Toplumsal Yarayı Anlamak: Maraş Katliamı’nın Derin Kökleri

Görsel: Otto Dix, Lichtsignale 1917

Tarihin bazı anları vardır ki yalnızca bir zaman dilimine sıkışıp kalmaz; toplumun vicdanına kazınır ve geleceğin karanlık köşelerinde yankılanmaya devam eder. Maraş Katliamı da böyle bir olaydır. Bu katliam, yalnızca bir kentin sokaklarında işlenen vahşi cinayetlerin değil, bir toplumun derin çelişkilerinin, eşitsizliklerinin ve ayrımcılığın bir tezahürü olarak değerlendirilmelidir. Ancak bu trajediyi anlamak, yüzeydeki suçluların ötesine bakmayı ve olayın yapısal nedenlerini sorgulamayı gerektirir.

Karanlığın Kaynağı: Bölünmüşlük ve İktidarın Dili

Toplumun belirli kesimlerini hedef alan böylesi bir kıyımın temelinde, toplumsal bölünmüşlük ve bu bölünmüşlüğü körükleyen iktidar dinamikleri yatar. Maraş Katliamı’nın olduğu dönemde Türkiye, ekonomik kriz, siyasi kutuplaşma ve yoğun bir adaletsizlikle boğuşuyordu. Ancak bu krizlerin bir sonucu olarak ortaya çıkan gerilimler kendiliğinden bir patlama değil, sistematik olarak yönlendirilen ve kontrol edilen süreçlerdi.

Toplumsal çatışma, çoğu zaman yalnızca “öteki”ni yaratma süreciyle değil, bu “öteki”nin sürekli bir tehdit olarak sunulmasıyla da derinleşir. Bu tehdit algısı, iktidar sahiplerinin halkı manipüle etmek ve gerçek sorunları görünmez kılmak için kullandığı en etkili araçlardan biridir. Maraş’ta da bu dinamik iş başındaydı: Aleviler, siyasi ve dini kimlikleri üzerinden hedef haline getirildi ve bu hedefleştirme, toplumsal hiyerarşiyi pekiştirmek isteyen güçler tarafından kasıtlı olarak beslenip büyütüldü.

Bir Toplum Nasıl Zehirlenir?

Katliamın organize boyutu, olayın yalnızca mahalleler arası bir nefret suçu olmadığını, bunun çok daha kapsamlı bir sosyal mühendislik projesi olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Evlere işaret konulması, mahallelere yönelik saldırıların eşgüdümlü şekilde gerçekleştirilmesi ve camilerden yapılan kışkırtıcı anonslar, bu zehirin kasıtlı bir şekilde yayıldığını gösteriyor. Bu durum, halkın bir kısmının diğerine karşı kışkırtılmasının, aslında yukarıdan bir tahakküm stratejisi olduğunu düşündürüyor.

Bu noktada şu soruyu sormamız gerekiyor: İnsanları böylesine bir kıyıma iten neydi? Cevap, yalnızca dini veya ideolojik farklılıklarda değil, bu farklılıkların sürekli olarak düşmanlık üzerinden yeniden inşa edilmesinde yatıyor. Bir toplum, eşitlikten, adaletten ve özgürlükten uzaklaştıkça, içinde büyüyen öfke ve yabancılaşma, iktidarın ellerinde kolaylıkla bir silaha dönüşebilir. Maraş’ta bu silah, yoksul halkın öfkesinin kendisinden daha da yoksul ve ezilen bir başka kesime yönlendirilmesiyle ateşlendi.

Büyük Resim: Sistemik Çatlaklar ve Küresel Oyunlar

Maraş Katliamı’nı yalnızca yerel bir sorun olarak görmek büyük bir yanılsama olur. Bu olay, aynı zamanda uluslararası güçlerin bölgesel hesaplarının bir parçasıydı. 1970’ler, Soğuk Savaş’ın en yoğun yaşandığı dönemlerden biriydi ve Türkiye, NATO’nun bir ileri karakolu olarak bu mücadelenin tam merkezinde yer alıyordu. ABD destekli kontrgerilla yapılanmaları, bu dönemde Türkiye’de toplumsal çatışmaları kışkırtarak, solun yükselişini engellemek ve otoriter bir düzenin altyapısını hazırlamak için kullanıldı. Maraş’ta yaşananlar, bu stratejinin bir parçasıydı: Halkı birbirine düşman ederek toplumu zayıflatmak ve böylece kontrol edilebilir hale getirmek.

Katliamın ardından yaşanan 12 Eylül 1980 Askeri Darbesi, bu kargaşanın planlı bir sonucu olarak görülebilir. Darbe, “düzeni sağlama” iddiasıyla ortaya çıkmış olsa da, esas amacı, toplumsal muhalefeti bastırmak ve neoliberal ekonomi politikalarının önünü açmaktı. Maraş Katliamı, bu süreçte bir araç olarak kullanıldı; halkın kanı üzerinden yeni bir siyasi düzen inşa edildi.

İnsanlık ve Hafıza: Adaletin Peşinde

Bugün Maraş Katliamı’nı anarken, yalnızca kaybedilen canları değil, bu olayın ardındaki yapısal şiddeti de hatırlamalıyız. Bu şiddet, yalnızca bir dönemin sorunu değil; toplumsal eşitsizliklerin, adaletsizliğin ve tahakkümün sürekliliğiyle yeniden üretilen bir olgudur.

Maraş, bize insanlığın en karanlık yanlarını gösteriyor: Diğerini yok etmeye duyulan vahşi arzuyu ve bu arzunun sistematik bir güç haline nasıl dönüştürüldüğünü. Ancak bu karanlık, aynı zamanda bir uyanış çağrısıdır. Eşitlik ve adalet olmadan barışın mümkün olmadığını, halkların dayanışma içinde olmadan bu tür trajedilerin tekrar yaşanmasının kaçınılmaz olduğunu hatırlatır.

Maraş’ı unutmamak, sadece geçmişte yaşananları hatırlamak değil; bu geçmişin bugünkü izdüşümlerine karşı mücadele etmektir. Bu mücadele, yalnızca failleri cezalandırmakla değil, aynı zamanda bu tür kıyımları mümkün kılan toplumsal yapıyı değiştirmekle mümkündür. Unutmayalım ki, Maraş’ın karanlığı, eşitlik ve özgürlük mücadelesinin ışığında ancak aydınlanabilir.


Kaynakça

  1. Taner Akçam, Türkiye’de İnsan Hakları ve Ermeni Sorunu: İttihat ve Terakki’den Günümüze Devlet, İnkâr Politikaları
  2. Uğur Mumcu, Rabıta ve Tarikat Siyaset Ticaret
  3. Fikret Başkaya, Paradigmanın İflası
  4. Mahmut Goloğlu, Devrimler ve Tepkileri
  5. Mehmet Ali Birand, 12 Eylül Türkiye’si
  6. Ecevit Kılıç, Kontrgerilla ve CIA’nın Türkiye’deki Faaliyetleri
  7. Tarih Vakfı Yayınları, Tarih ve Toplum Dergisi’ndeki Makaleler
  8. Uluslararası Af Örgütü ve İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Raporları
  9. James Petras ve Henry Veltmeyer, Social Movements and State Power
  10. Can Dündar ve Celal Kazdağlı, Ergenekon – Devlet İçinde Devlet