleştiricisi olarak da tarihsel bir sorumluluk taşıyor.
Aynı şekilde, uluslararası toplumun, özellikle de Batılı hükümetlerin sessizliği ve çifte standardı, bu felaketin sürmesini sağlayan en büyük etkenlerden biri. “İsrail’in kendini savunma hakkı” şiarıyla, binlerce çocuğun öldürülmesini mazur göstermek, sadece ahlaki çürüme değil, açıkça bir medeniyet krizidir.
Sonuçta Gazze’de yaşananlar, yalnızca bölgesel bir çatışma değil; 21. yüzyılın vicdan testidir. Hamas da, İsrail de bu sınavdan sınıfta kalmıştır. Ancak en büyük başarısızlık, insanlığın tümünün sessizliğindedir.
Tarihin terazisi bu günleri tartarken, yalnızca bombaları ve saldırıları değil, kimlerin sustuğunu da kayda geçirecektir.