Türkiye’de neoliberal popülizm, otoriterleşme ve kriz

Neoliberal popülizmin gerilemesi, otoriterleşme ve kriz

Yukarıda ana hatlarıyla özetlediğim neoliberal popülizmin yerleşmesi Türki ye’deki siyasi mücadelenin yapısını değiştirmiştir. Finansallaşma ve emeğin eko nomik, siyasal ve kurumsal gücünün geriletilmesi neoliberal popülizmin kuru luşunda etkili oldukça, siyaset giderek daha fazla dikey sınıf mücadeleleri (emek ile sermaye) tarafından değil, yatay sınıf mücadeleleri (egemen sınıf içi) tarafından belirlenir hale gelmiştir (Akçay, 2018b). Bu süreç aynı zamanda 1990’lı yıllardaki siyasi istikrarsızlık ile 2000’lerdeki tek parti iktidarı arasındaki farkı da oluşturur. İlk dönemde var olan canlı bir emek hareketi, farklı hükümet formülasyonları tarafından uygulanmaya çalışılan IMF programlarına karşı durabilmiştir. Ancak emek hareketi 2000’lerde bir toplumsal güç olma özelliğini yitirmiş, kurulan otoriter emek rejimi ve piyasa ilişkileri çerçevesinde borçlandırılarak atomize edilmiştir. Konunun ironik olan yanı, bu otoriter emek rejiminin temellerinin, AKP’nin reformcu ve demokratikleştirici bir güç olarak görüldüğü ilk döneminde atılmış olmasıdır. Ancak örgütlü emek hareketinin tasfiye edilmesi sonucunda dikey sınıf mücadelelerinin deyim yerindeyse “askıya alınması”, bir başka ifadeyle bu mücadelelerin siyasi konjonktürü tayin edici gücünün azalması, siyasi çatışmanın egemen sınıf içinde yoğunlaşmasını beraberinde getirmiştir. Özellikle 2013’teki dönüm noktasından sonra egemen sınıf içi mücadeleler yoğunlaşmış ve sonunda 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi ve ardından gelen siyasi rejim değişimi ile sürmüştür. Özellikle 2013 sonrası süreçte siyasi rejim değişimi ile sonuçlanan otoriterleşme sürecinin temel dinamiği ekonomik büyümenin yavaşlaması, yani neoliberal popülizm stratejisinin tıkanmasıdır.[4] Başından itibaren bir büyüme koalisyonu olan AKP’nin ilk kez ekonomik yavaşlama ile karşılaştığı bu konjonktür, aynı zamanda AKP’nin sosyal koalisyonlar kurma kapasitesinin da daraldığı yıllar olmuştur. 2013 sonrası dönemde siyasi otoriterleşme ile birikim modeli krizi birbirini besleyerek ilerliyor.

2013 yılını bir dönüm noktası yapan, ABD merkez bankası FED’in ileride izleyeceği para politikası ile ilgili Mayıs 2013’te yaptığı açıklamadır. Dönemin FED Başkanı Ben Bernanke’ye (2013) göre, ABD ekonomisi 2008’deki büyük resesyonun etkilerini atlatmıştır ve ekonominin ısınması ihtimaline karşı faiz artışları yakında başlayacaktır. Fed’in bu açıklaması, aralarında Türkiye’nin de olduğu yükselen piyasa ekonomisi olarak kategorize edilen ülkelerden sermaye çıkışlarını tetiklemiştir. Böylelikle, 2008-2009 yılları arasındaki kesintiyi saymazsak 2000’lerin başından itibaren küresel ekonomide var olan bol ve ucuz likidite döneminin kapanması gündeme gelmiştir. Bu süreç sadece Türkiye açısından değil, aynı kategoride yer aldığı ülkeler açısından da önemli bir dönüm noktası haline gelmiştir. Zira 2013 yılı, aynı zamanda 2008 krizinin üçüncü aşa masının da başladığı yıldır. Buna göre ABD’de patlak veren büyük resesyon hızla Avrupa’da etkisini göstermiş ve krizin kapsama alanı genişlemiştir. Bu süreçte ABD ve Avrupa ekonomileri zorda iken yükselen piyasa ekonomilerindeki yüksek büyüme oranları, dünya ekonomisini sırtlamıştır. Ancak 2013’teki dönüm noktası sonrasında yükselen ekonomilerin düşüşü gözlenir (Akçay ve Güngen, 2019). Dolayısıyla küresel krizin üçüncü aşaması, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerde ekonomik yavaşlama sürecinin başlaması anlamına geliyor. İşte 2013 sonrasında oluşan bu düşük büyüme ortamı, neoliberal popülist modelin maddi temellerinin altını oymaya başlamıştır. Gezi Parkı protestoları, 1725 Aralık 2013’te AKP ile Gülen Cemaati arasındaki mücadelenin yoğunlaşması, 15 Temmuz 2016’daki başarısız darbe girişimi, 2017’de siyasi rejim değişimi için yapılan referandum ve nihayetinde 2018 yılındaki seçimler, 2013 sonrasındaki neoliberal popülizmin gerilemesi dönemine tekabül eder.

Neoliberal popülizmin gerileme dönemi üç önemli ekonomik darboğaz yaşanmış ve bunlardan sonuncusu 2018-2019 krizi ile sonuçlanmıştır (Akçay, 2018a). İlki 2013’te Gezi Parkı protestoları ve devlet içi iktidar mücadelesinin yoğunlaşması gibi siyasi risklerin artmasının, FED’in politika değişikliği ile birleşmesi sonucunda, yıl sonuna doğru TL’deki hızlı değersizleşme süreci ile başlamıştır. 2014’un başında TL üzerindeki baskı artarken, ekonomi yönetiminin aynı yıl bahar ayındaki yerel seçimler öncesinde bir faiz artışına yanaşmaması, sermaye çıkışlarını daha da hızlandırmıştır. Bu ortamda 27 Ocak 2014’te TCMB olağanüstü bir toplantı yaparak faizleri tek seferde % 4,5 artırmak zorunda kalmıştır (Akçay, 2014). Faiz artışı sonrasında gerçekleşmesi beklenen ekonomik yavaşlama, uluslararası sermaye hareketlerindeki kısmi toparlanma ile törpülenebilmiş ve sorunlar geleceğe ertelenebilmiştir.

İkinci önemli darboğaz, iktidar bloğu içerisindeki mücadelenin yoğunlaşması sonucunda gelen 15 Temmuz 2016’daki darbe girişimi sonrasında gerçekleşmiştir. Esasında gerek sanayi üretimi, gerekse batık kredi oranlarına bakıldığında ekonomik yavaşlama temmuz ayı öncesinden başlamıştır (Akçay, 2018d). Ancak temmuzdaki siyasi belirsizlik sonrasında uluslararası kredi değerlendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu düşürmeleri, sermaye girişlerini olumsuz etkilemiştir. Türkiye ekonomisi, 2016’nın üçüncü çeyreğinde, 2009’daki küresel krizden beri ilk kez ekonomik daralma yaşamıştır. Bu ortamda, 16 Nisan 2017’de yapılması planlanan siyasi rejim değişikliği hakkındaki anayasa referandumu öncesinde ekonomik büyümenin canlandırılması için üç ayaklı bir ekonomik strateji uygulamaya konulmuştur. Geniş kapsamlı vergi indirimleri ve borç yapılandırmaları stratejinin ilk iki ayağını oluştururken, Kredi Garanti Fonu sayesinde başlatılan devlet destekli kredi genişlemesi döngüsü, kısa süre de ekonomik büyümeyi canlandırmaya yetmiştir (Akçay, 2017b). Ancak Tem muz 2016’da ilan edilen Olağanüstü Hal’in devam etmesi ve siyasi belirsizlikle rin sürmesi nedeniyle TL üzerindeki değersizleşme baskısının yeniden artması üzerine 2017 yılında, bu sefer kademeli olarak faiz artışına gidilmiştir.

2013 sonrasında, neoliberal popülizmin gerilemesi sürecindeki üçüncü ekonomik darboğaz, Ağustos 2018’de bir döviz krizi biçimini alarak hızla bir resesyona dönüşmüştür. Şubat 2019 itibarıyla göründüğü şekliyle 2018-2019 krizinin üç aşaması vardır. Bunlardan ilki 2018 Ağustos’unda yaşanan döviz krizidir. 2018’in Ocak ile Ağustos ayları arasında TL’nin ABD dolarına karşı değer kaybı %40’ı geçmiştir (Akçay ve Güngen, 2018). TCMB, döviz krizi sonrasında TL’deki değersizleşmeyi durdurabilmek için şok bir faiz artışı yaparak politika faizini tek seferde 6,25 puan artırmıştır. Döviz krizi, ardından gelen faiz şoku ile birleştiğinde ortaya çıkan kredi çöküşü, Türkiye ekonomisini derin bir resesyona itmiştir. Krizin ikinci aşaması, ekonomi yönetiminin krizin kendisini olmasa da sonuçlarını görünmez kılma çabalarından oluşuyor. Bu süreçte enflasyonu düşürmek için ekonomi yönetimi tarafından başlatılan kampanyalara, fiyat artışı durdurulamayan soğan ve patates gibi ürünlerin fiyatlarının düşürülebilmesi için yapılan depo baskınları eşlik etmiştir. Bu sürecin son halkası ise Ocak 2019’da gıda fiyatlarındaki artışın durdurulamaması karşısında belediyelerce organize edilen ucuz sebze satış noktalarının kurulmasıdır. Krizin üçüncü aşamasının 31 Mart 2019’daki yerel seçimlerden sonra başlaması bekleniyor. Bunun nedeni, ekonomi yönetiminin, krizin ortaya çıkardığı maliyetin kimin üzerine yükleneceğine ya da hangi kesimlerin kurtarılacağına halen karar verememiş olması ya da seçimler nedeniyle bu kararı ertelemesidir. Şimdiye kadar, batık kredi oranının hızla arttığı bir ortamda, yükün reel sektörün mü bankacılık sektörünün mü üzerinde kalacağı sorunu, çeşitli uygulamalarla ertelenebilmiştir. Ancak kredi çöküşünün sonlanması ve yeni bir ekonomik genişleme döngüsünün başlayabilmesi için yeni bir kurtarma paketini içeren bir kemer sıkma programının uygulanması gerektiği görüşü, giderek yaygınlaşıyor.

Kısacası, 2013 sonrası dönemde varılan noktada neoliberal popülist model bir yol ağzındadır. Takip edilebilecek yollardan biri, bu sert kriz ortamından ya IMF ile yeni bir anlaşma yaparak ya da IMF ile bir anlaşma yapmadan ama ekonomi yönetiminin ilan edeceği sert bir kemer sıkma programı ile çıkmayı denemek olabilir. Eğer bu yol seçilirse, neoliberal popülist modelin telafi mekanizmaları fiilen iptal edilmiş olacaktır. Bu modelin işleyişinde önemli bir kolaylaştırıcı olan yoksulların borçlandırılması, mevcut faiz oranları ile zaten sürdürülemez hale gelmiştir. Mevcut durumun üzerine yeni bir kemer sıkma programı uygulanması durumunda faizlerin daha da artmasını, dolayısıyla finansal içerilme mekanizmasının uzun bir süreliğine tamamen devre dışı kalması riskini ortaya çıkabilir. Diğer yandan, yeni sınırlı refah rejimini oluşturan farklı sosyal yardım uygulamalarında bazı kesintilere gidilmesi, sağlık ve sigorta sisteminden yararlanabilmek için katkı paylarının artırılması ya da emeklilik yaşının daha da yükseltilmesi gibi kemer sıkma tedbirleri, sosyal içerilme mekanizmasını büyük oranda aşındıracaktır. Dolayısıyla, bu ortamda sırf kemer sıkma tedbirle rinden oluşan bir ekonomik programın siyaseten ne kadar sürdürülebileceği oldukça şüphelidir. Zira 2008 krizinden sonra Avrupa ülkelerinden benzer kemer sıkma programlarını uygulayan ülkelerin hepsinde iktidar değişimi yaşanmıştır. Türkiye’nin yeni siyasi rejiminin yarattığı özgül koşulları göz önüne alırsak, olası bir sert kemer sıkma tedbirlerinden oluşan ekonomik programın ancak daha otoriter bir siyasi atmosferde uygulanabileceğini öngörmek zor değildir. Bir başka ifadeyle, (IMF’li ya da IMF’siz) olası bir sert kemer sıkma programı, önümüzdeki dönemde siyasi otoriterleşmenin temel dinamiği olabilir.

Ekonomi yönetiminin önündeki ikinci yol, neoliberal popülist modelin iktidar için en işlevli olan “popülist” kısımları sürdürebilmek için ana akım neoliberal programın sınırlarını zorlayacak, hatta yer yer ana akım dışına çıkabilecek bir rotaya girilmesidir. Bu rota henüz netleşmedi. Ancak 2013 sonrasında ekonomi yönetiminin her darboğazda bocalaması sonrasında, deneme yanılma yöntemi ile ve parçalı olarak uygulanmak zorunda kalınan kısmi ithal ikamesi ya da yerli üretim için verilen teşviklerin artırılması gibi önlemler, ikinci yolun ön adımları olarak görülebilir (Güngen ve Akçay, 2016). Neoliberal projenin dışına taşabilecek ve kamunun yeniden üretim ve dağıtım kanalların aktif hane gelebileceği bir çeşit yeni kamu girişimciliği süreci ile özelleştirmelerin ters istikametine yönelen bir hareket, ancak krizin çok daha derinleşmesi ve uzun süreli bir depresyona dönüşmesi ile gündeme gelebilir. Bu tip bir girişim ortaya çıksa dahi, mevcut rejimin kriz öncesi dönemine dönmesi, daralma beklentilerinin arttığı dünya ekonomisinin güncel konjonktüründe oldukça zordur.

Ekonomi yönetiminin tek umudu, FED’in 29-30 Ocak 2019 tarihinde yaptığı toplantılar sonrasında faiz artışına ara verdiğini ve bilanço daraltma sürecini esnetebileceğini ilan etmesi neticesinde uluslararası sermaye akımlarının yeniden yükselen piyasalara yönelmesi ihtimalinin gerçekleşmesi, yani 2013 sonrasındaki birikim modeli krizi konjonktürünün bir süreliğine daha ileriye ertelenebilmesidir (Akçay, 2019). Ancak bu ihtimalin gerçekleşmesi durumunda dahi uluslararası fonların sert bir ekonomik daralma yaşan bir ülkeyi tercih etmesi için çok az nedeni vardır. Ek olarak İtalya’nın yeniden resesyona girdiği, Almanya’nın dört yıl aradan sonra ilk kez resesyona yaklaştığı bir Avrupa varken, Türkiye ekonomisinde canlı bir ekonomik toparlanma beklenmesi gerçekçi değildir. Bir başka ifadeyle, ekonomi yönetimi tarafından, döviz krizi sonucunda TL’deki değersizleşmenin ihracatı artırması yoluyla ekonomik büyümenin gelmesi şeklinde formüle edilen krizden çıkış stratejisinin, Türkiye’nin en büyük ihraç pazarı olan Avrupa’da durgunluk varken nasıl işleyebileceği sorusu yanıtsızdır. Kısacası, 2013 sonrası dönemde Türkiye ekonomisinin yaşadığı sorunlar dönemsel ekonomik daralmalar değil, bir birikim modeli krizidir. Eski modele dönme çabaları, birikim sadece krizini yaratan mekanizmaları yeniden işleteceği için, kriz konjonktürünün kısa dönemde aşılması mümkün görünmüyor. Bu anlamıyla Türkiye’nin bir kere daha 1960 ve 1980 dönüşümleri ya da 2001 krizi gibi önemli tarihsel dönüm noktalarından birine doğru yaklaştığını öngörebiliriz.

Ümit AKÇAY