Yirmibirinci yüzyılın insanları olarak, sanki insanlığın bütün karanlık dehlizlerine yolculuk yapıyoruz. Gün be gün farkındalığımızı yitirerek insanlıktan çıkış hali yaşıyoruz. İnsanlığın tekinsiz bir evresindeyiz… İnsanlığın bu tekinsiz evresinde en çok evrensel insan haklarının değerlerini kaybediyoruz.
Teknoloji inanılmaz bir hızla ilerlerken, insanlığın tarihin kanlı tünellerinde, kötülüğün sıradanlaştığı zamanlardan çıkardığı derslerden edindiği etik anlayışı, günümüzde tekrar zorlu bir sınavdan geçiyor. Bir yanda gelişen teknolojinin hızına yetişmeye çalışırken, diğer yanda karşımıza çıkan bu devasa teknolojik yenilikleri anlamaya, öğrenmeye çalışıyoruz. Malum çağımız hız çağı aynı zamanda.. Hızlı olmak her şeye yetişmek “zorundayız.” Bu zorundalığın bir dayatma olduğunu sorgulamadan hıza yetişmek… Bu hıza yetişmeye çalışırken, hep bir hayatı ıskalama korkusu… Tam o esnada kişisel gelişimciler koşuyor yardıma. Bu defa kişisel gelişimcilerin öğütlerinde kulaç atarak yol almaya çalıyor günümüz insanı.
Yapay zekadan Mars’ta kurulacak koloniye, hayatımızda daha fazla yer edinen robotlardan son model akıllı telefonlara… Hepsini aynı anda kavramaya çalışırken, doğadan, insandan uzaklaşıyoruz. Teknoloji bir yanda hayatımızı kolaylaştırırken diğer yanda bir sirk haline dönüşüyor. Bu teknoloji sirkinin içinde her şey normalleşmeye başlıyor.
Bu yüksek teknoloji çağında parçalarını kaybetmiş bir puzzle gibi insanlık. Ulaşımın kolaylaştığı bu çağda ulaşamadığı şeyler var insanlığın. Ve ulaşmaya çalışırken yitirdiği şeyler… Savaşlar, ekonomik krizler, kitlesel göçlerin orta yerinde can çekişen evrensel insani haklar…
Akdeniz sularının dalgalarına göçmen cesetleri karışırken, bu insanlık trajedisinin ortasında göçmen krizi tartışılıyor. Devletler, kitlesel göçleri güvenlik önlemleriyle engellemeye çalışırken başka bir trajediye tanıklık ediyoruz. Bu trajediler o kadar çok tekerrür ediyor ki alışıyoruz. Bu tarihsel tanıklık bir kanıksamaya dönüşürken, bu kanıksamanın ortasında utanma duygumuzu yitirmeye başlıyoruz. Kitlesel olarak utanma duygumuzu yitirmeye başladığımızda, tarihe insanlık utancı olarak geçecek olaylar, sıradanlaşmaya başlıyor. Bu sıradanlaşma hali ise tepkisizliği doğuruyor.
Oysa ondokuzuncu yüzyılda yaşanan olayları, toplumsal hafızamızda diri tutup nasıl da tartşıyoruz. Nasıl da tepkiler veriyoruz! Sonra şaşırıyoruz ve soruyoruz : Hitler döneminde kitleler nasıl bu kadar kolay kabullenmişler kötülüğün sıradanlaşmasını?
Kötülüğün sıradanlaşması kitlesel bir kabul sonrası başlıyor ve normalleşiyor. Akdeniz’de batan mülteci botları artık günlük hayatımızın bir parçası haline geldi. O mülteci botlarında nice hayatlar savrulurken, biz öylece seyrediyoruz… Malum bu muhteşem teknoloji çağında her şeyi seyredebiliyoruz. Ve en çok da seyretmeye alışıyoruz.
Şimdi nereden çıktı bunca soru ve sorgulama. Kitlesel göçler ve göçmen krizleri çözülemediği gibi artık başka bir boyut almaya başladı. İngiltere’de sığınmacılar için kullanılmak üzere Portland Adası’ndaki dev gemi Bibby Stockholm’dan bahsediyorum. İnsan hakları örgütleri tarafından “yüzen hapishane” olarak tanımlanan bu gemi tüm insanlığın adeta suratına çarpıyor. Portland Adası’na demirlenmiş bir geminin üzerine inşa edilmiş bir hapishane! Neyin cezası bu? Muhtemelen, sığınmacı adaylarına, göç yollarına düşenlere caydırma amaçlı ibretlik bir uygulama. Hepimizin sorgulaması gerekmez mi? Bu kanıksama haline bir dur demezsek Bibby Stockholm gemisinden beterleri de çıkacak karşımıza. Biz hala ondokuzuncu yüzyılın insanlarını ve toplumlarını sorgularken, bugünlere bakan bizden sonraki nesiller ise yirmibirinci yüzyıl insanını ve toplumlarını aynı şekilde sorgulayacak muhtemelen.
Gündüz Vasaf’ın “Cehenneme Övgü” kitabından aşağıda paylaşacağım alıntı, neden böyle bir sorgulamaya ihtiyacımızın olduğunu daha net ortaya koyuyor.
“Aydınlar, Üçüncü Reich’ı ve Almanya’daki Nasyonal Sosyalizm’i, insan toplumunun bir sapkınlığı olarak göstermekten hoşlanırlar. Birçokları, bunun gerçekten bir kolektif cinnet olduğunda birleşir. Çünkü bu, bir eşkıya çetesinin ya da bir ülkenin başına geçmiş tek bir delinin işi değildir. Bu daha ziyade, halkın (işçilerin, aydınların, kadınların, gençlerin, yaşlıların) paylaştığı ortak bir cinnet olayıdır. Bunun, tarihte, belirli bir yerdeki belirli bir halka özgü bir olay olduğunu düşünecek kadar akılsız olabilir miyiz? Ama öyleyiz. Çünkü, kendi inançlarımızdaki, davranışlarımızda-ki ve tarihimizdeki kolektif çılgınlığın farkına varamıyoruz.”
Düşünün bir sonraki yüzyılın insanları, “nasıl yani göçmenler için yüzen hapishaneler mi kurmuşlar? Kimse tepki göstermemiş mi?” diyebilirler. Tabi teknoloji bu kadar ilerlerken bir sonraki yüzyılın insanları nasıl bir duygulanım halinde olur, kestirmek zor. Lakin dünya paylaşım savaşlarından sonra bile insanlık evrensel insan haklarına, etik değerlere ihtiyaç duymuştur. Günümüzde dünya paylaşım savaşları bölgesel savaşlar üzerinden yürütülüyor. Suriye ve Ukrayna’ da yaşanan insanlık trajedileri toplumsal hafızamızdan kolay silinmeyecektir.
Elbette insanlık tarihi savaşlar tarihidir diyebilirsiniz. Ki haklısınız. Savaşların olmadığı bir dünya şu an bir ütopyadan ibaret. Ve bu başka bir tartışmanın konusu.
Göçmen krizinin temel nedenlerinden biri savaşlar değil mi? Bölgesel savaşların yol açtığı yoksulluk, ekonomik krizler sonucu insanlar ülkelerini terk ediyor. O halde göçmen krizini bu savaşlardan ve savaşların yol açtığı yoksulluktan, ekonomik krizlerden bağımsız tartışabilir miyiz?
Bir de kitlesel göçler sonucu yaşanan entegrasyon sorunları, kültürel uyuşmazlıklar, demografik yapının değişmesi sorunu var. Oldukça netameli bir konu.
Göçmen krizinin insan haklarını temel alan çözümler içermesi için bu kanıksama halinden kurtulmamız gerektiği aşikar. Bizim toplumlar olarak, birey olarak, tepkisizliğin edilgenliğinden çıkıp eleştirinin etkin gücünü kuşanarak dünyanın özneleri olan yurttaşlık bilinciyle hareket etme sorumluluğumuz var. Kendimizi bu sorumluluk bilincinden muaf tutamayız.
- Puslu Havada “Etki Ajanlığı” Yasası - 2 Kasım 2024
- Bahçemizi Yetiştirelim - 12 Ekim 2024
- Toplumsal Yozlaşma - 22 Eylül 2024