Türkiye’de neoliberal popülizm, otoriterleşme ve kriz

Neoliberal popülizm

Popülizm kavramının tarihsel gelişimi ve farklı popülizm tanımlarını analiz etmek yerine bu çalışmada son birkaç on yılda gündeme gelen spesifik bir iktidar stratejisi olan neoliberal popülizme odaklanacağım. Ancak detaylara girmeden önce kısa bir tarihsel arka plan vermek yerinde olacaktır. Neoliberalizm öncesi dönemde, gerek Türkiye’deki gerek Latin Amerika’daki popülizm deneyimleri dönemin hâkim birikim rejiminin, yani ithal ikameci sanayileşme stratejisinin özelliklerini taşırken, yakın dönemdeki popülizm deneyimleri neoliberalizmin izini taşır. İthal ikameci kalkınma stratejilerinin uygulandığı dönemlerde sermaye birikiminin ölçeği büyük ölçüde iç pazar odaklıdır. Stratejinin temel mantığı gereği, daha önce yurtdışından ithal edilen mallara aşamalı olarak konulan gümrük kısıtlamaları ile bu malların yurtiçinde üretilmesi hedeflenir. Tüketim mallarından başlayan ithal ikamesinin, sanayileşmenin derinleşmesiyle birlikte ara mallar ve yatırım mallarına uzanması tasarlanmıştır. Bu birikim modeli iç pazar odaklı olduğu ölçüde, işçi sınıfının ekonomik, siyasal ve kurumsal olarak güçlenmesine elverişlidir. İç pazarda üretilenlerin yine yurtiçinde tüketilmesi zorunluluğu, talebin canlı olmasını, bu ise ücretlerin en az ekonomik büyüme oranı düzeyinde artması ihtiyacını beraberlinde getirir. Bu anlamıyla ithal ikameci sanayileşme stratejisinin uygulandığı dönemlerdeki popülizm uygulaması işçi sınıfının ya da alt sınıfların içerilmesine dayanır.[1]

Buna karşılık ihracata dayalı birikim modeline geçildiğinde, modelin dayandığı temel mantık değişir. Odak noktası önceden yurtiçinde üretilemeyenlerin üretilebilmesinden ziyade döviz kazandırıcı faaliyetlere kayar, iç pazar yerine dünya piyasası hedeflenir. Strateji değişikliği, işçi sınıfının ve alt sınıfların bir önceki modeldeki biçimiyle içerilmesinin de sonu anlamına gelir. Zira yeni modelde üretim dış rekabete karşı korunan bir iç pazarda değil, ticaretin serbestleştirilmesiyle birlikte uluslararası rekabete açık koşullarda yapılmaya başlanır. Artan rekabet baskısı karşısında özellikle yüksek teknoloji donanımı olmayan firmalar için ücretleri baskılamak, temel bir strateji haline gelir. Bir başka ifadeyle, ihracata dayalı sanayileşme stratejisi, bir önceki modelin aksine, sınıf temelli siyasetin reddedilmesine ve işçi sınıfının atomizasyonuna dayanır (Weyland, 1996).

Küresel Güney’de hâkim olan bu iki sanayileşme stratejisi, tarihsel olarak kü resel kapitalizmin gelişimi ile uyumludur. Bu iki strateji yapısal olarak devlet yöneticileri, siyasi elit ve sosyal sınıflar için farklı sınırlar, farklı teşvik yapıları ortaya çıkarır. Ancak her iki dönemde ortak olan özellik alt sınıfların modele dahil edilmesi zorunluluğu iken, bu bazen ekonomi politikalarıyla, bazen de telafi mekanizmalarıyla yapılır. Örneğin ilk modelde ücret artışları örgütlü emeğin kurumsal temsiliyetiyle ve sınıf mücadelesi yoluyla gerçekleşirken, ikinci dönemde ücret artışları yerine borçlandırma ve/veya kısmi refah devleti uygulamaları gündeme gelmiştir (Karahanoğulları, 2012). Tarihsel olarak popülizmin içeriğindeki bu farklılaşmanın nedenlerini ortaya koymak, aynı zamanda, günümüzdeki neoliberal popülist politik-ekonomik rejimlerin temel özelliklerini de açık hale getirecektir. 1970’li yıllarda erken kapitalistleşmiş ülkelerde başlayan kriz sırasında birbiri ile bağlantılı olarak ortaya çıkan iki değişim, neoliberal popülizmin ortaya çıkmasındaki arka planı oluşturmuştur. Bunlardan ilki finansallaşma, ikincisi de emeğin ekonomik, siyasal ve kurumsal gücünün geriletilmesidir.

Finansallaşma, yaygın olarak kullanıldığı haliyle finansal işlemlerin, kurumların ve motivasyonların ulusal ve uluslararası ekonomideki yerinin artması olarak görülebilir (Epstein, 2005). Finansal olmayan firmaların kârlarını giderek finansal alandan elde etmeleri (Crotty, 2003; Orhangazi, 2008), borçlanmanın siyasal ve sosyal etkilerinin artması (Marrazi, 2010), bireysel borçlanmanın hızla artması (Lapavitsas, 2012) ve bankacılık sisteminin dönüşümü (Dos Santos, 2012) ya da gündelik hayatın finansallaşması (Martin, 2002) gibi başlıklar, ilgili literatürde yer alan araştırma konularındandır. Finansal alanın genişlemesi, özellikle erken kapitalistleşmiş ülkelerde 1970’li yıllardaki kriz sonrasında düşen kâr oranlarını yeniden yükseltilebilmesi için girişilen faaliyetlerin sonucunda gerçekleşmiştir. Bu sürecin bir yanında 1970’lerde Bretton Woods sisteminin çökmesinden sonra uluslararası para sisteminde yaşanan istikrarsızlığa karşın parasal disiplinin topluma dayatılması anlamında merkez bankalarının bağımsızlaştırılması yer alır. Diğer tarafında da ekonomideki Keynesyen tortunun ortadan kaldırılması için bütçe disiplini ve mali istikrar, temel politika önerisi haline gelmiştir. Böylelikle tipik olarak her bir ülkede hazine ile merkez bankası arasındaki doğrudan bağlar kopartılmıştır. Sonuçta enflasyonun düştüğü ve denk bütçe baskısının olduğu bir ortamda ekonomik büyüme için gerekli olan talep, kredi kanalı ile sağlanmaya başlanmıştır.

“Özelleştirilmiş Keynesçilik” olarak da adlandırılan bu yeni uygulama, ücretlerin artmadığı bir ortamda talebi desteklemek ve ekonomik büyümeyi sağlamak için bulunan yeni bir yol idi (Crouch, 2009). Bu yol ile hem ücret artışlarından kaynaklandığı iddia edilen enflasyon kontrol altına alınmış olacak, hem de büyüme oranlarının düşmesi gibi enflasyonu kontrol etmenin yan etki si de ortadan kaldırılmış olacaktı. Erken kapitalistleşmiş ülkelerde 1970’li yıllar dan itibaren başlanan bu uygulama, geç kapitalistleşen ülkelerde yakın dönem de 1990’lardan itibaren görülmeye başlandı. Türkiye’de finansallaşmanın ikinci aşamasına tekabül eden bu süreç, 2001 krizi sonrasında hayata geçmiştir (Akçay, 2018a). Bu anlamıyla finansallaşma, hem özellikle yoksulları içeren bir uygulama olarak neoliberal popülist rejimler için önemli bir telafi mekanizması, hem de yoksulların borçlandırılması yoluyla onları disipline eden bir siyasi araç işlevi görmüştür (Saad-Filho, 2011: 244).

Neoliberal popülizmin gelişimindeki ikinci önemli etken, örgütlü emeğin siyasi, kurumsal ve ekonomik gücünün geriletilmesidir. Yine 1970’li yıllardaki krizi bir dönüm noktası olarak alırsak, kriz sonrasında işçi sınıfının güçsüzleştirilmesi, neoliberalizm olarak aklandırılan ekonomi politikaları paketinin özünü oluşturur (Harvey, 2007). Bunun teorik gerekçesi, tıpkı devlet müdahalesi gibi, sendikaların da piyasanın işleyişini bozduğu argümanına dayanıyor (Palley, 2005). Bu yaklaşıma göre sendikalar emek arzında katılıklar yaratarak ücretin serbestçe belirlenmesine engel olur. Bu sorunun çözülmesi ve piyasa ekonomisindeki uyum mekanizmalarının sağlıklı bir şekilde işleyebilmesi için hem emek arzının serbestçe belirlenebilmesi hem de ücretlerin aşağıya doğru da esnekleştirilmesi gerekir. Bu koşullar ise ancak emeğin siyasi, ekonomik ve kurumsal gücünün geriletilmesi ile mümkün olabilir.

İşçi sınıfının güçsüzleştirilmesi, her bir ülkelerdeki sınıfsal güç dengelerine göre farklı zamanlarda gerçekleşti. 1970’lerdeki kriz sonrasında üretimin parçalara ayrılarak farklı coğrafyalara kaydırılması gibi yapısal değişiklikler yanında, ekonomilerin dışa açılması ve finansal serbestleştirme gibi uygulamalar da sermayenin yapısal gücünü pekiştirmiştir. Sermayenin artan bu yapısal gücü, her bir ülkedeki siyasi iktidarların, küresel sermaye akımlarını kendi ülkelerine çekebilmek için uygun “yatırım ortamını” hazırlamakla görevli kılınması olarak tezahür eder. Üretimin uluslararasılaşması ve finansal serbestleşme sonucunda sermayenin yapısal gücünün artmasına ek olarak, neoliberal projenin bir parçası olarak uygulanan özelleştirme programları da iki açıdan emeğin güçsüzleştirilmesini hızlandırmıştır. Bunlardan ilki, özelleştirilen işletmelerin genellikle örgütlü işçi sınıfı içinde hem nicelik hem de nitelik açısından önemli bir yer kaplamasıdır. Bu anlamda özelleştirme sadece kamu mülkiyetinden özel mülkiyete geçiş değil, sendikasızlaşmayı da beraberinde getirmiştir. İkincisi de, özelleştirme sonucunda daha önceden meta ilişkisine sınırlı bir şekilde dahil olan eğitim, sağlık, ulaştırma ve barınma gibi alanların tam olarak metalaştırılmasıdır. Bunun sonucunda hanehalkı bütçelerinde bu hizmetler için ayrılan paylar artmış, ancak buna orantılı olarak gelirler artmamıştır.

Emeğin ekonomik, kurumsal ve toplumsal gücünün kırılması sürecinin siyasi halkası ise otoriter devlet biçimlerinin yükselişi ile birlikte gelişmiştir. Poulantzas’ın (2000) ileri sürdüğü otoriter devletçilik kavramından hareketle 1970’li yıllardaki kriz sonrasında, krizden ancak devlet biçiminin otoriterleşmesi ile çı kıldığını ileri sürebiliriz. Otoriter devletçilik, parlamento karşısında yürütme nin, yürütme içinde de uzmanlaşmış ekonomik aygıtların öne çıktığı bir yönetim çerçevesinin kurulmasını anlatmak için kullanılıyor (Oğuz, 2012). Bu modelin özü ise, örgütlü emeğin karar alma süreçlerinden tasfiye edilmesine dayanıyor. Oluşturulan ya da yeniden işlevlendirilmiş uzmanlaşmış ekonomik aygıtlar, sermayenin ayrıcalıklı merkezleri haline gelirken, sendikalar ya da genel olarak emeğin çıkarları, karar alma süreçlerinden dışlanır (Akçay, 2013).

Kısacası, sermayenin küresel ölçekte 1970’li yıllardaki krizden çıkış için geliştirdiği stratejilerin sonucu olarak gelişen finansallaşma ve emeğin ekonomik, siyasi ve kurumsal gücünün geriletilmesi süreçleri, alt sınıfların ekonomik olarak içerilmesi sorununun farklı şekilde çözülmesini beraberinde getirmiştir. Tekrarlamak gerekirse, neoliberalizm öncesi popülizmlerde alt sınıfların içerilmesi gelir artışına ve bizzat alt sınıfları güçlendiren ve kurumsal temsilin nispeten önemli olduğu bir yapıya dayanıyordu. Yakın dönem popülizm deneyimlerine ise finansallaşma ve örgütlü emeğin atomize edildiği koşullar damga vurmuştur. Yoksullara yönelik tasarlanan destekler ile oluşan yeni neoliberal refah rejimleri (Tillin ve Duckett, 2017) ve yoksulların borçlandırılarak hem piyasa mekanizmalarına dahil edilmesi hem de bu yolla disipline edilmesi anlamındaki finansal içerilme mekanizmaları (Bonefeld, 1995), neoliberal popülizmin iki kritik telafi mekanizması olarak görülebilir.

Temel gelişim dinamiklerini ana hatlarıyla özetlediğim neoliberal popülizm modeli, AKP’nin keşfettiği ya da ilk olarak uygulamaya koyduğu bir yenilik değil. Benzeri modeller, 1990’lı yıllardan beri bazı Latin Amerika ve Güney Aysa ülkelerinde uygulanıyor (Bar, 2003 ve 2009; De Castro, 2007). 1990’lı yılların başında Peru’daki Fujimori deneyimini inceleyen Roberts’a (1995: 100) göre liderin kişisel özellikleri, seçmenle lider arasında doğrudan kurulan ilişkiler ve kurumsallaşma dışı bir yönetim tarzı, neoliberal popülizmin özellikleri arasında idi. İlgili literatüre göre neoliberal popülizm, siyasi olarak ise başkanlık sistemi ile yakınsar (Philip, 1998: 81). Neoliberal popülizmler arasındaki benzerlikler, iktidarın tek adam elinde merkezileşmesi ile sınırlı değil. Büyük inşaat ve konut projelerine girişmek ve emek piyasasının esnekleştirilmesine yönelik adımlar, farklı neoliberal popülizmler arasındaki benzer özelliklerden sayılabilir. Roberts’a göre (1995: 103-104) Peru’da “örgütlü emeğin zayıflatılması ve işgücünün enformalleştirilmesi, özerk örgütlenme gücünü yitiren, dağınık ve heterojen bir seçmen kitlesi yaratmıştır”. Aşağıda detaylı olarak değineceğim gibi, Türkiye’de 2003 yılında çıkarılan yeni İş Kanunu da, emek piyasalarının esnekleştirilmesi ve örgütlü emeğin gücünün kırılması yönünde önemli bir adım olmuştur.

Özden ve Bekmen (2015), Brezilya’da İşçi Partisi iktidarı ile Türkiye’deki AKP iktidarının uyguladıkları politikaların birbirine benzediğini ileri sürer. Ya zarlara göre iki ülkedeki iki parti, disipline edici neoliberal politikalar ile popü list yönetim biçiminin bileşiminden oluşan yeni bir yaklaşımı hayata geçirmiş tir (Özden ve Bekmen, 2015: 89). Yazarlar özellikle iki ülkede benzer dönemde kurulan yeni refah rejimlerine işaret eder. Özden ve Bekmen’e (92) göre Brezilya’daki Bolsa Família programı ile Türkiye’deki şartlı yardım sistemi, yoksulluk sorununun depolitize edilmesi projesinin parçalarıdır.

Jayasuriya ve Hewison (2004) ise, Thaksin Shinawatra liderliğindeki Tayland’ın neoliberal popülizme verilebilecek bir başka örnek olduğunu ileri sürer. Yazarlara göre neoliberal popülist rejimler, sınıf-temelli temsilî kurumları ve uygulamaları, neoliberal piyasa reformları ile popülist ve liberal olmayan siyasetlerin birleşimi ile değiştirmeyi amaçlar (Jayasuriya ve Hewison, 2004: 574). Yazarların belirttikleri bir başka husus, neoliberal popülist rejimlerde liderlerin, sıklıkla kurumsal olmayan yollarla ve plebisitler ya da doğrudan demokrasinin diğer enstrümanlarını da barındıran illiberal siyasi biçimlerle iktidarlarını korumaya çalıştıklarıdır (Jayasuriya ve Hewison, 2004: 574). Yazarların Tayland bağlamında işaret ettiği özellikler, Türkiye’de neoliberal popülist rejimin kuruluşunda da görülebilir.

Kısaca değindiğim farklı deneyimlerdeki ortak yanlar şöyle sıralanabilir: (i) tüm örneklerde yeni hükümetler ekonomik olarak sıkıntılı yılların (genellikle de sert krizlerin) ardından iktidara gelerek neoliberal politikaları hayata geçirmişlerdir, (ii) iktidarlar neoliberal politikaların uygulanması yanında sosyal yardım programları gibi telafi mekanizmalarını kullanarak iktidarda kalma koşullarını sağlamaya çalışmışlardır, (iii) her biri, örgütlü işçi sınıfının gücünü azaltacak ve işçi sınıfını atomize edecek emek piyasaları reformları uygulamıştır, (iv) gücün liderin etrafında merkezileşmesi eğilimi ve bunun için kurumsal olmayan yolların kullanılması, bir diğer özelliktir.

Ümit AKÇAY