Ya Hüsniye! Bir de sen anlat bize, Aleviler Şii’midir?

Kitabın kapağı sizi yanıltmasın. Sultan’ın huzurunda kurulmuş bir masanın etrafında oturmuş üç yaşlı adam ve onlara hitap eden genç bir kız. Başı açık olan bu kız, Hüsniye’dir. Masada karşısında oturan kişiler ise, 8. yüzyılın Bağdat’ında Sunni mezhebine bağlı alimlerdir. Bolca polemik içeren kitapta, bu alimler ve Hüsniye arasında çetin tartışmalar yapılacaktır. İlgimizi çekecek bir şekilde resimlendirilmiş kapak, haliyle, Aleviler ile bu kitap arasındaki ilişkiyi sorgulamak için de iyi bir fırsat sunmaktadır. Muhtemelen genç kuşaklar bu kitabın varlığından haberdar değildirler. Buna rağmen, yakın bir zaman öncesine kadar Alevilerin sahiplenerek okudukları eserler arasında ”Hüsniye” veya ”Tam Hüsniye” ile karşılaşabilirdiniz.(1)

Zor duruma düşmüş ”Hz. Muhammed ve onun Ehl-i Beyt’ini sevmekle tanınmış” yaşlı sahibini kurtarmak için, Hüsniye, zamanın bilgeleriyle ”İslami konularda ve ilimde” Harun Reşid’in huzurunda tartışmayı önermiştir. Tartışmadan başarıyla çıkarsa sahibine kendisini kurtaracak para verilecek, başarısız olduğu durumda ise alıkonulmayı kabul edecektir. Bu zor teklifi yapan Hüsniye’nin tek bir dayanağı vardır:  İmam Cafer-i Sadık’ın yanında yetişmiş olmak ve ondan aldığı bilgilerin mutlak üstünlüğüne olan inanç.

Hüsniye, tartışmaya açılan bütün başlıklarda karşıtlarına üstün gelecektir. Onun başarısı aynı zamanda taraftarı olduğu Şiiliğin haklılığını kanıtlamak için sunulmaktadır, çünkü ele alınan konular bir bütün olarak Şiilik (12 İmamcı) için önemli olan meseleleri içermektedir. Her ne kadar, hayır ve şerin kaynağı, kader ve aklın işlevi, mut’a nikahının caizliği gibi değişik temalar işlenmiş olunsa da, kitabın önemli bir

bölümü, peygamberin ölümünden sonra neden Hz. Ali’nin (ve sonraki İmamların) onun varisi ve Müslümanların meşru İmamı olduğu meselesine ayrılmıştır.

Hüsniye’yi Alevilik ve Şiilik tartışmaları bağlamında ilginç yapan şey zaten bu bölümdür. Peygamberin varisi kim olmalı sorusana verilen cevap başlangıçta olduğu gibi yalnızca politik bir tercih ile sınırlı kalsaydı, sonuca ulaşmak sorun olmayacaktı. Evet, Aleviler bütün Şiiler gibi Hz. Ali’nin velayetini kabul ederler. Dolayısıyla, Ali taraftarlığını ifade eden ”Alawi” veya ”Şia” nitelemeleri onları da kapsar. Bu önemli ortaklık kesinlikle hafife alınamaz; çünkü  her iki grup içinde dinsel tabakayı oluşturan kesimler, birbirlerinden çok farklı bir konumda dahi olsalar,  kendi meşruluklarını bu tercihle doğrudan ilişkilendirirler. Fakat bu güçlü ortak zemin, aynı zamanda, onlar arasındaki sorunlu ilişkilerin merkezinde de durmaktadır.

Hz. Ali taraftarlığının politik bir tercih olmaktan çıkıp, dinsel bir görünüm almaya başlaması 680 Kerbela vakasıyla başlamıştır. Bu trajik olay için sonraki yıllar Muharrem ayında düzenlenen anmalar, Şia taraftarlığının ilk ritüellerini oluşturmuştur. Şiiliğin temel prensiplerinin İmam Bakır ve İmam Cafer-i Sadık’la sekizinci yüzyılda nasıl şekil aldığına dair, R. Lalani’nin Early Shi’i

Thought: The Contribution of the Imam Muhammad al-Baqir (Erken Dönem Şii Düşüncesi: İmam Muhammed el-Bakır’ın Katkısı) adlı çalışması oldukça önemli bilgiler içerir. İmamların peygamber ile yakın kan bağlarının ötesinde sahip oldukları varsayılan ilahi ve ilmi özellikleri, bu öğretinin önemli bir ayağını oluşturur. Bu dönemde İmamet doktrini, ilahi ışık, kalıtsal bilgi, Kuran yanısıra hadisler hakkında çalışmalar ve nass gibi gelenekler ve kurallar benimsenmiştir.

Şiiliğin şekillenmesinde önemli ikinci evre ise 12. İmam Muhammed Mehdi’nin 874 yılında sır olmasıyla başlar. Kısa bir süre onun geri geleceği fikri benimsenir, fakat bu 941 tarihinden itibaren terk edilir ve Şiiler bundan sonra İmam’ın yokluğunda onun temsilcisinin kim(ler) olabileceği ve vasıflarının ne olması gerektiğine cevap aramak zorunda kalırlar. İşte bu dönemde Mehdi’yi temsil edebilecek kişilerde üç özellik olması gerektiği kabul görür: Kuran ve Hadislere mutlak hakimiyet ve aynı zamanda gerektiğinde akıl yürüterek (içtihad) sonuca varma kabiliyeti. Bilgi ve dini eğitimi esas alan Şiiliğin ulema tabakası da böylelikle biçim almaya başlayacaktır.

İşte Hüsniye’de tanıklık ettiğimiz birikim, bu Şii geleneğiyle bir bütün olarak örtüşmektedir. O konuların izahı ve sorulara verdiği cevaplarda her seferinde aynı yöntemi izler: Ayetlerden alıntı yapar, hadislerle bunu destekler ve ayrıca sıkı bir akıl yürütür.  Aleviler ile sorunda burada başlamaktadır. Muhakkak ki, Hz. Ali ve sonraki İmamların haklılığı Aleviler için oldukça temel bir meseledir, fakat onlar bunu izah ederken Hüsniye gibi yoğun bir Kuran ve hadis referansı yapmazlar. En azından 20. yüzyıldaki Aleviler için durum budur. Onların tercihleri daha çok batini menşeli anlatılarla ifade edilmektedir. Kuran’dan alıntılar ve hadis referanslarına başvurulduğu yerde de (Miraç, Gadir-i Hum ve 73. fırka konularında olduğu gibi), kendi yorumlarını katmaktan geri durmazlar. Yine de, Alevilerin, örneğin 19. yüzyıl ve öncesinde, Hüsniye’de tanıklık ettiğimiz gibi, Kuran ve hadis geleneğine daha vakıf oldukları ve bu bilgilerini 20. yüzyılda kaybettiklerini de hesaba katmak gerekir.

Tarihsel veriler, Aleviler’deki Hz. Ali yaklaşımının en az 12 İmamcı Şiilik kadar bir geçmişi olduğuna işaret etmektedir. Peygamberin ölümü sonrası Hz. Ali çevresinde tutkun bir kitlenin olduğu ve onun hakkında, özellikle güney Irak bölgesinde, ‘aşırı’ (Ghulat) fikirlerin erken dönemde geliştiği bilinmektedir. Hz. Ali’ye olan bağlılıklarıyla tanınan bu gruplar da, tıpkı 12 İmamcı Şiilik’te olduğu gibi, 10. yüzyıldan itibaren kendi örgütlülüklerini geliştireceklerdir. Onların devamcıları olarak günümüze kadar ulaşan İsmaili, Dürzü ve Nusayri gibi oluşumların hepsinde ortak özellik, kendilerine ait bir kozmoloji yorumu ve  bununla ilişkili ruhban tabakasının varlığıdır. Öyleyse, Alevilerin kabul ettikleri Hz. Ali yaklaşımı ve onlara yön veren dinsel tabaka için 12 İmamcı Şiilikle köken birliği aramak gerekli olmayabilir. Bu yüzden, Hüsniye’de yapılan tartışmalar bir yere kadar Alevileri etkileyebilir.

Bu sorunlu durumun izahı için Hüsniye’nin Alevi kitaplığına nasıl girdiğine de bakmak gerekmektedir. Aslında eserin onlarla buluşma tarihi o kadar da eski değildir. Fatih Usluer ve Sıdıka Demirsöz’ün ‘Risale-i Hüsniye’ (Alevilik Araştırmaları Dergisi, no 2:4 (2012), 67-122) adlı makalelerinden öğrendiğimzi kadarıyla aslı Arapça olan bu kitap – 11-12. yüzyllarda yazılmış olduğu kabul edilir, 1576 yılında Safavi Şah Tahmasb adına Farsça’ya çevrilmiştir. Osmanlıca ilk baskısı ise 1857 yılında Farsça eser esas alınarak yapılmıştır. Kitabın  Aleviler arasında yaygınlaşması 1950’lerden itibaren yapılan Latin harfli farklı baskılar aracılığıyla gerçekleşmiştir. Osmanlıca -ve hatta Farsça- kopyalarının Alevilerin eline daha erken dönem geçmiş olabileceğini de ihtimal dışında tutmamak gerekir.

Kitabın bir nevi Safaviler üzerinden Alevilere ulaşması çok da şaşırtıcı değildir.  Çünkü, nasıl ki, genel olarak Şiilik ve Alevilik arası tarihsel ilişkiler için Hz. Ali başlangıç olduğu kadar ayrışıma da işaret ediyorsa, daha özel bir alanda aynı karmaşayı yansıtan ikinci bir isim ise, Safavi devletinin kurucusu Şah İsmail’dir. Alevilerin önemli bir bölümü için Anadolu’da Aleviliğin oluşumunda kilit bir isim olarak anılan Şah İsmail, ne gariptir ki, ayn zamanda İran’da 12 İmamcı Şiiliğin devlet dini olmasını karar alan kişidir. Bu karar sonrası Safaviler, Irak ve Lübnan’dan getirilen Şii ulemayla İran’ı büyük oranda Şiileştirmeyi başaracaklardır. Bunun, yanlızca Sunniliğin İran topraklarında gerilemesiyle değil, bir o kadar da farklı Alici ve mistik akımların önemli oranda etkisizleştirilmesiyle mümkün olduğunu Kathryn Babayan’ın The Waning of the Qizilbash (Kızılbaşın Yokoluşu) adlı çalışmasından öğreniyoruz.

Buna rağmen, Safavilerin icraatları Anadolu’daki Aleviler tarafından bir bütün olarak hatırlanmaz. Onlarda öne çıkan isim Hatayi mahlasıyla nefesler yazmış Şah İsmail’dir, ki kimi Alevi grupları için onun yazdıkları cem ayinlerinin baş tacıdır. Safaviler, henüz erken dönemde dinsel tercihlerini farklı yönde yapmış olsalar da, Anadolu Kızılbaşlarına olan ilgilerinin devam ettiğini gösteren en önemli veri, 16. yüzyıldan itibaren gönderilen Buyruk isimli kitaplardır. Aleviliğin öğreti kitabı olarak kabul edilen Buyruklar, Şii ve tasavvufi geleneklerin bir buluşması olarak görülebilir (bkz. Doğan Kaplan, Yazılı Kaynaklarına Göre Alevilik, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2010). Bu ilginç bir durumdur, çünkü İran’da inşa edilecek Şiilik tasavvufi akımlara karşı tutumuyla bilinir. Bu tespit, Buyrukların oluşumunda Anadolu’da etkili olan dinsel geleneklerin hesaba katıldığı fikrini desteklemektedir. Buna rağmen, Buyrukların Aleviler tarafından birebir kabul edilip uygulandığını söylemek de doğru değildir. Yakın bir zamana kadar Aleviler Buyruklar’da olmayan veya onunla uyuşmayan birçok geleneği sürdürmekteydiler.

Hem Buyruk, hem de Hüsniye gibi aynı kaynaktan gelen kitapları okurken, şu soru es geçilemez: Anadolu Alevileri 16. yüzyıldan itibaren sürdürülen çabalara rağmen ne ölçüde 12. İmamcı Şii geleneğinden etkilenmişlerdir? Şiiliğin en önemli ritüellerinden biri olan Muharrem törenleriyle Anadolu Alevilerinin yaşattıkları Muharrem Orucu geleneğinin bir hayli farklı oluşu bile, bu sorunun önemini gösterir. Ayrıca, Anadolu ‘da Alevi geleneklerinin biçim aldığı süreçte, 12 İmamcı Şiilikten daha çok, Osmanlı toplumunda etkin olan dinsel pratikleri hesaba katmak gerekmektedir; çünkü Alevilik içerisinde tasavvufi kavramların belirginliği, bu yönde düşünmemizi mecbur kılmaktadır.

Safaviler sonrası İran hükümdarları Anadolu’daki Aleviliği etkilemek için girişimlere devam etmişler midir? Bunu detsekleyecek hiçbir veri yoktur. Dayanağı olmasa da, 1857 yılında çevirisi yapılan Hüsniye kitabı belki bu çabaların uzantısında görülebilir.  Yine de, şimdilerde bazı Aleviler tarafından tedirginlikle ifade edildiği gibi, Alevileri Şiileştirme ”girişimlerinin” tarihsel yönü görmezlikten gelinemez. Meselenin pek de uzun bir geçmişi olduğu ve iki grup arasında karşılıklı bir ilginin olabileceği unutulmamalıdır. Hüsniye, bu ilginin 19. yüzyılda ifade edilmiş ve Aleviler tarafından okunmaya değer görülmüş, fakat taklit edilmemiş bir örneğidir. Bunu ”güzellikte ve kibarlıkta eşsiz ve benzersiz olan” Hüsniye’nin (s. 10) sunduğu bilgiler de değiştirememiştir. Çünkü, en azından yakın bir zamana kadar, Hüsniye’nin tartışmaya açtığı konular hakkında, Alevilerin kendi birikimlerinden çıkarak verebilecekleri cevapları vardı.


(1) Burada, Can Yayınları tarafından Tam Hüsniye başlığı ile 1996 yılında İstanbul’da yapılmış 6. baskısı kullanılmıştır. Yalnız Hüsniye başlığı ile basılan kitaplarda, Alevilere yabancı fakat Şiilikte kabul gören müt’a nikahı gibi tartışma konuları dahil edilmemiştir. Hüsniye hakkında farklı değerlendirmeler mevcuttur. Bunlardan, Harun Yıldız’ın, Hüsniye’de Mezhebi Motifler (Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2014, sayı 36, ss. 5-30) adlı makalesi kitabın içeriğine dair toparlayıcı bilgiler içermektedir.)

Erdal GEZİK
Latest posts by Erdal GEZİK (see all)