Birkaç yıldır, bu içinde bulunduğumuz süreci ‘ağır çekimde tren kazası’ olarak tanımlıyordum. Öyle ki artık bu ‘tren katarları’ yoksulluk tüneline sokulmuş durumda.
Şimdi bilerek isteyerek geniş bir kitleyi yoksulluğa iten bir politika aracı seçilmiş durumda. Paramız TL’yi gözünün yaşına bakmadan feda eden bir politika…
Yaşadığımız krizi, hatalı, yanlış ya da sadece ekonomik reçetesi yanlış bir politikanın sonucu olarak görmek çok hatalı olur.
Türkiye son 3 yılda giderek ağır çekimde bir ödemeler dengesi sendromu içinde savruluyor. Cari açık küçülüyor evet; zira ülkeye gelen sermaye akımları zayıfladığı için büzülen bir finansman yapısı söz konusu.
Finansmanın iki ana omurgası var; biri uzun vadeli sermaye akımları, diğeri kısa vadeli sermaye akımları.
Uzun vadeli sermaye akımları, özellikle doğrudan yatırımlarda gayrimenkul harici bakıldığında net olarak sıfırda.
Bunun nedenlerinin başında ‘hatalı ekonomik reçete’ değil, hukuktan uzaklaşılması, yargının ülkeyi yönetenlerin siyasi baskısı altında olması geliyor. Yerleşik girişimciler, giderek daha fazla biçimde, Londra gibi dış merkezlerde şirket ya da girişimlerinin merkezini tesis edip, olası bir hukuksuzluğa karşı tahkim kalkanına sahip olmayı tercih ediyorlar. Yabancı yatırımcı ise düşük volümle ya da muhtemelen sadece kapasite artırımı gibi nedenlerle sermaye girişi sağlıyorlar. Ama sonuçta, gayrimenkul yatırımı için gelenler ayrıştırıldığında, giden-gelen neti sıfırda.
Elde kalan kısa vadeli sermaye akımlarının ise ana pusulası, Merkez Bankası’nın basiretli bir para politikasının olup olmadığı, enflasyon hedefi doğrultusunda ne yaptığına endeksli.
Burada da son 2 yılda dördüncü Merkez Bankası Başkanı’nın olduğu ve de para politikasının ‘sabah cenazede ağıt-akşama düğünde göbek havası’ ciddiyetsizliğine dönmesiyle kısa vadeli sermaye akımları da birkaç milyar doları geçmez oldu.
Neden belli; Merkez Bankası tarihinde olmadığı kadar siyasi müdahale ve tahakküm altında.
Enflasyon alıp başını giderken, Merkez Bankası faiz indiriyor, kur patlıyor; buna bahane de şu formülle ambalajlanıyor, “yüksek kur seviyesi ihracatı arttıracak, bu da cari açığı kapatacak, döviz bolluğu olacak, bu da TL’yi istikrara kavuşturacak, enflasyon da düşecek”.
Kimse kusura bakmasın, ülkenin kelli-felli iktisatçıları bu deli saçmasını ciddi ciddi tartışıyor. Bunun siyasi direktife kılıf yapıldığını, ekonomik bir mantığının olmadığı yüksek sesle konuşulmuyor.
Sorunun ekonomik bir sorun olduğu varsayımı ön planda hala.
Oysa siyasi bir yönetim krizinin ekonomik sonuçlarını yaşıyoruz.
Bunun müsebbibi de bizatihi Cumhurbaşkanı Erdoğan. Hani o yıllarda, 2001 krizini bir yönetim krizi olarak tanımlayan Erdoğan.
İşte bu yüzden, konu ekonomik bir reçeteyle düzelecek aşamayı çoktan geçti.
Bir tren kazasına ağır çekimde, hem de içinde bulunarak tanık oluyoruz. Paramız değer kaybederken, enflasyon ve geçim sıkıntısına terk edilen yoksul kesim, günden güne daha da yoksullaşıyor.
2015’e kadar görece ithal mallara karşı satın alma gücüne sahip olan orta sınıf, şimdi tamamen bu gücünü kaybetmiş halde. İthal herhangi bir elektronik, beyaz eşya, cep telefonu gibi malları satın alabilmek artık daha büyük fedakarlıklar gerektiriyor.
Konutta da benzer bir tablo ortaya çıkmaya başladı; TL’nin değer kaybının devam etmesiyle, artan inşaat birim maliyetleri yüzünden artık sıfır konut sahibi olmak da zorlaştı. İşte bu yüzdendir ki; 2020’deki bol kredi pompalamasında bile ikincil konut satışlarının payı zirveye çıktı. Bunu izleyen dönemde de çok doğal olarak, kiralarda patlamaya tanık olduk.
Bu örnekler ana sorun değil; sadece orta sınıfın kısmi refah unsuru olarak tanımlayabileceği mal ve varlık gruplarından ne kadar uzaklaştığını vurgulamak istedim.
Hani o ‘turpun büyüğü’ denilebilecek olgu; Türkiye’de sayıları 17 milyona yakın olan yoksulların geçim koşullarının daha zor bir tünele girmiş olmasıdır. Yoksulların daha yoksul bir çizgiye itilmesidir.
Kriz içindeki siyasi yapının getirdiği ekonomi politikasızlığın bir sonucu bu.
DİSK Araştırma Merkezi’nin 2019’da yayımladığı Asgari Ücret Raporu’nda, 2018 için asgari ücret civarında (+- yüzde 10) çalışanların oranı yüzde 57 olarak hesaplanıyordu. Hesaplama, SGK tarafından yayımlanan prim aralıkları esas alınarak yapılmıştı.
2020 Asgari Ücret Raporu’nda ise 2018 TÜİK Hane Halkı İşgücü Araştırması baz alınarak yapılan hesaplamada, 19.5 milyon ücretli çalışanın; yüzde 17’sinin asgari ücret altında ücret gelirinin olduğu, asgari ücret ve altındakilerin oranının ise yüzde 38.3 olduğu hesaplanıyordu.
Asgari ücret ve yüzde 20 fazlası ücret gelirine sahip çalışanların oranı ise yüzde 49.5 idi.
DİSK’in 2021 raporu, şuna dikkat çekiyor;
“2006 yılında asgari ücret ortalama ücretin yüzde 50’ler seviyesinde iken 2019’da yüzde 71 seviyesine çıktı. Ortalama ücretler asgari ücretten daha az arttı ve giderek daha fazla işçi asgari ücrete yakın düzeylerde ücretlerle çalışmak zorunda kaldı.”
Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin damgası burada da kendini gösteriyor. Kadınların Özel sektörde asgari ücret altında çalışma oranı genel olarak yüzde 21.7 iken, özel sektördeki kadın işçilerin yüzde 32.5’i asgari ücret altında ücretlerle çalıştırılıyordu.
Yoksullaşma sadece enflasyonla değil, istihdam verilerinde de var. Pandemi öncesini baz alalım, eylül 2019’da 28.4 milyon istihdam içinde eksik istihdamda sayılan kişi sayısı 355 bin kişi iken, yani her 1000 kişiden 12’si kısa çalışıp daha az gelir elde ederken, eylül 2021’de istihdam 30.1 milyona çıkarken eksik istihdamdakiler 1.2 milyona çıkmış. Yani 1000 kişinin 41’i.
Eksik istihdam, haftada 40 saatten az ama 1 saat bile çalışırsanız bu kategoride yer alıp istihdam içinde sayılıyorsunuz. Ama gelir tarafında düşük ya da az gelir elde ediyorsunuz. 2 yılda 844 bin kişi hiç de az değil. Az gelir, yoksullaşma demek.
TÜİK’in Hane halkı bütçe araştırmasının 2019 yılı sonuçlarına göre; en düşük gelir grubu olan birinci yüzde 20’lik grupta yer alan hane halkları, konut ve kira harcamalarına yüzde 31.2, gıda ve alkolsüz içecek harcamalarına yüzde 30,7 pay ayırdı. Oysa en yüksek yüzde 20’lik gelir grubunda bu paylar sırasıyla, yüzde 20.1 ve yüzde 15.3 olmuş.
2021 Ekim itibariyle son 12 ayda enflasyon, kira ve konutta yapılan harcamalarda yüzde 21, gıdada yüzde 27.8 oldu. Burada, TÜİK’in kira ölçümünü mevcut kiracıların gerçekleştirdiği ödemeleri baz alarak yaptığını, yeni kiralıkları ölçmediğini not düşelim.
Bu veriler henüz döviz kurundaki ilk dalganın bile etkisini tam içermiyor. Dolar kurunun 10 TL olduğu seviyede, yeni fiyat artışlarına tanık olacağız. Her ne kadar medyan enflasyon değeri son 2 ayda önden yüzde 22-23’lere fırlamış olsa da kasım ve aralık enflasyonu da muhtemelen TÜFE’yi 20’li basamaklara taşıyacak. Yine ne yazık ki önceden de bu satırlarda not düştüğüm iki olgu tam hızıyla yol alıyor; biri enflasyon-devalüasyon döngüsüne girmiş olduğumuz, diğeri de yüzde 20-30 bandındaki bir enflasyona demir attığımız.
Net olan şu: Enflasyon yoksulu vuruyor.
Yapılan çok açık; sözüm ona ‘ihracat artışı olacak, istihdam artacak, kaybedilen oylar yerine konacak’ ülküsüyle girilen yolda, enflasyon yükselip yoksulu daha yoksul, orta sınıfı yoksulluk sınırına iterken, bu sürece yeni ‘yakıt’ faiz indirimlerinin devam etmesi olacak.
Şuna hiç şüphe yok ki kasım ve aralık aylarında da 1’er puanlık faiz indirimleri yapılacak. “Madem TL’yi peşinen feda ettik, bari yaptığımıza değsin’ mantığı ile olasılıkla kurun geldiği seviyeye de bakmadan, politik iştahlı faiz indirimlerinden kaçınılmayacak.
Ne yazık ki ulusal paramız TL’nin gözünün yaşına bakmadan ülke yoksulluk tüneline doğru sürülüyor…
Kaynak: Ekonomi Alla Turca / Uğur Gürses
- ‘Arka kapıdan’ döviz satışının dönüşü - 22 Aralık 2021
- Ülke ‘yoksulluk tüneline’ sürülürken - 17 Kasım 2021
- 159 ton altın kayıp mı? - 6 Mayıs 2021