Yazımızın ilk bölümünde Adnan Hocacıların, “ateizm” ve “Darwinizm” eleştirisi özelinde; daha çok doğadaki “akıllı tasarım” ve “yaratılış” başta olmak üzere hararetle savundukları görüşlerini ortaya koydukları 2003 yapımı “Ateist Felsefenin Çöküşü” adlı belgeselin deşifresini noktasına virgülüne dokunmadan vermiştik.
Yorumsuz olarak verdiğimiz belgesel, Bediüzzaman Said Nursi ekolünden gelen Adnan Oktar’ın Harun Yahya müstear adıyla yazdığı eserlerinden faydalanılarak Adnan Oktar’ın müritleri tarafından 2003 yılında hazırlanmış.
İçeriğinden de anlaşılacağı üzere, özgün bir çalışmadan çok, Batılı kaynaklardan direk yapılmış bir çeviri izlenimi verse de, dindar çevrelerin bilim ve felsefeye bakış açılarını göstermesi açısından önemli ve bu yüzden de her kesimin izlemesini salık veririm.
Elbette belgeselde katılmadığımız noktalar olduğu gibi, katıldığımız noktalar da var. Öncelikle Adnan Oktar’a hakkını teslim etmek gerekir: Tanrı’nın varlığının ispatı, evrim teorisinin çürütülmesi, ateizm, Yahudilik ve Masonluk, mehdi ve altın çağ, kıyamet alametleri gibi konularda eline kimse su dökemez.
Adnan Oktar, kimi konularda içine düştüğü kısır döngüye ve hakkında ileri sürülen çeşitli suçlamalara rağmen, bugüne kadar gerçeği arayan bir bilge adam kimliğini hep korudu. Sözünü ettiğimiz kısır döngüyü; kıyametin kopmasına az bir zaman kaldığı -ki bunu kıyamet alametlerinden anlıyoruz- ve kıyamet alametlerinden Deccal’ın Mehdi-İsa işbirliğiyle öldürülmesinden sonra, müjdelenen İslam’ın “altın çağı”nın geleceği inancı/takıntısı şeklinde özetlemek mümkün.
Bu senaryonun mantıksal delillerini yaratmak için Adnan Oktar’ın yapmayacağı şey yok gibidir. Örneğin 80’li yılların ikinci yarısında AIDS virüsünü kıyamet alametlerinden “Dabbetül Arz” olarak ilan etti (Harun Yahya, AIDS Kur’an’da Bahsi Geçen Dabbet-ül Arz mı?, Devlet Yayın ve Dağıtım, İstanbul 1987). O dönemin konjonktürüne uygun olan bu keşfini son zamanlarda revize etse de (Yeni Dabbetül Arz: Bilgisayar) her konjonktürde değişmeyen tek bir gerçek var, o da mehdinin kim olduğu gerçeği: Adnan Oktar. Ancak bu konuda da “Fethullah Gülen” ve “Recep Tayyip Erdoğan” gibi dişli rakipleri olduğunu hatırlatmak isteriz.
Belgeselden edindiğim genel kanı, ateistlerin bir “pislik” olarak algılandığı dindar kesimlerce.
“Ey iman edenler! Müşrikler ancak bir pisliktir. Onun için bu yıllarından sonra Mescid-i Haram’a yaklaşmasınlar. Eğer yoksulluktan korkarsanız, (biliniz ki) Allah dilerse sizi kendi lütfundan zengin edecektir. Şüphesz Allah iyi bilendir, hikmet sahibidir.” (Tevbe Suresi, Ayet: 28)
Oysa dönüp bakılması ve üzerinde düşünülmesi gereken asıl şey ateizm, Darwinizm değil bu sakat zihniyettir. Neredeyse bin dört yüz yıldır dünyayı kana bulayan bu bencil, evrensellikten ve bilimsel etikten uzak, ilkel zihniyet; kendisi gibi düşünmeyen insanlara dünyada cehennemi yaşatmakla kalmamış öteki dünyadaki cenneti bile çok görmüştür.
Belgeselde bir “pislik” gibi gösterilmekten kendini kurtaramayanlardan biri olan sevgili Charles Darwin, “Canlılar nasıl oluştu?” sorusuna yanıt arayan zamanının değerli bir bilim insanıdır.
Bazılarının yaptığı gibi yattığı yerden hazır bilgiyi çalmamış, aksine üretmek için çürük yumurta kokulu, loş laboratuvarlarda ömür çürütmüş alın teri dökmüştür. Ortaya attığı evrim teorisine, 19. yüzyılın kısıtlı imkânlarıyla yaptığı bilimsel deneyler ve gözlemler sonucunda ulaşmıştır.
Bu teoreme karşı olanların yapması gereken tek şey, tıpkı Darwin’in yaptığı gibi, kolları sıvayıp loş laboratuvarlarda evrim teorisini bilimsel yöntemlerle çürütmeye çalışmak olmalıdır.
Sovyet Rusyası’nda çöken şeyin “komünizm” değil, “ateizm” olduğu tespitine aynen katılıyorum ve ekleyecek de bir şeyim de yok.
Keza Karl Marx’ın ortaya attığı komünizm, ekonomik bir modeldir; evrim teorisinin çürümesiyle değil, ekonomistlerin akademik platformda ortaya atacakları karşıt tezlerle çürütülebilir ancak.
Komünizmin aşılmasını, “komünizmin bu ülkenin hayrına olduğuna inanan” biri olarak en başta ben isterim.
Gerçek komünistler, Karl Marx’ın Komünist Parti Manifestosu veya Das Kapital gibi eserlerini solun dayandığı kutsal metinlerimiz olarak değil, sadece “daha iyisi yapılana kadar en iyisi” olarak görürler. Bu eserler için, ekonomi konusunda söylenmiş “son sözler” demek zaten solun amentüsü diyebileceğimiz diyalektik yasasına da aykırıdır.
Karl Marx’ın, Das Kapital isimli kitabının 1. cildini Charles Darwin’e ithaf edip bazı mektuplarında “evrim teorisi, komünizmin doğa bilimlerindeki temelini oluşturuyor” demesini anlayışla karşılamak gerekir. Nasıl ki, teologlar “Big Bang” teorisini yaratılış düşüncesine delil olarak gösteriyorlarsa, Karl Marx da benzeri bir şey yapmıştır.
Belgeselde insanlığın en büyük düşmanı (!) gibi gösterilen komünizm çöktü, ama artı değer sömürüsü ve gelir dağılımı adaletsizliği artarak sürüyor.
Günde sekiz saat çalışma hakkı, sigortalı çalışma hakkı, bir sendikada örgütlenme hakkı, tatil hakkı, emeklilik ikramiyesi, işten çıkarma tazminatı, maaş ikramiyesi; giysi, yakacak, kira ve yol yardımı… Ve daha sayamadığımız, pislik (!) komünizm çöktüğü için şimdi bir bir geri alınan, daha pek çok hak, o beğenmediğiniz “Sakallı Testis”in çaktığı kıvılcımla ateşlenen işçilerin yıllar içinde verdikleri emek mücadelesi sayesinde kazanılmıştır.
Dinsel doğmaları; fizik, kimya ve biyoloji gibi pozitif bilimlerle açıklamaya çalışmak her zaman istenen sonucu vermeyebilir. Bunu ilk fark edenlerden biri de İslam âlimi İmam Gazali’dir.
“Akıl[cılık], insanı küfre götürür.” (İmam Gazali, El-Münkizü Mined-dalal (Dalaletten Hidayete), 1008)
Bilim ve dinin araştırma metotları ve bilgi kaynakları birbirinden tamamen farklıdır ve bu yüzden yarıştırmak doğru değildir. Pozitif bilimler deney ve gözleme dayanırken, dinin bilgi kaynakları ise, “vahiy”, “rivayetler” ve “rüya” gibi sübjektif kaynaklardır.
Bilime görev alanı dışında farklı anlamlar ve görevler yüklemek kanımca yanlış olur. Örneğin, “Tanrı” konusu fiziğin ya da biyolojinin bir konusu olamaz. Ne yani, fizik eline deney tüplerini alsın, laboratuarda Tanrı’yı buharlaştırıp gaz haline getirdikten sonra öz kütlesini mi hesaplasın? “Tanrı” gibi soyut ve dinsel kavramlar, felsefenin ilgi alanına bırakılmalıdır.
“Evrenin merkezinde kim var?” sorusunu yukarıdaki belgesel, “insan” şeklinde yanıtlıyor. Fakat bu da diğerleri gibi acele verilmiş bir cevap gibi sanki… Çünkü Dünya’nın da içinde yer aldığı Güneş sistemi, milyarlarca galaksinin yer aldığı evrende sadece bir nokta kadar yer tutuyor.
Bu kadar büyük bir evrende tek başımıza olduğumuzu söylemek, hatta evrendeki her şeyin bizim hizmetimize verilmiş olduğunu iddia etmek; biz evrenin yaramaz çocuğu insanoğlunun bencilliğinden başka bir şey olmasa gerek.
Evrendeki başka gezegenlerde de yaşam olabileceği gibi, buralarda da bizden daha zeki (ufo/uzaylı benzeri) yaratıklar olabilir.
Daha açık bir ifadeyle: Evrende bizim dışımızda kendi nesnelliği içinde, bekli de bizim algılamayacağımız boyutlarda farklı paralel yaşamlar olabilir.
Belgeselde savunulan, doğa ve içindeki canlı-cansız varlıkların sonsuz bir güç ve akıl sahibi (Tanrı) tarafından bilinçli bir şekilde, tasarlanarak yaratıldığı, fikrine ben de katılıyorum.
Özellikle canlılardaki kulak, göz, akciğer, kanat gibi kompleks organların mutasyonlar gibi çoğunlukla canlıya zarara veren genetik bozukluklara dayalı uzun bir süreç sonunda tesadüfen oluştuğunu iddia etmek tam anlamıyla bir saçmalık gerçekten. Bir hücrenin meydana gelmesi için gereken şartlar, asla rastlantılarla açıklanamayacak kadar fazladır. Hücre çekirdeğinde yer alan ve genetik bilgiyi saklayan DNA molekülünün içerdiği bilgi eğer kâğıda döküleydi, 500’er sayfadan oluşan 900 ciltlik bir kütüphane oluşurdu. Üstelik DNA’nın tesadüfen oluşması ihtimali matematiksel olarak da neredeyse sıfır. Çünkü DNA yalnızca özelleşmiş proteinlerin (enzimlerin) (mRNA-tRNA) yardımı ile eşlenebilir. Ama bu enzimlerin (RNA) sentezi de yine ancak DNA’daki bilgiler doğrultusunda gerçekleşebilir. Yani bir DNA’nın eşlenebilmesi için her ikisinin (DNA-RNA) de aynı anda var olması gerekir ki, bu da imkânsızdır.
- Kuran kimin sözü? - 1 Aralık 2022
- Daha özgür metinlere - 20 Kasım 2022
- Eğitimde ‘etik’ sorunsalı - 11 Kasım 2022