Ezerek mağdur olunmaz, zalim olunur…

Mağduriyet edebiyatı, toplumsal ve sınıfsal bilinci yeterli olmayan bizim gibi ülkelerde çok yaygın bir yöntem.  Mağdurların, ezilenlerin çok olduğu bir ülkede iktidara gelebilmek ve geldikten sonra da iktidarda kalabilmek için bu kesimin duygularını kullanmak ve duygularını yönlendirmek siyaset yapmanın olmazsa olmazı.

Mağduriyet edebiyatı, algı-zemin ilişkisinde öncelikle kullanılan  psikolojik bir araçtır ve toplum mühen-disliğinin en temel ilkelerinden biridir. Bu ilke, toplumun değer yargılarını, örf ve adetlerini, inançlarını, milli duygularını kullanmaya dayanır. İktidar olmak için “mağduriyet”, hak ve özgürlükleri kısıtlamak için “mecburiyet”, ezmek ve sindirmek için “ihanet”; yalanı , dolanı gizlemek için “masumiyet”, suçu gizlemek için “adalet”; etnik, kimlik, akademik, demokratik, ekonomik haklar   mücadelesine yönelik şiddeti gizlemek için “devletin bekası” algısını yaratmak gerekir.  Çünkü insanlar nasıl algılarsa öyle düşünür, nasıl düşünürse öyle inanır , nasıl inanırsa öyle davranır, nasıl davranırsa öyle yaşar. Bu gerçekleri bilen egemen sınıf ve onun iktidarı tüm olanakları , teknikleri, yöntemleri kullanarak algıda yanılgılar yaratır. Yönlendirme, ekleme ve çıkarma yoluyla bilgileri değiştirme, gerçekleri saptırma anlamına gelen manipülasyonu da tüm iletişim araçlarını kullanıp yaygınlaştırarak,  kitlelerin algı dünyasını kontrol etmeyi ve denetim altında tutmayı temel mücadele yöntemi olarak uygular.

TEMEL HAK VE ÖZGÜRLÜKLERİ AYAKLAR ALTINA ALARAK MAĞDUR OLUNMAZ DİKTATÖR OLUNUR.

Darbe anayasasında bile korunan “suçsuzluk ilkesi” yani “masumiyet karinesi“, siyasi iktidar tarafından yok sayılarak;  insanların savunma  ve bağımsız yargılanma hakları ellerinden alınarak, hiçbir hukuki dayanağı olmayan sebepler eşliğinde gözaltına alınıyor ve tutuklanıyor. Eskiden gözaltı ve tutukluluk için göstermelik de olsa bir iddianame hazırlanırdı, şimdi ise: “Ben devletim istediğimi yaparım.” ilkesinden hareketle evrensel hukukun en temel  ilkeleri görmezden gelinerek; binlerce aydın, sanatçı, siyaset ve  bilim insanı, halkın seçtiği belediye başkanları zindanlara atılıyor; haklarından yoksun bırakılıyor, görevlerine son veriliyor, sürgün ediliyor; malına, mülküne gerektiğinde el konuluyor.

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ NEREDE?

İfade özgürlüğü tamamen iktidarın denetiminde ve bir kişinin iki dudağı arasındadır. Her türlü suçlamayı , hakareti, itibarsızlaştıran her tülü sıfatı kullanmayı; kin ve nefret duygusunu yaymayı  kendine hak sayan; kendisi gibi düşünmeyenlerin düşünce ve fikirlerini  açıklamayı suç sayan bir rejimin mağdurluk edebiyatı yapması utanç verici boyutlardadır.

BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ KİM İÇİN?

Dünyanın en özgür basını bizdeymiş diye toplumla alay eden iktidar aslında bir gerçeğin de altını çiziyor: Evet, muhalif basını ezmekte, susturmakta, karalamakta, hedef göstermede en özgür basın Türkiye’deki iktidarın borazanı olan basındır yani havuz medyasıdır.  Yüzlerce basın emekçisi tutukludur; ama iktidar onları gazeteci olarak görmemekte; gazetecilik yaptıkları için değil, teröre ve teröristlere hizmet ettikleri için tutuklandıklarını söylemektedir.

Toplumun haber alma hakkı resmen yok edilmekte; gazeteler, radyolar, televizyonlar, dergiler kapatılmakta; on binlerce basın çalışanı işinden gücünden edilmekte ve iktidar utanmadan basın özgürlüğünden bahsetmektedir.

AKADEMİK ÖZGÜRLÜK MU DEDİNİZ?

KHK’lar eliyle  ne akademik özgürlük ne de bilimsel özerklik kavramlarının anlamı kaldı. Üniversiteler, cumhuriyet tarihinin en faşizan uygulamalarıyla karşı karşıya. Bilimden, özgür düşünceden, demokratik üniversite hakkından yana olan akademisyenlerin çoğu sürgüne uğratıldı ve çok sayıda üniversite, Türk-İslam  zihniyetinden gelen akademisyenler tarafından dolduruldu. 12 Eylül askeri diktatörlüğünün ilk uygulamalarından biri olan ihraç politikası; demokratikleşme iddiasıyla iktidar olan iktidar tarafından, telafisi zor olan  bir düzeye getirildi ve üniversiteler bilim yapılamaz konuma düşürüldü.

ADALETSİZLİĞİN ADI “ADALET” OLUR MU?

“Elimizde yeterli delil olmadığı için tutuklayamadık” diyerek IŞİD  ve cihatçı militanlara, teröristlere göz yumulan, yakalayıp salınan; ama muhalefet yapanların, haksızlığa karşı çıkanların, eşitliği ve barışı savunanların gece baskınlarıyla gözaltına alındığı, sorgusuz sualsiz içeri tıkıldığı, aylarca, yıllarca özgürlüklerinden alıkonulduğu bir ülkede adalet olur mu? Adalet olursa kimin adaleti olur? Adaletsizliğin adaletinin, gerçek adaletle uzaktan yakından bir ilişkisi olabilir mi?

Referandum sürecinde “Hayır” diyenlerin “terörist, “bölücü” ilan edildiği; barış bildirisinin altına imza atan aydınlara “alçak, vatan haini, cahil…” gibi sıfatlarla hakaret edildiği; alanların, salonların muhalefete yasaklandığı, toplantılarının basıldığı, saldırıya uğradığı ve saldırganların iktidar tarafından korunduğu bir rejimde adalet olur mu?

DEVLET, HUKUK DEVLETİ Mİ?

Devletin hukuk devleti olabilmesi için herkesin yasalar önünde eşit olması; suçluluğu ispatlanana kadar hiç kimsenin suçlu sayılmaması gerekir. Ülkeyi yönetenlerin ve onlara hizmet eden tüm tarafların iktidardan yana olmayanlara yönelik her türlü hakaretin, saldırının serbest olduğu; ayladır  içeride tutulan siyasetçilere, gazetecilere, aydınlara siyasi  infazların yapıldığı, “Cumhurbaşkanına hakaret” adı altında binlerce insanın ceza aldığı bir devlet yönetimine hukuk devleti denilebilir mi?

7 Şubat 2017 tarihli 686 sayılı KHK ile ihraç edilen sayın Fehime Ceren Akçabay’ın,  Cumhuriyet Gazetesinin 22 Mart 2017 Akademi ilavesindeki yazısının sonunda dediği gibi:

İnsanlık onuru ve eşitlik gibi en temel liberal hukuk değerlerini dahi içermeyen bir hukuk düzenine artık hukuk düzeni denilip denilemeyeceği tartışmalı hale geldiği gibi , bu düzene itaat da beklenemez

Şimdi sormak gerekmez mi? Her türlü adaletsizliği, hukuksuzluğu yapanların mağdur olması mümkün mü? Gerçek mağdurları suçlu ilan edenlerin mağdurluk edebiyatı yapmaları hem yüzsüzlük hem de toplumun vicdanına hakaret değil midir?

Zalimlerin “mağdur”, zalimliğin “demokrasi” olarak topluma yutturulduğu bir sistem daha ne kadar yaşayabilir?

Bu toplum daha ne kadar büyük yalanlarla , iftiralarla, siyasi oyunlarla yönetilebilir?

Mağduriyet rolünü oynayarak 16 yıldır ülkeyi yöneten siyasi iktidarın artık toplumu yönetemez hale geldiği, uyguladığı baskı politikasından anlaşılmaktadır. Kendi iç dinamiği ile değil, sermaye sınıfının ve uluslararası güçlerin desteği ile iktidar olan AKP’nin hızla düşüşüdür bütün bu yaşananlar. Toplumun çoğunluğunu karşısına alan, uzlaşma kültürü yerine çatışma kültürünü topluma dayatan; birleştirmek yerine ayrıştıran;  toplumun Kürt sorunu gibi temel sorunlarını buzdolabına koyup donduran  iktidarın sonu yaklaşmaktadır.Son yaklaştıkça, yaşanan şokun şiddeti de artmaktadır. Yaptıkları yemini unutup, anayasayı çiğnemekte hiçbir sakınca görmeyenlerin; üreterek değil tüketerek büyümeği temel politika haline getirip ülkeyi  derin bir ekonomik krize sokanların ayaklarının altındaki zemin hızla kaymaktadır.
Yeni bir sürecin bizi beklediği kesin. Karanlık tünelin ucu göründü.
Gün ola hayır ola,
Zalimlerin sonu ola,
Karanlıklar tez bite, aydınlık ola.
Yalanın perdesi yırtıla,
Korkunun duvarı yıkıla.
Kin ve nefret yayanların,
Çocuklara kıyanların,
Bin bir korku salanların,
Sermayeyle birlik olup toplumu soyanların,
Rüşvetçiyi , tacizciyi koruyanların  tez elden sonu ola.