Acı çektiğimiz için kafesimizi terk etmeyiz. Çünkü dış dünya bize korkunç gelir. Onun için de kafesimizde oturur bekleriz ve terbiyecimiz gelir, bize işkence yapmaya devam eder. Aslında bu hepimizin yaşamında bir döngü gibidir.
Bundan kurtulmanın yolunu bulmadan önce bu duruma nasıl düştüğümüz hakkında kafa yormak buradan bir çıkış yolu bulmamızın ön koşuludur.
Düşüş hikayesi çok eski bir hikayedir, aslında hepimizin bilinçdışında arketip (ilk örnek) olarak yerleşmiş ve hepimizin geliştirdiği bir dil kalıbı olmuştur. Musevi, İsevi ve Muhammedi inanç sistemleri düşüş hikâyesini Tanrı’nın Cennetinden kovulma ile başlatır
Havva, Âdem’e Tanrının yasakladığı ağacın meyvesini yedirir ve Tanrı da buna sinirlendiği için ikisini de kendi cennetinden kovar ilk suçlu, kurban mitosu da böylece doğar. Suçlu Havva’dır, Kurban ise Âdem. Onun için de halen kurban edilme ritüelinde dişi hayvanlar kurban edilmez.
Musevi inancında kurban olarak erkek bir keçiye günahlar yüklenir ve keçi topluluğun günahının bedeli olarak derin bir uçurumdan aşağıya bırakılır Museviler bu güne kefaret günü der. Yani günahlardan arınma günü.
Böylece düşüş miti suçluyu ve kurbanı yaratır. Aslında cennet kovulma miti cehennem mitini yaratır. Dante “İlahi Komedya” eserinde cehennem için şöyle der; “Cehennem insandan sonra yaratılmıştır.” Böylece cehenneme düşenlerin acı çekme serüvenleri başlamış olur. Bundan sonra da acı çekme ve Cehennem kuyusundan çıkamama durumu ile baş başa kalır insan. Çünkü cehennemin zebanileri vardır ve zebaniler insanların buradan çıkmalarını engeller.
Dante’nin, “İlahi Komedya”sında en ünlü bekçi, dört başlı köpek Cerberus’tur. Cerberus sürekli havlayıp, ağzından köpükler saçarak buradaki insanlara korku salar.
Freud insanın zihin aygıtını açıklarken bu bekçilere yani gardiyanlara savunma mekanizmaları der ve savunma mekanizmalarının negatif yönünün insanları acı içinde kıvranmalarını sağladığını söyler. İnsan böylece acı çekmeyi kendi kontrolüne alırken yaşamayı unutur. Oysa yaşam insana ve doğadaki tüm canlılara verilen en muhteşem armağandır.
Yani Freud, yaşadığımız her acı anının kendine bir savunma mekanizması yarattığını ve bizi düşüş kuyusunda beklettiğini söyler. Dante’nin deyimi ile de bu düşüş kuyusunun kapısında şöyle bir yazı vardır. “İçeri girenler umudu dışarıda bırakın!”
Umut etmek insanı ayakta tutan ve ona yaşam enerjisi sağlayan bir özelliktir. Erdemi ve düşüş kuyusundaki yazıyı yeniden görmek için bir motivasyonu yükseltmek gerekir. Onun için Nietzsche’nin deyimi ile “Umut işkenceyi uzatır” deyimini, umut işkenceyi bitirir insana mücadele azmi ve şevki verire çevirmek gerekir.
Tüm bu açıklamalardan sonra ülkemize baktığımızda ülkemizde yapılan son seçim ve irade beyanı büyük bir kesimi acı içinde ve umutsuz bıraktı. Bunun için de şimdi bu kesim bu acı ve umutsuzluk ile baş etmek için kendince bir savunma mekanizması sistemi geliştirme derdinde.
Elbette kim olursa olsun insanlara şunu şunu yapın demek benim hadim değil. Benimkisi sadece var olanı yazmak ve şundan kendi adıma eminim ki kendi acı anılarımız ile yüzleşmediğimiz sürece -ki bunlar bireysel ve toplumsal acılardır- ne içine düştüğümüz düşüş kuyusundan ne de orada acı çekmekten kurtulabiliriz. Ne zamanki o acılar ile bağ kurma gücümüzü harekete geçirdiğimizde işte o gün ne kuyunun tepesinde zebani, ne Cerberus ne de umutsuzluk kalır.
Herkese şifa olması için Charles Baudelaire’nin çok sevdiğim şu cümlesini paylaşmak isterim: “Kendini yontmayı unutma’ der Zeus. Kendi kabuğunu kendin soyabilirsin, kendi özgürlüğünü kendin dışarı çıkartabilirsin. İnsan biraz da kendi emeğidir!”
Onun için Simurg’un hikâyesini bir daha okuyun derim ve kendinizden korkmayın ki başkaları sizi korkutmasın.
Çünkü kendisini yontmayı öğrenenler, düşüş kuyusunun duvarlarını da kendileri kırarlar…
- Öfke! - 28 Kasım 2018
- Kayıp! - 13 Kasım 2018
- Beden imgesi - 4 Kasım 2018