28 Mayıs’ta Üniversitelerin Geleceği de Oylanıyor

Kampanya döneminde birçok önemli konudan söz edildi, videolar yayınlandı, sloganlar atıldı. Fazla gündeme gelmeyen konulardan biri de üniversiteler oldu. Bu konu ülkenin geleceğini, küresel çaptaki bilim ve teknoloji yarışındaki potansiyelini, dolayısıyla bütün toplumu, özellikle de gençleri ilgilendirdiği halde, gösterilen ilgi yurtlar ve YÖK ile ilişkili birkaç değinme ile sınırlı kaldı.

Bu ülkenin çok büyük ve çok önemli bir üniversite sorunu var. Bu sorun sadece YÖK’ü kaldırmak ve rektörlerin seçimle gelmesiyle de çözülmüş olmayacak. Üniversite kavramı Türkiye’de her zaman siyasete göre anlamlandırılmış ve yükseköğretim politikası da ona göre belirlenmiştir.

12 Eylül darbecileri üniversiteleri silahlı çatışmaların kaynağı olarak görmüş ve son derece merkeziyetçi bir sistem getirmişti. Amaç öğretim elemanlarını ve öğrencileri sıkı bir denetim ve disiplin altında tutmaktı. 1991 seçimlerinden sonra sistemde kapsamlı bir değişiklik yapılması gündeme gelmiş, çok tartışılmış, yasa tasarıları hazırlanmış, fakat sonuç alınamamıştı.

28 Şubat döneminde rektörlerin bir bölümü siyasete doğrudan etki yapma çabasına girişmişlerdir. 2002 seçimlerinden sonra ise AKP iktidarı YÖK sistemini daha da ağırlaştırarak uygulamaya başlamış ve üniversiteleri ele geçirilmesi gereken kaleler olarak görmüştür. Bu konuda epey başarı da kazanmıştır. Kendisi için başarı sayılan bu süreç üniversitelerin kısırlaşması ve Türkiye’nin üniversite kavramından uzaklaşması olmuştur.

FETÖ ayaklanması fırsat bilinerek, bu örgütle en ufak ilişkisi olmayan yüzlerce demokrat öğretim üyesi sorgusuz sualsiz meslekten çıkartılmıştır. Tümüyle hukuka ve üniversite özerkliğine aykırı bu davranış ülkemizin eğitim tarihinde bir kara lekedir.

Tek adam rejimine geçilmesi ile birlikte üniversiteler tamamen iktidara bağımlı kılınmış, dünyada eşi benzeri olmayan bir biçimde rektörlerin atanması ve görevden alınması tek kişinin iradesine bırakılmıştır. Bu dönemde Boğaziçi Üniversitesi’ni ele geçirmek amacıyla ağır bir kuşatma politikası başlatılmıştır.

Son olarak 2023’te yaşadıklarımız durumun ne kadar ciddi olduğunu göstermek açısından yeterlidir. 6 Şubat’ta yaşadığımız depremden sonra tüm ülkede online öğretime geçilmesi aslında gerekli olmayan bir adımdı. Tüm yükseköğretim programlarının (uygulamalı bazı alanlar dışında) online öğretime geçirilmesi, birçok yetersizlik ve sorun yaratması kaçınılmaz olan bir adımdı. Başka seçenekler vardı, fakat onlar hiç düşünülmedi ve tartışılmadı. Büyük kentlerin devlet yurtlarının depremzedeler için kullanılması gibi geçersiz bir gerekçe yaratıldı. Online öğretimde devam oranı beklenenin ve yüzyüze öğretimin çok altında kalmış, sınavlarda kopyada ise patlama yaşanmış, yükseköğretimde ciddi birk alite ve verimlilik kaybı yaşanmıştır.

Bu gerçekler ortada iken ve bahar dönemi sınavlarının yüzyüze yapılması beklenirken, YÖK 18 Mayıs’ta ilginç bir açıklama yaptı ve Yükseköğretim Yürütme Kurulu’nun 17 Mayıs günü yapılan toplantısında “bahar dönemi sınavlarının 1 Haziran’dan sonra yapılmasına karar” verildiğini duyurdu. İlginç olan kısım da şu, söz konusu cümleden sonra karardan bağımsız bir cümle geliyor: “Öte yandan Yükseköğretim Kurulu …pek çok ildeki üniversitelerin çevrim içi eğitim verilen programların sınavlarının çevrim içi yapılmasına yönelik kararını destekledi”. Yani YÖK bu konuda kendisinin bir kararı olmadığını, ama bu konuda inisyatif almış olan üniversitelerin kararını desteklediğini söylemiş oluyor. Bu garip ifadedeki “destek”in merkeziyetçi sistemde ne anlama geldiğini diğer rektörler tabii hemen anlıyorlar ve bahar sınavlarının çevrim içi yapılması kararları artıyor. Son derece gereksiz bir adım atılmış oluyor. Sonuçta bu yıl mezun olacak öğrenciler önce pandemi, sonra da deprem nedeniyle son derece yetersiz bir öğretimle mezun olacaklar. O gençlere de, tüm topluma da büyük bir haksızlık.

Bütün bu gelişmeler dünya yükseköğretim camiasında hayretle izleniyor. Türkiye üniversiteleri kan kaybediyor, parlak bazı akademisyenler yurtdışına gidiyor, yurtdışında doktora yapanlar Türkiye’ye dönmek yerine yurtdışında kalmayı tercih ediyor.

Türkiye akademik özgürlük ve kurumsal özerklik ile ilgili sıralamalarda en aşağılarda yer alıyor. Avrupa Üniversite Birliği’nin Mart ayında yayınlanan “Avrupa’da Üniversite Özerkliği IV” raporunda incelenen 32 ülke arasında Türkiye “Kurumsal Özerklik Sıralaması”nda sonda yer alıyor. İngiltere ve İskoçya’nın 100, Finlandiya’nın 93, Hollanda’nın 83 puan aldığı sıralamada Türkiye’nin puanı 39. Yunanistan 51, Romanya 54, Sırbistan 56 puana sahip. Bu tablo hiç de gurur duyulacak ya da kabullenilecek bir tablo değil.

Bugünkü iktidarın üniversiteye bakışıyla üniversitelerimizin daha iyi bir noktaya gelmesi olanaksız. Dolayısıyla 28 Mayıs günü verilecek oylar üniversitelerimizin geleceğini ve kaderini de belirleyecek.

Burhan ŞENATALAR
Latest posts by Burhan ŞENATALAR (see all)