Yaşadığımız yerkürenin oluşumu milyonlarca yılı içine alan bir evrim süreci sonucudur. Bilinen bu evrim süreçlerinin en sonunda insan yeryüzünde ortaya çıkmış ve insanın çevresi ile olan ilişkileri farklı aşamalardan geçmiştir. Çevre-insan etkileşimi, insanın da geçirdiği evrime bağlı olarak bakıldığında insan başlangıçta çevre karşısında güçsüzdür ve ona bağlıdır. Fakat, zamanla bu ilişki insanın çevreyi denetleme ve hatta çevre üzerinde egemen olma yolunda gelişmiştir.
İnsanın bilinen evrim sürecinde, ilkel insan doğa içinde ve doğa olaylarına karşı bütünüyle savunmasız, çaresiz ve yalnızdır. Yeryüzüne doğal korungaçları ile de gelmediğinden doğaya uyumsuz ve aykırıdır. Bu nedenle, varlığını sürdürebilmesi için başlangıçta doğaya baş eğmiş ve çevresine uyum sağlamaya çalışmıştır. Göçebelik evresinde insan belli ölçüde çevresini etkilemeye başlamasına rağmen yine de doğal olayların nedenini kavramaktan ve çevresini denetlemekten uzaktır. Ancak insan yerleşik tarım toplumuna geçişi ile beraber özellikle de neolotik çağın sonunda kentlerin ortaya çıkışı, insanın çevresini denetlemesi ve ona biçim vermesi mümkün olmuştur. Bu dönemden itibaren insanın bilgi ve teknik birikimi hızla artmış, her geçen gün doğayı daha fazla işleme ve çevreyi daha fazla etkilemeye ve denetlemeye başlamıştır.
Giderek insan yüzyıllarca çevresini gelecek endişesi duymadan işlemiş, doğanın sunduğu zenginlikleri ve sağladığı kaynakları sömürmüştür. Zamanla insan-çevre ilişkileri, insanın çevreden yaşaması için gereken yararlanma düzeyini aşarak çevrenin olanaklarını zorlamaya, insafsızca kullanmaya ve hatta çevreye zarar verici, bozucu kullanmaya dönüşmüştür.
Eksi Mısır, Mezepotamya ve Antik Yunan çağından beri evrenin sırrını çözmeye çalışan insanın geliştirdiği bilim, tek tanrılı dinlerin doğa anlayışı insanda doğanın tartışmasız efendisi olduğu fikrini geliştirmiştir.
Eski Yunan’da Aristo’nun insanı “düşünen hayvan” olarak tanımlamasıyla beraber, insan bu özelliği aracılığı ile doğada fark ettiği sırları çözebileceği inancı gittikçe güç kazanmıştır. Eski Yunan düşüncesini temel alan Batı alemi XIX. yüzyılda temel bilimlerin bulgularına göre hem çevresindeki canlı ve cansız varlıkların, hem de kendisinin ne olduğu hakkında bilgi sahibi olmuştur. Böylece insan kendisini çevreleyen maddelerin öz yapısını çözmüş, Darvin’in evrim kuramıyla da türlerin ayıklanmasını ve özellikle de kendi evrimini açığa çıkarmıştır.
Diğer taraftan din öğretisi, “Eski Ahit’teki Yaradılış Efsanesi’nde” söylendiği gibi, insanın dünya varlıklarına egemen olmak üzere yaratıldığı belirtilmektedir. Ayrıca Kuran’da da farklı yerlerde benzer temalar görülür. Bakara suresinde İsrailoğulları’ndan söz ederken, “Size verdiğim nimeti ve sizi dünyalardan üstün tuttuğumu hatırlayın”, yine aynı surede “O, yeryüzünü size bir döşek, göğü de bir bina kıldı. Gökten su indirip onunla size rızk olmak üzere üzümler meydana getirdi.” gibi anlatımlar daha önce Eski Ahit’teki düşünceleri çağrıştırmaktadır. Ayrıca Araf Suresinde “Sizi yeryüzüne yerleştirdik ve orada size geçimlikler verdik” sözü de aynı yönde değerlendirilebilir. (Keleş ve Hamamcı, 1997;32- 33).
Görüldüğü gibi, insan kültürünü belirleyen ekenlerden biri olan din öğretisi de, insanın çevre üzerinde üstün konumda olmasına yardımcı olmuştur. Diğer taraftan din öğretisi, geçmiş uygarlıkların felsefi görüşleriyle birlikte yakın çağların etik anlayışının biçimlenmesinde çok önemli rol oynamıştır. Ortaya çıkan bu etik anlayış, sosyo-ekonomik gelişmeleri gereklilik açısından ele almaya neden olmuş, sömürgecilik bile bu gerekçe ile haklılaştırılmış ve geçerlilik kazanmıştır.
Yine bu dönemde, Darvin’in doğal ayıklanma tezinin toplumbilimlerine uygulanması ile “Toplumsal Darvinizm” doğmuş, sonuç olarak, yalnız çevrenin, doğal değerlerin, yer altı ve yerüstü zenginliklerin değil, aynı zamanda insanın insanı sömürmesinin de doğal karşıladığı bir anlayış gelişmiştir. Bu anlayışın doğal bir etkisi bu dönem için, vahşi kapitalist gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. Diğer söyleyişle, çevrenin ve doğanın sonucu ne olursa olsun işletilmesini, doğanın zenginliklerinin yok edilmesi bir zorunluluk olarak algılanmış, klasik iktisat kuramı da bu olgu üzerine kurulmuştu. Yani, temel çevresel değerler “hava, su gibi serbest maldır ve dolayısıyla üretim sürecinde hiçbir değeri yoktur.” Özellikle XIX. Yüzyıl, bilimin ve teknolojinin hızla ilerlediği ve insanın kendisine çevreyi denetleyebilen tek güç saydığı bir dönem olmuştur. Bu gelişmelerin doğal bir sonucu olarak, çevre geçmişe oranla daha çok tahrip edilmiştir.
Endüstri üretimi, yeni bir üretim tekniği ve örgütlenme olarak toplumun etkilemeye başlamış, gereksinim duyduğu işgücü, mal ve sermaye akını fizik ve toplumsal mekan üzerinde yeni bir örgütlenmeye yol açmış ve endüstri kentleri ortaya çıkmıştır. Endüstri devrimi nitelik, nicelik ve ölçek değişikliklerine yol açmış; üretim miktarı, kullanılan hammadde miktarı ve üretim sürecinde çevreye bırakılan zararlı madde miktarı öncekilerle kıyaslanmayacak kadar artmıştır.
Çevresel olarak endüstrileşme, doğal kaynakların sömürülmesi temeline dayanır. Endüstriyel toplumun insan çevre ilişkisindeki yaşamsal değişim, ucuz fosil yakıtların endüstriyel üretimde kullanılmasıdır. Fosil yakıt kullanımı doğal kaynakların daha yaygın ve yoğun olarak sömürülmesine, daha fazla kirliliğe ve daha büyük çevresel felaketlere yol açtı. Fosil yakıt kullanımının bazı önemli sonuçları arasında su ve hava kirliliği, asit yağmurları ve küresel ısınma sayılabilir. Bu bağlamda endüstrileşme insan türünün diğer canlı türleri üzerindeki egemenliğini arttırmış, nadir canlı türlerinin ve doğal çevrenin tahrip edilmesini endüstrileşme ve endüstriyel üretim için kabul edilebilir koşullar olmuştur (aktaran: Tuna, 2000; 67).
Sonuç olarak endüstri kenti, barındırdığı nüfus açısından tarihin en kalabalık kenti olmuş ve aşırı nüfus yığılmaları çevreyi bozucu etkiler yaratmıştır (Keleş, Hamamcı, 1997;33).
Otoritelerin belirttiği gibi endüstrileşme ve kentleşme, çevre sorunlarının ortaya çıkışında iki temel etken olarak görülmektedir. Doğal olarak çevrenin tahribi sadece bu döneme özgü bir olgu değildir. Fakat, her iki olgu; çevrenin uğradığı bozulmaları, tahribatı bir soruna dönüştürmüş, insan-çevre dengesini olumsuz yönde etkileyerek günümüz insanı ile doğanın arasını açmıştır.
Bu bağlamda (Giddens,1998; 23- 24) ‘da risk kavramı üzerinde durmakta, “dışsal/ doğal ve imal edilmiş risk” (manufactured risks) ayrımı yaparak, deprem, sel gibi doğal risklerin yerini, insanın bilimsel ve teknolojik gelişiminin ürünü risklerin aldığına işaret ederek; geleceğini dine, geleneğe ve doğanın azizliklerine bırakmak yerine kendisini tayin etmek isteyen, değişme eğilimli toplumların, risklere daha duyarlı olacağını, böylelikle de risklerin pozitif bir işlev görebileceğini savunmaktadır.
Bütün bu gelişmelerin sonucu insan çevresi ile ilgilenmeye, çevreyi korumaya ve iyileştirmeye başlamıştır. Diğer bir değişle, insan bozulmasına kendisinin neden olduğu insan-doğa ilişkilerindeki dengenin yeniden kurulmasına çalışmaktadır. Ancak, insanın çevresi ile uyum sağlama girişimi, başta sürekli artan insan nüfusu, nüfusun biyolojik gereksinimlerinin karşılanması ve ekonomik etkinliklerinin sürdürülebilmesi gibi nedenlerle başarıya ulaşmamakta, sorunun boyutu ve ağırlığı artmaktadır.
* Yrd. Doç. Dr. A. Ü. Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Sosyoloji Bölümü
Kaynakça:
Keleş, Ruşen ve Can Hamamcı (1997) Çevrebilim, Ankara
Tuna, M. (2000) “İnsan Çevre İlişkilerinin Tarihsel Evrimi ve Modern Çevreciliğin Doğuşu” Sosyoloji Araştırmaları DergisiVol: 3, Sayı: 1- 2, s: 67
Giddens, A. (1998) “Risk Society: The Contex of British Politics”, in The Politics of Risk Society (der. Jane Franklin). Cambridge: Polity.
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024