Ecevit, Demirel, Erbakan ve Türkeş, 1960’lardan 90 sonlarına hatta 2000’lere, Türkiye siyasetinin neredeyse yarım yüzyılını etkileyen dört lider. Karaoğlan’dan, Baba’ya, Hoca’dan Başbuğ’a bu dörtlü, bu mahşerin dört atlısı, Türkiye siyasetinin “dört yapraklı yoncası”dır.
Evrimsel biyologlar genetik çeşitlilikten dolayı doğada 160 bin üç yapraklıya karşılık sadece bir tane dört yapraklı yonca bulabileceğimizi söylüyorlar. Yani doğada dört yapraklı yoncaya rast gelmeniz biraz şans işi. O yüzden ya, dört yapraklı yonca şansı temsil etmekte. Popüler kültürde “dört yapraklı yonca”, Türk sinemasının dört kadın starı, Türkan Şoray, Filiz Akın, Fatma Girik ve Hülya Koçyiğit için kullanıla gelir. Tabii mevzu sinema olduğunda dört yapraklı yonca, her biri aynı dönemlerde meşhur olan, her birini seyretmekten zevk aldığımız, her birinin meftunu olduğumuz dört kadın aktristi imgelemektedir. Her biri aynı dönemlerde meşhur olan bu aktrislerin dördünü aynı dönemde seyredebilmek elbette dört yaprağı olan bir yoncaya rast gelmek gibi bir şans işi. Ancak konu siyaset olunca da aynı olumlu tavrı 1970’lerin siyasal yoncasının her bir yaprağı için gösterip göstermeyeceğimiz tartışılır. Hatta bunun Türk siyaseti için 160 binde bir denk gelebilecek bir şans olduğunu düşünerek mutlu olmamız ise neredeyse imkânsız.
Bu dört lider, yukarıda da belirttiğim gibi, 1960’lı yıllardan 2000’li yılların başlarına kadar Türkiye siyasetini etkilediler ama Türkiye’nin 1970’li yılları, neredeyse sadece bu figürlerin etrafında şekillendi. Dönemin dört siyasî lideri, sinema yoncasının dört kadın yaprağı gibi, 1970’lerin insanlarının her bir yaprağına ayrı ayrı hayran oldukları kadın artistler gibi değil de sadece dördünden birinin hayranı oldukları “popüler kahraman”lardı: İnsanlar hepsini aynı anda sevemediler, dördünü birden Türkiye için bir şans olarak görmediler ama 1970’lerin insanlarının çok ama çok büyük bir çoğunluğu onlardan birini mutlaka sevdi; onlardan birinin ülkenin şansı, kurtuluşu olduğunu mutlaka düşündü. Bir kısmı onların bir emriyle gözlerini kırpmadan can almaya, can vermeye, öldürmeye ya da ölmeye gönüllü oldular.
İşte 70’lerin insanlarının maden ocaklarına, sokaklara, duvarlara adını “umudumuz Ecevit” diye yazdıkları, Karaoğlan da -Büllende de- bu “popüler kahraman”lardan biriydi ve 18 Kasım 2002’de Abdullah Gül’ün 58. Hükümet’inde görevi devrettikten sonra siyaseti bırakmasından neredeyse tamı tamına 4 yıl sonra 5 Kasım 2006’da vefat etti. Sağın, 11 Eylül 1973’teki darbeyle iktidardan indirildikten sonra darbeciler tarafından öldürüleceğini anlayan ve Komutan Fidel’in ona verdiği silahla intihar eden Şili’nin efsane lideri Salvador Allende’ye gönderme yapacak şekilde taktığı “Büllende” lakabını saymazsak, Ecevit siyasetin Karaoğlan’ı olarak anılmıştır. Ecevit, Büllende lakabını hiç sahiplenmedi; hasımları -başta da Baba, Çoban Sülü– kendisine “Büllende” dediklerinde bunu Marksist bir sosyalist olmadığını vurgulamanın bir manivelası olarak kullanmayı da ihmal etmedi. Ama vaka ki, Karaoğlan lâkabını sevdi bu kısa boylu, kapkara (elbette ki boya) bıyıklı/saçlı, mavi gömlekli, kasketli, esmer adam. Karaoğlan lakabı Kars’ta hediye edilir Ecevit’e: Genel Başkan seçilmesinden kısa bir süre sonra Kars’a giden Bülent Ecevit, Susuz ilçesinde arkadaşı Rasim Yarkadaş ’ın evine konuk olur. Misafirlerini evlerinin kapısında karşılayan Anne Şahzade Şahin (Şaşo Hala) Ecevit’in boynuna sarılır ve Kars’ın kendine özgü şivesiyle, “Kurtar bizi bu dertlerden ay Garaoğlan,” der. Ecevit o günden sonra Karaoğlan olarak anılır. Bu yazının içindeki fotoğrafta Şaşo Hala’yı, torunu eski CHP milletvekili, gazeteci Barış Yarkadaş ile görebilirsiniz. Şehzade Şahin 1 Haziran 2018’de vefat eder. Bu fotoğrafı da torunu Barış Yarkadaş’tan Türkiye’nin 1970’li Yılları kitabında kullanmak üzere almıştım.
Hem Çağdaş Görücü Türkiye’nin 1970’li Yılları başlıklı çalışmamızda yer alan CHP’nin umuttan hayal kırıklığına yol alan serüvenini tartıştığı makalesinde hem de Levent Odabaşı ve Kerem Hocaoğlu aynı kitapta yer alan Ecevit biyografilerinde yeni genel başkanın adım adım bir sol-popülist lidere doğru dönüşümünü ele alırlar. Celal Oral Özdemir ise yine aynı kitaptaki Yetmişli Yıllarda Halkçı ve Halktan Siyaset başlıklı makalesinde popülizm kavramını Ecevit’e münhasır bir yafta olmaktan çıkararak, dönemin Türkiye’sini okuyabileceği bir kavramsal araç haline getirmeye çalışır. Özdemir bunu “1970’li yıllarda etkili bir siyaset tarzı olarak karşımıza çıkan popülizmin … Ecevit ve … Demirel’in siyasal tarzlarındaki izdüşümleri” üzerinden gerçekleştirir. Celal Oral Özdemir, anılan çalışmasında mahşerin/yoncanın atlılarını/yapraklarını popülizm kavramı etrafında ele almaktadır: “Türkiye’nin 1970’li yıllarının parlamenter siyasetinde etkin rol oynayan bu dört lider[in], dönemin seçkinci ve seçkinci karşıtı siyasetinin sembolleri” olduklarının altını çizer; ancak analizlerini “… bu dört yapraklı yoncanın Demirel ve Ecevit yapraklarını merkezine alarak, 1970’li yıllardaki popülist siyaseti incelemeyi hedefle[r]”. Özdemir, “… seçkinci karşıtı bir örgüt yapısı kurmamış olan MHP ve MSP’nin liderleri Türkeş ve Erbakan’ı” tartışmalarının odağına yerleştirmeyi tercih etmez. Özdemir şöyle devam eder: “1970’li yılların iki önemli liderinin popülist literatür üzerinden okunması, döneme çok yönlü perspektiften bakmayı da olanaklı kılması bakımından oldukça önemlidir. Bir yandan sıradan insan imajı çizmeleri bakımından gündelik siyasete ve bu siyasetin işleniş biçimine odaklanmayı, diğer yandan halkçı politikalara odaklanarak iç siyaset analizini zorunlu kılmaktadır.” Ancak “Bu parti ve liderlerden ikisinin siyaset yapma biçimi [o dönemde] halka dönük olmaktan ziyade kapalı gruplara hitap etmekteydi. MNP ve sonrasında kurulan MSP, genel Türkiye siyaseti içerisinde anti-sistemik olmasına karşın, parti içi tutumunda katı bir hiyerarşi ve parti sistemine karşı korumacı bir tavır” benimsiyordu. Özetle Özdemir, haklı olarak, Erbakan ve Türkeş’in değil, sadece Demirel ve Ecevit’in popülist kavramı etrafında tartışılabileceğini söylüyor. İlk ikisinin kapalı gruplara hitap eden hiyerarşik yapılarının onları popülizm kavramı etrafında ele almayı zorlaştırdığını iddia ediyor. Elbette bu değerlendirme Erbakan ve Türkeş’in de dönemin dört popüler liderlerinden, dört yapraklı yoncanın üyelerinden, mahşerin dört atkısının süvarilerinden oldukları gerçeğini de değiştirmemektedir.
KOMÜNİZMLE MÜCADELE’DE ECEVİT’İN DEMOKRATİK SOL’A BİÇTİĞİ ROL
Ecevit’i, bir sosyal demokrat lider olarak tanımlamak mümkün müdür? O kendisinin -Ne olur ne olmaz! Belki sosyal demokrat dendiğinde onun Marksist birisi, sosyalist birisi olduğunu sananlar olabilir diye o- “demokratik solcu” olduğunu iddia ediyor ve kendi Ortanın Solu’nun, onun tabiriyle “aşırı sol”un (!) rejime sızmasının önündeki en büyük engellerden biri olduğunu iddia ederek Demirel’e de partisini Ortanın Sağı’na taşıyarak aşırı sağın rejime/merkeze sızmasını engellemesini salık veriyordu. Elbette Demirel, hiçbir zaman, Ecevit kadar naif bir politikacı olmadı. Onun sosyalist solla kurmadığı, kurmaktan hep korktuğu, kaçtığı ilişkiyi Demirel faşist sağla seve seve kurdu ve kendisine “sağcılar[ın] suç işl[lediğinin] dedirttirilemeyeceğini” bile ifade etti. Ecevit’in kendi “demokratik solu”nu, sosyalist solu engellemenin bir aracı olarak kurguladığı bir “yorum”, bir “analiz” değil aksine çırılçıplak bir vakadır. Aşağıdaki satırlarda anlatılan olayı daha önce Nokta Haber Yorum sitesinde (8 Ekim 2017) yazmıştım. Ecevit’in ve onun Demokratik Sol’unun misyonunu gayet güzel özetlemesi sebebiyle bir kez daha paylaşmak istiyorum.
Mevzu, tam da Ecevit’in Başbakanlığı döneminde geçiyor. 1974 yılı ocak ayının sonlarında Bülent Ecevit’in Başbakanlığında 37. Hükümet kurulmuştur. Bu hükümetin ömrü uzun olmayacak ve Ecevit, aynı yılın 17 Kasım’ında yerini Sadi Irmak’a bırakacak; daha doğrusu, bırakmaya çalışacaktır. Çünkü Irmak’ın, 450 milletvekilin sadece 18’inden güvenoyu alabilen hükümetinin hiçbir zaman kurulamadığını söylesek bile yanlış olmaz. Bu gelişme üzerinde Demirel diğer sağ partilerden aldığı destekle, tarihe Milliyetçi Cephe hükümetleri olarak geçecek olan ilk hükümetini kuracaktır.
Bu tarihten 1980’e kadar ülkeyi Milliyetçi Cephe hükümetlerinin yönettiğini söylemek, teknik açıdan değilse de siyasi açıdan doğrudur. Demirel liderliğindeki ilk Milliyetçi Cephe Hükümeti 1975 Nisan’dan 21 Haziran 1977’ye kadar görevde kalacaktır. Bu hükümeti, yine bir Bülent Ecevit hükümetinin takip ettiğini görüyoruz. Sadece bir ay (21/06/1977 21/07/1977) görevde kalan Ecevit’ten sonra Demirel, İkinci Milliyetçi Cephe Hükümeti’ni kurar. İkinci Milliyetçi Cephe iktidarı 1978 yılı başına kadar görevde kalır. Bu hükümeti yine bir Bülent Ecevit iktidarı izler ama talihsizlikler yine Ecevit’in peşini bırakmaz. 1978 yılında kurulan Ecevit hükümeti (42. Hükümet) 1979 Kasım’ına kadar görevde kalabilir.
12 Eylül Darbesi öncesinin son hükümeti yine bir Milliyetçi Cephe hükümetidir. Ancak bu sefer, Milliyetçi Cepheyi oluşturan partiler hükümet bileşiminde yer almak yerine, onu dışarıdan destekleyerek hükümeti teşkil ederler.
1974 yılına geri dönelim. Ecevit CHP Genel Başkanlığı’na seçileli, yaklaşık iki yıl olmuştur. 1965 seçimlerinin hemen öncesinde partide gündeme taşınan Ortanın Solu düşüncesi, artık, hem İnönü’nün yüklediği anlam ve işlevden çok farklı bir mecraya akmış hem de bir fikir olmaktan çıkarak Demokratik Sol adıyla CHP’nin yeni politik yöneliminin atını çizmeye başlamıştır. Artık ne İnönü’nün, kitleleri, güçlenmeye başladığı sezilen Türkiye İşçi Partisi’ne kaptırmamak adına ortaya attığı Ortanın Sol’undan eser vardır, ne de İnönü’nün kendisinden: Bir seçim taktiği olarak gündeme gelen Ortanın Solu Demokratik Sol’a evrilirken, Ecevit de İnönü’nün yerine parti genel başkanlığına seçilmiştir.
İnönü için Ortanın Solu, bir siyasi mücadelenin fikri cephanesi değildi; ama Ecevit için de hiçbir zaman CHP’nin sola temayülünün ifadesi haline gelmedi. Ecevit, 1980 sonrasında Demokratik Sol Parti’yi kurduktan sonra da onlarca kere dile getirdiği gibi, Demokratik Sol düşünceyi, komünizmle mücadelenin en etkili yolu olarak sunmayı tercih etti.
Ecevit’in Demokratik Solu’nun bir Komünizmle Mücadele hareketi olduğu fikrinin benim analizim değil, bizzat Ecevit’in değerlendirmesi olduğunun altını tekrar çizmek isterim. Ecevit’in açıklamalarına dair aşağıda sunulan haber buna ilişkin 1980 öncesinden verilebilecek en nadide örneklerden biridir.
DSP liderliği döneminde Demokratik Solun, sosyalizmin panzehiri olduğuna ilişkin Ecevit’in ifadelerinden oluşan bir antoloji yapılsa hayli ilgi çekici olabilirdi. Ancak yine de Ecevit’in Demokratik Sol ve sosyalizm arasında kurduğu önleme/engelleme ilişkisinin en çok, sosyalizmi değil 1980 sonrasının sosyal demokrasi düşüncesini yaraladığını söylemek gerekiyor. Sosyal demokrasi düşüncesi Türkiye’de Kemalizm’in bir yan ifadesi, bir “diet-sosyalizm”, bir “şekersiz-komünizm” şeklinde anlaşıla geldiyse bunda Ecevit’in açtığı bu yolun (koruyucu sol/Demokratik Sol) etkisi olduğunu da belirtmek gerekiyor.
***
5 Ekim 1974 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit, Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk ile haftalık olağan görüşmesini yapmak üzere Çankaya Köşkü’ne çıkar. Bu sırada basın mensuplarının sorularını cevaplayan Başbakan, “AP Genel Başkanı Süleyman Demirel’in sol ve komünizm karşısında bir hükümet kurmak için girişimlerde bulunduğunu” hatırlatan gazeteciye “Demokratik solu biz bir tehlike olarak” görmüyoruz dedikten sonra, sözlerine şöyle devam eder: “…komünizmi önlemenin en etken yolunun da demokratik sol yönünden tedbirler olduğuna inanıyoruz.” (Milliyet 6 Ekim 1974, s.1,10)
Mustafa Bülent Ecevit; Robert Kolej’den sınıf arkadaşı Dimitri Andriadis’in mezuniyet yıllığına onun için yazdığı kelimelerle “Bir bardak çay, bir yaprak kâğıt, bir kurşun kalem ve bir şiir kitabı” olarak başladığı hayatında, CHP’nin Mustafa Kemal ve İnönü’den sonraki Üçüncü Adam’ı oldu. Toplumu onu “Karaoğlan” diye anıp, “umut” diye bellerken o, ne yazık ki, kendini solun karşısında bir tedbir ve önlem olarak siper etmeyi, kendi solunu, sosyalist solun prezervatifi haline getirmeyi tercih etti. Şiirindeki gibi: “Boşluğa bulut, buluta yağmur, yağmura toprak ne güzel uymuş.” değil mi?