Türkiye’de neoliberal popülizm, otoriterleşme ve kriz

Türkiye’de neoliberal popülizm

Çalışmanın bu kısmı yukarıda ana hatlarıyla açıklanan neoliberal popülizm çerçevesinin, 2002 yılından bugüne kadar aralıksız bir şekilde iktidarda olan AKP yönetiminin nasıl olup da geniş toplum kesimlerini ekonomik olarak olumsuz etkileyen neoliberal politikaları uygulamasına rağmen iktidarda kalabildiğini açıklamak için kullanılabileceğini öneriyor. Bir başka ifadeyle 2000’lerdeki siyasi istikrarın ekonomi-politik arka planı, bu kavramsal çerçeve yardımıyla açıklanabilir. 2002 sonrasında siyasi istikrar getiren koşulları açıklarken, siyasi istikrarsızlıklarla geçen 1990’lı yıllarla kısa bir karşılaşma yapmak elverişli bir başlangıç noktası olabilir. Buna göre, 1990’lar, on yılda on bir hükümet kurulan, iki büyük ekonomik kriz, aralarında askerî bir müdahalenin de olduğu pek çok siyasi kriz barındıran ve dönemin resmî ideolojisinin siyasal İslâm ve Kürt hareketi tarafından sarsıldığı yıllardır. Bu anlamda siyasi istikrarsızlık 1990’lı yılları karakterize eden bir özelliktir. Siyasi istikrarsızlığı yaratan temel mekanizma ise, siyaset sınıfının karşılaştığı yapısal uyum ikilemidir. Yapısal uyum iki leminin bir tarafında siyasi iktidarların yapısal uyum programlarını uygulamak zorunda kalmaları, diğer yanında da bu tip kemer sıkma programlarının uygulanması durumunda iktidarlarının kaçınılmaz olarak sarsılması yer alır. Dolayısıyla yeni kurulan hükümetler, ekonomik sorunların üstesinden gelebilmek için istikrar programı ile yola çıkıp, kısa sürede bunun uygulanamadığını gördüler. Bu andan sonra siyasi elit içindeki mücadele, iktidar değişikliklerini hızlandırdı (Akçay, 2018b).

Ancak 1990’larda siyasi elit açısından yapısal uyum ikilemini ortaya çıkaran en önemli dinamik, emek hareketi başta olmak üzere, farklı toplumsal kesimlerin yapısal uyum programına karşı çıkabilmesidir. Emek hareketi 1980’li yıllara askerî darbe ve sıkıyönetim koşullarında başladı. 24 Ocak kararları ile ilan edilen ekonomik model değişikliği, emeğin sert itirazı ile karşılaştığında, askerî darbe, IMF programının uygulanmasının yegâne koşulu haline geldi. Bir başka ifadeyle, Türkiye’de ekonominin liberalleştirilmesi, siyaseten demokratikleşme ile eşliğinde değil, asker postalı gölgesinde gerçekleşti. 1980’ler boyunca reel ücretler, 1970’lerin sonundaki seviyeye göre sert bir şekilde düşürüldü. Reel ücretlerin baskılanması ve TL’nin değersizleştirilmesi, ihracata dayalı büyüme modelinin dayandığı iki temel idi. Bu iki koşul ise ancak otoriter bir devlet biçimi ve siyasi rejim ile hayata geçirilebildi.

Emek hareketi 1980’de ağır bir darbe aldı ancak 1989 ile birlikte yeniden kritik bir aktör olarak sahneye döndü. 1989’da Büyük Madenci Yürüyüşü ile yoğunlaşan sınıf mücadelesi somut kazanımlarla devam etti (Doğan, 2010). 1980’lerin sonlarında, 1970’lerin sonundan beri ilk kez reel ücretler artmaya başladı. Örneğin 1988 ile 1993 arasında imalat sanayisinde ortalama reel ücretler %120 arttı (Taymaz, Voyvoda ve Yılmaz, 2014). Bu gelişme, siyasi iktidarlar için ancak darbe koşullarında uygulanabilen yapısal uyum programlarının devamını güçleştirdi (Köse ve Yeldan, 1998: 52). Emek hareketinin yeniden canlanmasına ek olarak 1987 yılındaki referandumla 1980 darbesi ile yasaklanan partilerin yeniden siyasete dönmeleri, siyasi rekabeti hızla artırdı. Bu iki gelişme, bir yandan 1980’li yıllardaki Anavatan Partisi iktidarlarının sonunu getirdi, diğer yandan da 2002 seçimlerine kadar sürecek koalisyon hükümetlerinin kapısını araladı.

1990’lı yıllardaki kronik siyasi istikrarsızlığın gerisinde, 1980 darbesi ile kesintiye uğrayan siyasi hayatın merkez sağda ve solda bölünmelere neden olması gibi siyaset sınıfının içinde yaşanan gelişmeler kadar, bir bütün olarak siyaset sınıfının karşı karşıya kaldığı yapısal uyum ikilemi de etkilidir. Bunun gerisinde ise canlı bir toplumsal muhalefet vardı. Siyasi istikrarsızlığı sıklıkla tekrarlanan ekonomik krizler eklendi ve bu süreç 2001 krizine kadar sürdü. 2001 krizi o kadar derin bir şekilde gerçekleşti ki, kriz sırasındaki siyasi heyet, bir yıl sonra 2002’de yapılan genel seçimlerde siyaset sahnesinden silindi. Bu anlamda 2001 krizi 1990’lı yıllardaki siyasi istikrarsızlığın sonlanması açısından kritik bir dö nüştürücü oldu. 2001 krizi sonrasında Kemal Derviş yürütücülüğünde uygulanan Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı, aynı zamanda post-Washington konsensüsü politikalarına paralel olarak dizayn edilen bir düzenleyici devlet çerçevesini hayata geçirdi. Bir bakıma, 2001 krizi sonrasında uygulanan program, 24 Ocak 1980 programının tamamlayıcısı olarak görülebilir.

2002 seçimleri sonrasında tek başına iktidar olma olanağı elde eden AKP, bir önceki koalisyon hükümeti sırasında IMF ile yapılan anlaşmaya sadık kaldı. AKP öncesi dönemde siyasal İslâmcı akımlar, o dönemin hâkim ekonomik paradigmalarından etkilenerek ithal ikameci, ulusal kalkınmacı ve Keynesyen bir ekonomik perspektife sahipti. AKP bu anlamda, içinden çıktığı siyasal İslâmcı hareket ile bir kopuşu temsil eder (Tuğal, 2009). Siyasal İslâmcı sermaye kesimlerinin temsilcisi olan Müstakil Sanayici ve İş Adamları Derneği’nin (MÜSİAD) IMF programına açık bir şekilde karşı çıktığı bir ortamda AKP, Türk Sanayici ve İşadamları Derneği (TÜSİAD) tarafından desteklenen programa sahip çıkmıştır (Akçay, 2009: 261).

IMF programını sahiplenmek, AKP için pek çok yeni kapıyı açmaya yarayan bir anahtar işlevi gördü. İlk olarak program, AB’ye üyelik süreci ile birlikte, Türkiye ekonomisinin iki önemli dışsal çıpasından birini oluşturdu. İkincisi, IMF programını uyguluyor olmak, AKP’ye eski tip popülist yeniden dağıtımcı taleplere karşı bir koruma kalkanı sağladı. Üçüncüsü, AKP ile uluslararası teknokrasi arasında neoliberal reformların uygulanması için bir ittifak kurulmasının zeminini oluşturdu. Son olarak, IMF anlaşması sayesinde kurulan bu ittifaklar, AKP için devlet içinde eski müesses nizam ile mücadelesinde önemli bir meşruiyet alanı açtı.

AKP’nin iktidar stratejisinin ikinci ayağı AB’ye üyelik süreci idi. AB’ye üyelik için gerekli bazı reformları hayata geçirmek, tıpkı IMF programını uygulamak gibi, AKP için farklı açılardan çok işlevli bir proje idi. İlk olarak reform programını hayata geçiren AKP, Avrupa’daki Hıristiyan Demokratlardan esinlenerek kendisini Muhafazakâr Demokrat bir hareket olarak sundu ve liberal çevrelerce Türkiye’nin demokratikleştirici gücü olarak görülmeye başlandı. Bu anlamda AB’ye üyelik süreci AKP açısından, sadece uluslararası sermayeyi ülkeye çekmek için değil, aynı zamanda devlet içinde müesses nizama meydan okumak için de çok işlevseldi. Liberal ve sol-liberal çevrelerin ve Batı’daki önemli başkentlerin desteğini alan AKP, Kopenhag siyasi kriterlerine uyum amacıyla başta askerin sivil siyaset üzerindeki vesayetini sorgulamak üzere, pek çok alanda Kemalist güçleri geriletmeye başladı (David, 2016: 482).

IMF anlaşması ve AB’ye üyelik süreci gibi iki güçlü dışsal çıpa ile yoluna devam eden AKP, 1980 ile başlayan neoliberal projeyi önemli ölçüde derinleştirebildi. AKP’nin neoliberal projesinin üç tipik bileşeni vardı: (i) Merkez bankası bağımsızlaşması yoluyla sağlanan parasal ve mali istikrar, (ii) emek piyasası reformları, (iii) özelleştirmeler. Merkez bankasının hükümetten bağımsızlaştı rılması, hem 2001 krizi sonrası kabul edilen IMF programının parçasıydı, hem de AB’ye üyelik için gerekli olan uyum sürecinin bir bileşeni idi. Para politikasının yönetilmesinin siyasetin uzanamayacağı bir yerde konumlandırmak anlamına gelen merkez bankası bağımsızlığı, Türkiye’deki finansallaşma süreci açsından kritik bir işlev gördü. Kamu borcunu çevirme çabasının belirleyici olduğu finansallaşmanın ilk aşamasından (Güngen, 2014), hanehalkı ve firma borçlarının daha öne çıktığı ikinci aşamasına geçiş, merkez bankası bağımsızlığı ile değişen para politikası çerçevesi sayesinde mümkün oldu (Akçay, 2017a). Yeni para politikası, enflasyonu düşürmeye odaklandığından, sert mali disiplin için de uygun bir zemin hazırladı. Uygulamaya sokulan enflasyon hedeflemesi sistemi, ücret artışları üzerinde üst sınır koyarak hanehalkı borçlanmasının artması için bir teşvik mekanizması yarattı. Son olarak, yeni para politikası çerçevesi, enflasyonu düşürmeyi yüksek faizle yaptığından, yerli paranın değerlenmesi ithalatı kolaylaştırarak hem cari açığın artmasına neden oldu hem de firma borçlarının hızlı artışını beraberinde getirdi (Akçay, 2017a: 46).

AKP’nin uyguladığı neoliberal projenin ikinci ayağı örgütlü emeğin tasfiye edilmesine dayanır (Yıldırım, 2009). 1980 askerî müdahalesi ile büyük darbe yemesine rağmen 1990’larda yeniden canlanabilen emek hareketinin gücünün kırılması, 2000’lerdeki emek piyasası reformlarının özünü oluşturuyordu. Böylelikle 1990’lardaki kronik siyasi istikrarsızlığı yaratan en önemli dinamik olan canlı muhalefetin etkisizleştirilmesi yoluyla siyaset sınıfının karşılaştığı yapısal uyum ikileminin aşılması öngörülmüştü. Bu değişim, 1971’den beri yürürlükte olan İş Yasası’nın 2003 yılında yenilenmesi ile gerçekleştirildi (Bozkurt-Güngen, 2018: 225). Yeni düzenleme, yarı zamanlı işleri, alt sözleşme ilişkilerini ve taşeronlaşmayı yasallaştırdı (Özdemir ve Yücesan Özdemir, 2006). Bu değişimin emek hareketin üzerindeki etkisi yıkıcı oldu. 2001 yılında % 29,1 olan sendikalaşma oranı 2015’e gelindiğinde %6,3’e geriledi (OECD, 2015). Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu Araştırma Dairesi (DİSK-AR) tarafından, toplu iş sözleşmesi kapsamındaki işçilerin toplam işçilere oranından hareketle yapılan hesaplamaya göre fiilî sendikalaşma oranı da, OECD verisine paralel olarak azalıyor. Bu veriye göre, 1988 ile 1994 yılları arasında işçilerin dörtte biri toplu iş sözleşmesi kapsamındayken bu oran 2000’lerde dramatik bir şekilde azalmış ve 2012’de %6’ya kadar gerilemiştir (DİSK-AR, 2019: 9). Örgütlü emeğin tasfiyesi sürecine enflasyon hedeflemesi sistemi ile sınırlanan ücret artışları da eklendiğinde, güvencesizlik, uzun çalışma saatleri, yapısallaşmış yüksek işsizlik oranı, düşük ücretler ve hızla artan borçluluk, otoriter bir emek rejiminin bileşenleri haline geldi (Çelik, 2015). İronik olan, AB’ye uyum süreci ve demokratikleşme rüzgârlarının estiği dönemde, otoriter bir emek rejiminin kurulmuş olmasıydı.

Bozkurt-Güngen’in (2018) vurguladığı gibi, Türkiye’de otoriterizm tartışmalarının en önemli eksikliği, emek-merkezli bir perspektifin bu tartışmaya dahil edilmemesidir. Sürece böyle bakıldığında, 1980 dönüşümü ile kurulan otoriter devlet biçiminin gerisinde, çalışanların karar alma mekanizmalarından dışlanması olduğu görülebilir (Bedirhanoğlu ve Yalman, 2010). Otoriter devlet biçimi ve onun içeriğini oluşturan sınıf temelli siyasete son verme çabası, 1990’larda değişmedi. Ancak emek hareketinin canlanması, siyaset sınıfının IMF programlarını uygulamasını imkânsız hale getirdi. Bu ortamda düğümü çözen 2001 krizi oldu. 2000’lerin ilk başında uygulanan IMF programı, siyasi olarak demokratikleşme süreci olarak sunulsa da çalışanların karar alma mekanizmalarından dışlanması anlamında teknokratik ve otoriter bir rejim idi (Akçay, 2013). Neoliberal popülizmin düşüşe geçtiği dönemde ise teknokratik yapı yerini takdir hakkının egemenliğine bırakan ancak özü yine aynı kalan bir yönetim stratejisine dönüştü. Bu bağlamda 2003 yılında İş Kanunu’nun emeğin ekonomik, siyasal ve kurumsal gücünün geriletilmesi doğrultusunda yenilenmesinin, AKP hükümetleri döneminde giderek derinleşen otoriterleşmenin temel dinamiklerinin biri olduğu ileri sürülebilir.

AKP’nin neoliberal projesinin üçüncü ayağını özelleştirme politikası oluşturuyordu. Özelleştirme fikri AKP ile başlamadı ancak Kamu İktisadi İşletmeleri’nin (KİT) tasfiyesi 2000’lerde yaşandı. 1984’ten bu yana yapılan özelleştirme işlemlerinden 2017 itibarıyla 68,4 milyar dolar gelir elde edilmiştir. Ancak bu rakamın detaylarına bakıldığında, 1984 ile 2003 arası yapılan özelleştirmelerden elde edilen gelirin sadece 8,2 milyar dolar, buna karşın 2003 ile 2017 arasında elde edilen gelirin 60,2 milyar dolar olduğu görülür (Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, 2019). KİT’lerin özelleştirmesi, Hazine’ye gelir sağlaması dışında iki kritik işlev gördü. Bunlardan ilki, örgütlü emeğin tasfiyesi açısından önemliydi. KİT’lerin özelleştirilmesi, aynı zamanda burada var olan örgütlülüğün de dağıtılması anlamına geliyordu. İkincisi, KİT’lerin özelleştirilmesi sonucunda gerçekleşen metalaşma ile hanehalkı bütçesindeki masraf kalemleri arttı.

Ümit AKÇAY