Erkeklik Dehliziyle Yüzleşmek

“Mutlaklık düşüncesi bir kez yıkılmaya görsün, hiçbir hükümdarlık dayanmaz.”
Murathan Mungan

Türkiye edebiyat dünyasında #metoo hareketi yaşanıyor. Me Too hareketi, Uluslar arası isimlerle ortaya çıkan cinsel taciz ve cinsel saldırıya karşı bir harekettir. 2017 yılında Twitter’da Amerikalı aktris Alyssa Milano tarafından popülerleştirildi. Milano, cinsel taciz mağdurlarını tweetlemeye teşvik etti ve “Ben de” (MeToo) başlığıyla kadınlar başlarına gelen cinsel saldırı ve istismar deneyimlerini paylaşmaya başladı. Ashley Judd, Jennifer Lawrence, Nicole Kidmen ve onlarca ünlü aktris yaşadığı cinsel saldırıyı ifşa etti.

Hollywood’un parlak ışıklarının ardındaki karanlık dünyayı böylece tüm dünya görmüş oldu. Hollywood’un erişilmez yapımcılarından ünlü yönetmenlerine ve aktörlerine varana dek, bir başka yüzünü görmüş olduk; erkeğin tecavüzcü yüzüydü bu. Erkek egemen sistemin kadın bedeni üzerindeki tahakkümünün ve istismarının vardığı boyutun korkunç yüzüydü bu! ”Kadın oyuncunun kariyerinde yükselmesinin yolu rejisörün yatağından geçer” klişe sözü, bizim toplumda “yeşilçam klasiği” algısıdır. Cinsiyetçi zihniyet, toplumun zerresine kadar işlediği için, her alanda olduğu gibi bu alanda da kadının yeteneğini görmezden gelir.

Me Too hareketinde en önemli nokta ise kadına yönelik şiddetin sadece eğitimsiz kesimlerle ya da gece kondu semtleriyle sınırlı olmadığı gerçeğiydi. En iyi eğitimleri almış, konum, kariyer, statü sahibi erkeklerin nasıl barbarlaşabileceğini hep birlikte gördük. Yine aynı zamanda en iyi eğitimleri almış, konum, kariyer, statü sahibi olan kadınların, maruz kaldıkları şiddet karşısında öğretilmiş çaresizliğin kollarında yaşadıkları sessiz çığlığı görmüş olduk. Demek ki sessizliğe bürünmek çare değildi. Şiddete, cinsel saldırıya uğrayan kişinin utanması, çekinmesi öğretilmiş bir davranıştır. İçinde bulunduğumuz toplumun zihinlere empoze ettiği geleneksel kodlardan biridir. Oysa utanması gereken şiddetin, tacizin faili olan kişidir. Cinsel saldırıya ya da şiddete uğrayan kişinin bilincinde net olması gereken şey, yaşadığı şiddetten dolayı kendinden utanmamasıdır.

Türkiye edebiyat dünyasındaki kadınların yaşadığı taciz ve cinsel saldırıları açıkladığı bu süreci dikkatle takip ediyorum. Sosyal medyadaki yorumları okuyorum. Ne acıdır ki, tacizin faili erkek bile tacizi kabul ederken hala o tacizci erkeği savunanlar var. Asıl sorunda bu ya! Ondan sonra diyorlar ki “ee üzerinden yıllar geçmiş niye bugüne kadar açıklamamış?” İşte bu balçık zihniyetlerin kuşatmasından çekindiği için birçok insan susmayı tercih ediyor. Ayrıca hatırlatayım, bir kadın, yaşadığı cinsel saldırıyı, şiddeti, tacizi olay anından hemen sonra açıklasa da aynı saldırılara uğruyor. İfşa süreci zorlu bir süreçtir. Bunu mahkemeye taşıdığınızda da aynı zorlu süreç devam eder. Hakim’iSavcı’yı yaşanılan tacizin gerçek olduğuna dair ikna süreci, adeta psikolojik işkence sürecine dönüşür. Bir de toplumla, kokuşmuş zihniyetlerle uğraşırsınız.

İyi olan şey şu, artık kadınlar susmanın bir çare olmadığını kavramaya başladı. Geleneksel kodların yarattığı denklem, insanları öğretilmiş çaresizliğe sürüklüyor. Bu denklemin bozulma zamanı gelmedi mi? Bu denklem kadınlar konuştukça bozulacak. Sadece kadınlar değil aslında… Bir gerçek daha var, erkeğin erkeğe şiddeti ve tacizi. Bu çok daha derin ve dillendirmekten dahi çekinilen bir konu. Oysa konuşulmalı… Hem de yüksek sesle! Bu şiddet döngüsünün denklemi bozulmalı. Dünya isimli gezegenimizde yeni bir denklem kurulmalı.

Tartışmalarda dikkatimi çeken bir başka nokta ise gerçekle yüzleşmenin ağırlığı. Sevdiğimiz yazar, sanatçı, şair, sporcu, siyasetçi erkekler… Biraz araştırınca karşılaştığınız gerçegin karanlığı sis gibi üzerinize çöküyor. İnsanın bu şahıslara yaptığı övgüler kursağında kalıyor. Yazarın romanı, şairin şiiri anlamsızlaşıyor. Erkek egemen sistemin görünmeyen yüzü tahmin etttiğimizin de ötesinde iğrenç bir kir içinde. Edebiyat dünyasındaki bu tartışmalarda, haliyle soruluyor; olaya buradan bakarsak elimizde yazar kalmaz, nasıl yapacağız? O vakit, varsın elimizde yazar kalmasın.

Öyle bir çağdayız ki, artık gerçekler olanca berraklığıyla bir karanlık gibi üzerimize çöküyor. Hatta bu gerçeklerden kaçmaya çalışsan bile gidecek yer bırakmıyor insana. Gerçekler, bir çember gibi etrafımızı kuşatıyor. Ya bu gerçeklerin karanlığında yolumuzu kaybedip bir çukura düşeceğiz ya polyannacılık oynayıp hiçbir şey yokmuş gibi davranacağız. Bu enkazın ortasında oturup kara kara düşünebiliriz. Oysa bir ihtimal daha var, o da yeni olanı inşa etmek!

Gerçekle yüzleşmenin ağırlığını bilirim. Arkadaşları tarafından bir kuyuya itilen Camsap*, o kuyunun dibinde Şahmeran’ın mağarasına iner. Şahmeran’ın sırrına erişir. Yani insan denen mahlukatın gerçeğiyle yüzleşir. Şahmeran’ın mağarasından çıkan Camsap, artık o eski Camsap değildir. Çünkü gerçekle yüzleşmiştir. Gerçeğin ağırlığı öyle bir çökmüştür ki yüreğine, o vakitten sonra kendini kuyuya atan arkadaşlarını affetmek ya da affetmemek dahi anlamını yitirmiş, bir önemi kalmamıştır.

Gerçekle yüzleşmek, yüklediğimiz bütün anlamların yıkılması değil midir? Peki, putlar devrildiğinde, yüklediğimiz tüm anlamlar yıkıldığında ne yapacağız? Ne diyordu Şemsi Tebrizi, “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatının altının üstünden daha iyi olmayacağını?”

Bırakalım hayat bize rağmen değil bizimle birlikte aksın. Karşımıza çıkan değişim sürecine karşı eski olanı muhafaza edeceğimize yeni olanı kavrayalım. Erkek egemen sistemde madalyonun diğer yüzüne bakalım, hesaplaşalım. Gerçekle yüzleşmek bir alt- üst oluş sürecidir zaten.

Bütün öğretilmişlikleri aşıp, geleneksel rollerden arınarak yeni olanı inşa edelim. Özgürleşmiş bireylerden oluşan bir toplum. Tüm şablonlardan uzak, tüm öğretilmişlikleri aşan, öğretilmiş rolleri yıkan, kendine ait başka bir dil, başka bir kültür yaratan toplum… Belki de yeni olanın vakti yaklaşıyordur.


*Camsap, Murathan Mungan’ın Cenk Hikayeleri Kitabı’nda bir karakter.