Bir Sloganın Anımsattıkları

Pandemi günlerinde “zinde” kalabilmek ve “dayanabilmek” adına yaptığım bolca kent yürüyüşlerinden birisinde, inşasının bitmesinin üzerinden çokça zaman geçmiş olmasına rağmen “neden güzel bir duvar resminden mahrum” diyerek hayıflandığım duvarda rast geldiğim “İş Bilim Özgürlük” sloganı üzerine eski bir denememi anımsadım ve küçük bir “revizyonun” ardından paylaşmak istedim. Slogan “12 Eylül öncesinde” var olan bir “yapının” bu geleneği ısrarla sürdürmekte olan gençlik örgütlenmesine ait olmalı; imzaları öyle çağrıştırıyor. Diğer taraftan bu ısrara da saygı duymak gerektiğini not olarak düşmek isterim. İlginç bir slogan değil mi; “eskinin” tartışma götürmez bir biçimde “İş Ekmek Özgürlük” sloganını anımsatıyor. On yıl öncesinden bir yazı: 

iş emek ve özgürlük

Sokak görülen ve ortada olandır, sokak ortada da durandır. Dolayısıyla iktidarın, ön adı ne olursa olsun herhangi bir iktidar kurumunun gücünü niteleyen temel unsur onun kurallarının sokaklardaki egemenliğidir. Tarih, bu bağlamda sokak önceliğini iktidar önceliğine devreden tüm devrimlerin yenilgiler toplamıdır. Kural, sokağı işlevsizleştirmenin aracıdır; kurallar bu bağlamda sokaktan başlayarak iktidar hukuku ve iktidar aracı oluşturmanın sürecini de tanımlar ve niteler. Başlangıçta ya da tarihsel köşe başlarının heyecanında, heyecanlı günlerinde kuralların olmazsa olmaz bir istisna olarak önemsenmediği görülür; naif anlardır onlar. Ancak hemen beraberinde bu kuralların iktidar gerçekliğine iktidarın “doğrularına” dönüşmesi de kaçınılmazdır. Kuralların içselleştirilmesi iktidar doğrularına meşruiyet kazandırır, bu süreç bireyin hiçleştirilmesiyle sonuçlanır. Hiçbir iktidar kurumu, buna şahit olduğumuz sosyalist iktidarlarda dahil, kendini bu süreçten bağımsızlaştıramaz, doğal olarak, çünkü iktidar olma niteliğini kaybeder. Sanırım sosyalistlikte aslında bu biçimde iktidardan vaz geçebilmekle doğrudan ilişkili bir unsur. Tüm devrimlerin dünyayı değiştirmek iddiasıyla ve gerekçesiyle iktidara sımsıkı sarılarak aynılaştığı, değiştirmek istediğine git gide daha fazla benzemek zorunda kaldığına şahit olmadık mı? Dünyayı değiştirme iddiasında olan fikirlere hiç kuşku yok ki kimse karşı değil; tüm toplumcu ideolojilerin neredeyse varoluş nedeni, ancak burada temel sorunlardan biri belki de en önemlisi gerek fikir sahiplerinin gerekse diğer bireylerin bu iddialara, bu görüşlere teslim olması. (Ya da giderek teslim alınması.)

Hep birey olmanın, birey olabilmenin –kişilik/karakter olmanın daha zor olduğunu düşünürüm; emin olun yüce idealara teslim olmak en kolayı! Karakter/birey olmakta direnememek, bu bağlamda varoluşumuzu savunamamak yalnızca ideolojilerin doğrularının gücüyle açıklanabilecek bir şey değil kanımca; varoluş güçlüğüne yönelik öznel sorunlarda bu zafiyetin aracı. Sonuçta iş kolay olana biat etmekle sonuçlanıyor; ve bir acaba daha diyerek sormakta yarar var: acaba sosyalizmlerin çöküş nedenlerinden biriside bireysel direncimizin varoluşsal sorunlar nedeniyle yeterince güçlü ve yeterince fazla –nicel- olmaması mı?

Tabii ki sorunun yalnızca bu olduğunu söylersek “sosyalist iktidara” haksızlık etmiş oluruz! İktidar olma sürecinin sosyalistlikten geri dönüşün bütün potansiyellerini içerdiği şeklindeki görüşüm saklı kalmak kaydıyla sosyalist iktidar için burada önemli bir diğer sorun olduğunu da söylememiz gerekiyor. O da bu bağlamda bireyin reddedilmesidir: naçizane küçük burjuva formülüm şu şekildedir; toplum/toplumculuk adına birey reddedilmiştir, bireyin reddi iktidarın kuvvetlenmesine yol açmış, kuvvetli iktidar sosyalizmin ideaları açısından ortadan kalkmasına neden olmuştur. Sosyalist ideaların çözülüşü ve verilen ödünler ise sosyalist iktidarın ömrünü biracık daha uzatmıştır. İşte bu “birazcık” için gösterilen çaba akıldan, mantıktan kopuşu getirmiştir: sonuçta ortaya çıkan yeni bir din olmuştur. Ve biliriz ki dinlerde birey yoktur, dinler ve araçları olan iletişim dilleri kutsal kitaplar ideolojiyi insandan bağımsız bir gerçeklik olarak gösterme eğilimindedirler tıpkı kimi sosyalistlerin yaptıkları gibi. İdeolojinin de bireyin var olduğu sürece var olabileceğini unutarak…

Neyse şimdi gelelim yeniden şu özgürlükler sorunsalına; bundan birkaç hafta önce şehrin rutin miting mekânlarından biri olan biracılar sokağında yapılan küçük ölçekli bir yürüyüşte atılan slogan beni “duyda inanma” noktasında şaşkınlığa düşürdü: yürüyüşe katılanlar var güçleriyle temel isteklerini bağırıyorlardı (=slogan) : “İŞ, BARIŞ, ÖZGÜRLÜK”. Tabii ki ünlü/büyük sosyalist slogan imalatçılarının ürettiği bu sloganı benim gibi bir küçük burjuva radikalistinin anlaması mümkün değil, ancak haddimi aşmak pahasında olsa sormama engel bir durum olduğunu sanmıyorum.

İş’in olduğu yerde barış olabilir mi? İş’in olduğu yerde özgürlük olabilir mi? Ve hangi akla hizmet bu üç kavram sosyalistlik adına bir araya gelebilir? Bir iktidar varsa bu üçünün bir arada istenmesi absürt değil midir? Vs… 

Yıllardır kendime ve sosyalistlere sorduğum sorular. Yıllardır; bilirsiniz nostalji ya da geçmişe özlem duymakta bir küçük burjuva hastalığı olarak mahkûm edilir (çünkü sosyalistler geçmiş güzel günlere özlem duymak yerine –çünkü gelecek sosyalizm olduğuna göre, bu şekilde formüle edilen sosyalizmin çok güzel (=cennet) olduğuna göre “geçmişte güzel gün olamaz diyerek”- gelecek güzel günlere inandıklarından…) faşizmin 12 Eylülü gelmeden önce, -o güzel günlerde- küçük bir sahil kasabasında orta öğrenimimi geçirdiğim günlere beni alıp götürdü bu slogan. (Lüzumsuz bir ara bilgi: Kasabanın sahil bölümü solcuların iç kesimleri ise faşistlerin egemenliğindeydi ama genelde bir maden kasabası olmasından da olsa gerek (!) solcular ağırlıktaydı. Solcuları o tarihlerde Halkın Kurtuluşu ile Dev-Yol adını almış iki örgüt temsil etme iddiasındaydı ve bu iki örgüt arasındaki başlıca mücadele kurumsal bir kimliği/yapısı olmayan Halkevinin mekanının “ele geçirilmesi” eksenliydi. Bizler onların arasındaki zavallı revizyonist-oportünist tartışmasını izlerken faşistler halkevini bombaladı ve mücadele başka alanlara kaydı.) Akşamları mahallenin dejenere gençleri olarak sahildeki trafoya gider çene çalar, bira votka içer ve işerdik. Bir akşam trafo duvarlarında bizi bir slogan karşıladı: İŞ EKMEK ÖZGÜRLÜK. Kapitalizmden bir talep… O saf ve dejenere halimle sorduğumu anımsıyorum: Ulan –dejenere bir küçük burjuva olduğum için dilimde bozuktu- ekmek talebinde, iş talebinde bulunuyorsan ekmeğine/emeğine el koyamıyorsan özgürlük senin neyine, ekmek istiyorsan özgür olmazsın zaten, iş’in olduğu yerde özgürlük olabilir mi? –Kırk yıl aynı soru- Soruma yanıt dudak bükmesi, küçümseme, aşağılama ve alay şeklinde verilirdi, sonrasında da öyle verildi. Yanıtı sonradan öğrendim çünkü ulu önder “İŞ” diyordu. Her neyse bende özgün tepkimi sloganlarındaki birinci K’yı silerek verdim. Bu “eylemimle” hala övünürüm çünkü bu bir “karakter” meselesiydi.

Aradan yıllar geçti geçenin sadece yıllar olduğunun ayrımına varılamadı; doksanlı yıllarda İstanbul burjuvazisinden bir avuç eğitimli gencin hobi faaliyeti olarak komünistçilik oynadığı legal bir parti mekânına dergilerinde yayınlanması için küçük ve mütevazı dünyamda ürettiğim küçük ve mütevazı bir yazımı götürdüm. Yazı “tembellik hakkı” üzerineydi ve bu bağlamda iş kavramını sorguluyordu. Sonuç itibariyle yazıyı yayınlamaya karar verdiler çünkü anladığım kadarıyla kelle sayısı ekseninde şiddetle “adam” gereksinimleri vardı ve ANCAK; benimle “ilgilenen” iki arkadaş eleştirilerini aktarmaktan da geri durmadılar, “parti sorumluluğu” bunu gerektiriyordu çünkü…  “İş, tembellik vs. sosyalizmin güncel sorunları değildi”, birkaç gün mü desem birkaç ay mı desem her neyse, birkaç vakte kadar devrim oluyordu ve hatta devrim kapının hemen arkasındaydı, bu nedenle dile getirdiğim “sorunlar” insanlığın acil sorunu olamazdı vesaire vesaire, ANCAK beni kaybetmemek ya da “kazanmak için” ve “komünist eğitime ihtiyacım olduğuna” karar verdikleri için yinede yazıyı –tabii ki şerh koyarak- yayınlayacaklardı. Yayınladılar. Bilseniz ne kadar mutlu oldum! (Lüzumsuz bir ara bilgi: Bu iki arkadaştan biri şimdi YÖK’ün güvenli kollarında önce cemaatlerinin sonrada sermayenin “üniversitelerinde, akademilerinde unvan dizeliyor; diğeri ABD üniversitelerinde bilim yapıyor. Eminim ki “nesnel gerçeklikleri” onları mücadeleden uzaklaştırdı. Mutlaka geçerli bir nedenleri vardır. Ve naçizane bir saptamam; eski ve eskimeyen solcular durumlarını açıklamakta ve işi kitaba uydurmakta hiç zorlanmazlar. Ve bu tavırlarıyla ortaçağ papazlarına ne kadar da benzerler.

İş: kendimizin ya da bir başkasının gereksinimlerinin karşılanması için gösterilen çaba…! Yıllar öncesinden kalan notlarıma böyle başlamışım ve devamında; “Ne var ki iş’in iş olabilmesi için bu çabanın öncelikle akılcı, planlı ve bir hedefe yönelik olması gerektiği söyleniyor. Dolayısıyla psikotik bir durumdan bir “iş” çıkabileceği yadsınıyor. Aynı yadsımanın hayvanlar dünyasındaki eylemlilikler için de geçerli olduğunu görüyoruz. Örneğin, av, ekonomistlerce “akılcı” olmadığı yalnızca içgüdülere dayandığı için “iş” sayılmıyor. Eylemliliklerinin “iş” sayılmamasından ötürü hayvanların bir şey kaybettiklerini, hele hele gocunduklarını ya da daha ileri giderek kendilerini aşağılanmış hissettiklerini hiç sanmıyorum. Aksine burada, kendimizi onlardan ayırdığımız için bu bağlamda insan için bir sorunun oluşmaya başladığını düşünüyorum.

Sorun hayvanlıktan-maymunluktan insanlığa geçiş sürecinde emeğin başat bir rol oynamasıyla başlıyor. Zorunlu sürecin sonucu yeni bir sorunun da başlangıcını oluşturuyor. Çünkü, insanın doğadaki konumlanışındaki başat rolü ve bunun insanlığın oluşumu için zorunluluğu, onun, sosyal yapının oluşumunda veya belirlenmesindeki etkinliğini de birebir gösteriyor.  Böylece, Marksist yazında iş kavramının tanımlanmasında önemli bir yeri olan insan-doğa ikilemi, insan-insan ikilemine indirgenmiş –ya da evrilmiş- oluyor ve bu indirgenme bir taraftan fiziksel emek-entelektüel emek zıtlaşmasını yaratırken diğer taraftan, kuşkusuz daha önemlisi, onun satın alınabilirliğini de ortaya çıkarıyor. Ancak tüm bu ilişkiler içinde onun zorunlu olarak görülmesi ve bu zorunluluğun mutlaklığının düşünülmesi kanımca en derin bir şekilde “sorunu” insanın karşısına çıkarıyor ve sunulan ilişkiler ağı içinde bu sorun, çözülemezliği ile yüceltiliyor. Bu yüceltme “iş”i fetişleştirirken, kölelikten işçiliğe tüm emek biçimlerini de olağanlaştırıyor. Ve bu olağanlaştırma süreci sınırsız eşitsizliği besliyor.

Dolayısıyla işin özgürleşmesi ya da işin iş olmaktan çıkması ancak bu eşitsizliğin kırılmasıyla başlayacak tersine sürecin işlemesiyle olanaklı hale gelebilecek. Böylece iş,  angarya ya da eziyet olmaktan çıkıp, doğal gereksinimlerimizin ve insansal estetiğin (bunun olmazsa olmaz bir zorunluluk olarak görülmesi gerekiyor ve bu ideolojik bir sorun oluşturuyor!) karşılanması, yerine getirilmesi için gerekli, zevkli eylemliliğe dönüşecek. Eylemliliğin bu dönüşümü, bireysel yaratıcılıkla, toplumsal gereksinimler arasında koşutluğun kurulması sonucunun da doğmasına yol açacak ve kuşkusuz bu sonucun ortaya çıkması iş’e indirgenmiş haliyle ancak eşitsizliğin ortadan kalkmasıyla olanaklı olacak. Eşitsizliğin döngüler halinde kırılması yaşamın her alanının ortak paylaşılması sonucunu getirirken “iş” tanımın da unutulmasına neden olacak. Bahsettiğim bir ütopya değil, tümüyle gerçekleştirilebilir bir toplum düzeni, yüzyıllardır dile getirilen, insana yeniden dönüşün özlemi ve içinde insan olduğu için, öznesi insan olduğu için de bir ütopya değil.

Tüm konularda olduğu gibi iş konusunda insanın ne düşündüğünün neyi özlediğinin bilinmesi bunu bir ütopya olmaktan çıkarıyor. Belki de özgürleşme, ütopya kavramını sözlüklerimizden silmek ile başlıyor. En fantezi kurgularımız, en olmaz düşlerimiz bile insana ait oldukları için ütopyanın ötesinde-gerçekte duruyor. İnsan bir şeyi düşündüğü ya da düşlediği andan itibaren o olgu, dünyanın ve o andan ve o insandan başlamak üzere gerçekliğin bir parçası oluyor. Ve bu parçaların oluşumu ve onların bütünleşmesi insanı özgürlüğe bir adım daha yaklaştırıyor. Özgürlüğe yaklaşma da diğer tüm paralellikler gibi “iş”in kolektifleşmesiyle koşut gelişiyor. 

Bu süreç emeğin değerlendirilmesini, dolayısıyla “iş”in ortadan kaldırılması beraberinde getirmek zorunda, aksi halde “iş”in birbaşkasınalığı var olmaya devam edecek ve bu var olma durumu potansiyel olarak varlığını sürdüren “eski olumsuzlukları” yeniden ortaya çıkaracak erkin doğmasına yol açabilir. Sorun her bir insanın ve insanlardan oluşmuş toplumların eşit değerde oldukları yapılanmanın fiziksel ve kültürel gerçekleşmesi. Bu kanımca, erk ile iş arasındaki çelişki ve koşutluktan doğan düalist ilişkiyi ortadan kaldıracak, öncelikle erke -ardından diğerine- son verecek başlıca dönüşümü tanımlıyor. Ne herhangi bir emek erkin oluşmasına yol açmalı ne de herhangi bir erk emeğin değerini belirleyebilmeli. Böylece ancak bir bütün olarak ele alabileceğimiz insanlar ve onların eylemlilikleri arasında koşulsuz bir eşitliği sağlayabiliriz.

Bu eşitlik “sermaye” için üretime son verecektir. Sermaye için üretmek ya da üretim aşamasında yer almak aslında iş tanımlarında yer alan akılcılığın en başından yadsınması anlamına da gelir. Bu “yadsınma düzeninde” insan makinenin dişlisinden farksız bir konumdadır. Emeğine ve giderek insanlığına yabancılaşmış durumdadır çünkü. Bu yabancılaşmanın en olumsuz yanı da diğerlerinin varlığının yok sayılmasını ortaya çıkarmasıdır. Sistem bunu işin bölünmesi ya da işin uzmanlaştırılması ile kolaylaştırır. Bu şekliyle sorgulanmayan ilişkiler “iş”in daha iyi yürümesini sağlar. İyi yürüyen “iş”, eşitsizliğin tanrısal bir zorunluluk olduğunun (bu “zorunluluk” düşüncesinin, işin ona dışarıdan verildiğinin gizlenmesinde önemli işlevi vardır), iş ortamında her geçen an -ki bu an’ın olabildiğince uzun olması ideolojik bir argümandır- köreltilen beyinlere kazınmasına bağlıdır. Ve burada da erk sorunu değişen şekillerle tekrar önümüze gelir. Erk, “iş” söz konusu olduğunda, en geniş anlamıyla işverendir. Bu da bizi yeni bir “iş” tanımı yapmaya zorlamalıdır. Örneğin, “eşit gereksinimlerimizin doğa ile düştüğü çelişkileri her iki taraf (doğa/insan-toplum) lehine olacak şekilde çözümleme eylemi” yeni bir tanım olabilir. Aynı örnek tanım üzerinden hareket edersek; kavramın bu şekilde tanımlanmasının başlıca koşulunun “özgürlük” olduğunu görürüz. Konumuz bağlamında özgürlük çalışma ve çalışmama / çalışmayı reddetme özgürlüğüdür ki, bu “çözümleme eylemi” anında o bireyin duracağı yeri çalışmayı seçme özgürlüğünü de zorunlu olarak kapsar. Bu aynı zamanda iş’in birey üzerinde bir egemenlik kurma aracı olma durumuna da son verilmesini gösterir…”

Yıllarca önce yazdığım bu denemede o zamanlar kısmende olsa (!) hala solcu olduğumdan olsa gerek, “geleneksel” sosyalist ideolojilerin kimi argümanlarının kıyısında durarak ve zaman zamanda lafı dolaştırarak derdimi anlatma yoluna gittiğimi görüyorum, geleneksel sosyalist yazının temel kurallarıydı bunlar çünkü…  Ve bugün lafı hiç dolaştırmadan diyebilirim ki, iş bir egemenlik kurgusudur, “geleneksel sosyalist yaklaşımlara göre de iş, parti egemenliğinin kurulması için “özgürleştirici” ve hatta “kimi özel durum ve zamanlara” “sağaltıcı” bir araçtır ve bu şekliyle iş sosyalist köleliğin ifadesinden başka bir şey olamaz…  İşte bunun içindir ki işin ve çalışmanın özgürleştirici etkisinin ideolojik maskelemelere gereksinim duyduğunun farkına varan sosyalist iktidar sahipleri müdahalede gecikmediler. Bir kültür böyle oluştu. Buna yeni kültür dediler oysa “eski” olanın birebir taklidinden başka bir şey değildi bunun için abartılı anlamlandırmalar zorunluydu. Daha önceki söyleşilerde de dile getirdiğim “toplumcu gerçekçilik” bu anlamlandırmanın özetidir. 

Bazen kestirip atmakta ve geriye hiç bakmamakta sonsuz yarar olduğunu düşünürüm.  

Böylece insan birey olmaktan çıkarılarak toplumun (bu bağlamda toplumu bir sürü olarak tanımlamakta hiç sakınca yok) tek başına işlevsin/anlamsız/amaçsız (=HİÇ) bir hücresi durumuna indirgendi. Partinin bir zor/baskı aracı olarak “Toplumcu Gerçekçi Kültürel Müdahale” bu indirgemeyi kutsallaştırma içini canla başla üstlendi; yirminci yüzyıl sosyalizmleri çalışmayı ve iş kurumunu idolleştirirken insanla olan bağını tümüyle kopardı. Proust’un, Miller’in, Faulkner’in Kafka’nın okunmasını yasaklayan Sovyet Sosyalizminin önümüze okuma ödevi olarak getirdiği primitif “edebiyat/sanat ürünlerinin” adlarını burada anmak istemiyorum. Ancak bir kez daha tekrarlamak gerekirse, çalışmanın ideolojik bir göreve, sorumluluğa dönüştürüldüğünü ve bu “sorumluluğun” gereğinin yerine getirilmesinin silahla denetlendiğini, cezasının sağaltım kamplarında ölüm olabildiğini unutmayalım: ideolojin için çalış ve savaş, anavatanın savunması için çalış ve savaş vs… (Anavatan?) yirminci yüzyıl sosyalizmlerinin sanat ürünlerinin önemli bir kısmının bu işi, İŞ işini, ÇALIŞMA işini yüceltmeye ayırdığını görürüz de bunu sosyalistlerimiz niçin sorgulamazlar bilemeyiz! Alman Sanatındaki “üstün insan” “üstün ırk” unsurunun yerini “üstün” ideolojinin ve “anavatanın” alması hani ahlaki gerekçelerle sorgulanmaz bilemem ve hiç kuşkusuz benim gibi bir küçük burjuvanın bunu anlamasının olanağı da yoktur…

Onu bilir onu söylerim; özetle bir başkası için, diğer bir özne için, ister kendimize isterse diğer olan için gereğinden fazla çalışma insanlık dışı bir durumu örnekler.  

kapitalizmle yarışmak

Kapitalizmle yarışmak, üstelik bu işi kapitalizmde yapmak; onun argümanlarıyla onun diliyle ve hatta onun sahasında yapmak… Sosyalizmin yüce ideolojisi ya da anavatanı ya da her ikisinin koruyucusu kollayıcısı partisi için insan olma durumundan, varoluşunun o ilk gerekliliğinden vaz geçerek çalışanların bir başarıya, kazanca gereksinimleri de unutuluyor değildi. Öyle ya her çalışmanın somut bir karşılığı da olmalıydı! Vardı da; örneğin her bir “Sovyet ailesinin” evinde dört-beş adet televizyon olduğunu tahmin edebiliyoruz. Sovyet sisteminin çöküşünün ardından Karadeniz kıyılarında “Rus Pazarı” adı altında kurulan/konuşlanan batakhanelerde, yüz binlerce insanı “tedavi amacıyla” toplama kamplarına gönderenlerin çocukları ve torunları ellerindeki “fazla” televizyonlarını anavatanın savunması sırasında kazanılan madalyalarla aynı tezgâhlarda satarken kendilerine yaşamak için yeni bir iş alanı yaratmış oluyorlardı. Yıkık sistemin insanlarının geçmişlerini, emeklerinin karşılıkları olarak fazlasıyla sahip oldukları tüketim mallarını satarken bir taraftanda kitap okumaları, tezgahlarında sergiledikleri kitapların niteliği ve niceliği ise ne yazık ki Türkiyeli kimi sosyalistlerin Sovyet Sistemi hakkında övünme payı çıkarmalarına bir neden olabiliyordu. Çünkü bizdeki pazarcılar satış yaparken kitap okumaz, solcularımızın çoğu ise kendi yazdıklarından başkasını, örgütlerinin dayattıklarından başkasını okumazlar…

Benzer övünmelere birçok farklı biçimde rastladığımı söyleyebilirim. Örneğin Sovyetlerin ABD emperyalizminden önce “Uzayı Fethetmesi” bir övünme hakkı verir onlara, ancak “onlar” dünyanın en büyük göllerinden Aral’ın nasıl/neden kuruduğunu/kurutulduğunu, Çernobil’i vs. sorgulama gereği duymazlar. Ancak burada esas sorgulanması gereken mevzuu “niçin uzay yarışına girildiğidir” bence. Yanıtları kuşkusuz hazır “anavatanı emperyalist saldırıdan korumak”; ne yazık ki koruyamadılar. Niçin koruyamadıklarına küçük burjuvaca yanıt bekliyorum ve “gerçeğin oralarda biryerde” gizli olduğunu, gizlendiğini düşünüyorum.

İşte bir övünme anekdotu daha: Sosyalist devrimci abimiz bir konuşmasında o güzel Sovyetist günlerde (alın size bir nostalji…) Sovyet/Doğu Bloku/sosyalist sporcuların katıldığı olimpiyatlardaki başarılarından bahsedip “oysa şimdi” diyerek devam etti “düşülen duruma bir bakın şimdi istavroz çıkarıyorlar, boyunlarına haç kolye takıyorlar…” Ormanın tek tek ağaçlardan oluştuğunu görmeyen sosyalistlerin bu durumu anlayamamalarını anlatılan işin doğallığı kadar doğal karşılamak gerekir. Ama asıl işaret etmek istediğim sorun, olimpiyat adı verilen o piyasada sosyalizmin ne aradığıdır ve buradaki kazanma başarısından duyulan hazzın neden bireysel bazda sorgulanmadığıdır.

Bir sosyalist niçin marş söyler? Sosyalistler büyük bir şevkle marş söyler! Söylüyorlar! Bir küçük burjuva radikalist ya da zındık ise hiçbir zaman marş söylemez. İşte fark bu. Olmamak ya da olmamak ve/veya olmamak ya da olmak; öncelikli sorun bu.

*

Şimdi yenide şu ilk slogana dönelim; anlamakta zorlandığım şu kelimenin oradaki varlığı; “”bilim”. Erken bir yorum, “pandemi sürecinin yarattığı kafa karışıklığı” şeklinde olabilir, ne var ki bu yorumumu da fazla savunmam; şimdilik.

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)