Türkiye ekonomisi ağır çekimde bir yol ayrımına geldi.
2016 sonrasında giderek azalan dış kaynak tablosu ile karşı karşıya. 2018’deki Brunson krizi ve 2020’de pandemi krizinde ortaya çıkan ‘ani duruşlarla’ artık sürdürülemez bir patikaya girilmiş oldu.
Bu iki krizde görüldü ki sadece bir ‘dış şok’ kaynaklı ekonomik kriz değil, bu krizlerin yönetilememesi nedeniyle yapısal yetmezliklerin derinleşmesine tanık olundu. ‘Türk tipi başkanlık rejimi’ nepotik bir ekonomi yönetimini yetkili kılınca bilgi ve deneyim değil, yetersiz bir özgüven hâkim oldu ve bir dizi yanlışla ekonomik kriz ortaya çıktı, kötü yönetimle de derinleşti.
2019’daki yerel seçim sonrası iki büyük metropol kent belediyesinin iktidardan muhalefete geçmesiyle ‘kendi yağıyla kavrulma’ dönemi başladı. Ancak ölçüsüz ‘iç kaynaklarla’ yani tamamen kredi genişlemesine dayanan politikanın duvara toslaması kaçınılmazdı; öyle de oldu. Zira düşük faiz, negatif reel faizle ‘ısıtılan’ devasa kredi büyümesi döviz ve altın talebini patlattı.
Sadece ekonomik olgular ve gelişmeler değil, demokratik değerlerden ve hukuktan uzaklaşmanın hızlandığı bu dönemde güvensizlik taban genişletti. Mülkiyet kaygıları tavan yaptı. Döviz ve altın talebi günden güne büyüdü. Bu tabloya sermaye hareketlerinin de terse dönmesi eklenince ‘arka kapı yöntemleriyle’ ülkenin döviz rezervleri sıfırlandı.
Kurların üst üste tarihi zirve yaptığı ve TL’nin dibe vurduğu haftanın sonunda Merkez Bankası Başkanı ve Hazine ve Maliye Bakanının azledilmesi (ikincisine torpil yapılıp ‘görevden affedildiği’ açıklandı) ile bu kredi ile büyüme sayfası kapanmış oldu.
Çok açık ki; devasa iç kredi pompalaması ile girişilen büyüme denemesi duvara çarptı. Özellikle 2020 deneyimi, bedeli çok pahalıya mal oldu.
Warren Buffet’ın mali piyasa bağlamındaki şu sözleri, “sular çekildiğinde kimin mayosuz yüzdüğü anlaşılır” Türkiye koşullarında giderek belirginleşiyor.
2021’de yön bulmak
Soru şu; Türkiye’nin 2020’de pahalıya mal olan ekonomi politikasından sonraki yol haritası nedir?
6 Kasım’da ekonominin yönetiminin azledilmesiyle yerlerine gelen teknik nitelikleri ile öne çıkan siyasetçiler Lütfi Elvan ve Naci Ağbal olmuştu.
Her ikisi de geçmiş ekonomi yönetiminin piyasaları sürüklediği güvensizlik eşiğinden çıkarmak için yanlış kararları ortadan kaldırdılar. Merkez Bankası iki kez faiz arttırarak TL’deki kanamayı durdurdu.
Aradan iki ayı aşan bir süre geçti. Elvan ve Ağbal, ‘oyun alanlarında’ kendi kapasitelerinin farkında bir performans sergiliyor. Bu ‘kapasite’ tanımı, kendi teknik yeterliklerini değil, siyasi olarak kendilerine çizilen sınırı tarif ediyor. Öyle ki; son iki yılda alınan kararların altında imzası olan bürokratlarla istemiyor olsalar da çalışmaya devam ediyorlar. Öyle ya; bankaları kredi vermeye zorlayan kararları alan, rezervleri arka kapı yolları ile eriten, politika faizinin bile altında piyasaya para veren bürokratlar, sonra çıkıp parasal sıkılaştırma kararlarının gerekçesini, TL’nin istikrarını anlatan metinleri imzalıyor. TL’de enkaz yaratılırken resim verenler, bankanın itibar meselesini zehirleyen bir tabloda hala duruyorlar.
Elvan ve Ağbal’ın kendilerine çizilen alanda ‘topu oyunda tutma’ çabası anlaşılabilir. Ancak son gelişmeler bunun da süresinin dolduğunu düşündürüyor.
Hatalar yapılırken ses çıkaramayan, ses çıkaranın da başına iş açılan iş kesimi, şimdi yüksek faizlerden şikâyet ediyor. Ancak sorun tek başına faiz değil.
TOBB Başkanı Rifat Hisarcıklıoğlu, bankaların faiz indiriminde zorluk çıkardıklarını, ancak faiz artırımına gelince daha hızlı davrandıklarını söylüyordu. Hisarcıklıoğlu çok açık ki şirketler kesimindeki derin krizi seslendiriyor.
Pandemide gelişmiş ülkeler hem işini kaybeden yurttaşlarının cebine para koyarken diğer taraftan da işletmelere kira ve diğer giderleri için mali destek, kredi destekleri sağladılar. Oysa Türkiye işlerini kaybedenlerin günlük ihtiyaçlarını bile karşılayamayacak düzeyde nakit destek verirken, yurttaşlara ve şirketlere kredi imkanlarını işaret ediyordu.
Gelişmiş ülkeler, talep yapısını canlı tutmaya yönelik tedbirleri alırken, aynı zamanda işletmelere de kolaylıklar sağladı. Türkiye ise talep tarafını boş bıraktı. Öyle ya şirketler hasılat sağlayacaktı ki borçlarını çevirip ödeyebilsinler. Türkiye ne yaptı? Ucuz kredilerle konut, otomobil talebi canlandırıldı. 2020’de 6.8 milyar (404 bin adet) dolarlık otomobil ithal edildi. 25 milyar dolarlık altın ithal edildi.
Bu tabloya bakınca ülkeyi yönetenlerin söylemlerindeki ‘Dış güçlerin’ bizi neden yıkmak istedikleri anlaşılır gibi değil. Kredi teşvikleriyle Avrupa’daki otomotiv firmalarına destek olup, altın madenleri ve rafinerilerine destek olmuşken…
Yeni bir kredi dalgası mümkün mü?
Son bir yıldaki kredi dalgasının sonuçlarının devasa bir döviz rezerv kaybına mal olduğunu, kurların yükselişiyle başta enflasyon olmak üzere bilanço tahribatlarına neden olduğu görüldü. Kredi faizleri de yeniden yüzde 20’li banda girdi. Enflasyon baskısı ve ivmesi de hesaba katılırsa daha da yukarı gitme olasılığı var.
Döviz borçlusu ve mali sisteminde de milli gelirine oranla yüzde 80’e yakın kredi borçlusu bir şirketler kesimi durgun bir ekonomik büyüme tablosunda sürükleniyor. Borç ödeme sorunudur aslında Hisarcıklıoğlu’nun seslendirdiği.
Sular çekilmiş (döviz akışı kesilmiş) mayosuz yüzdüğümüz (yüksek borçluluk) ortaya çıkmıştır.
Borcu yeni kredilerle yüzdürmek sadece sorunu kartopu yaparak biraz zaman kazanmaktan başka bir şey değil.
Türkiye’ye sermaye akışının sel olup bolca aktığı dönemde siyasetçiler hukuktan, demokratik değerlerden uzaklaşırken ‘ekonomiye bir şey olmadı’ diye düşünürken, şimdi bir yol ayrımına gelmiş durumdayız.
İşin kötü tarafı, ülke yurttaşları da kendi parasından uzaklaşarak altın ve dövize yöneliyor. Şirketler döviz açığı içinde ve hasılat kaybı içinde borç döndürmeye çalışıyor. Yabancılar sermaye getirmiyor, çıkarıyor. Gayrimenkul dışında net doğrudan yatırımlar ise sıfır noktasında.
Şirketler bu soruna sürüklenmişken, pandemi dalgası ile zaten azalan bir kulvara giren istihdam da yeni bir darbe aldı. Tam fotoğraf şöyle; 31.5 milyonluk işgücünün 10.4 milyonu, işsizler, iş bulmaktan ümidini kaybedenler, iş aramayıp işbaşı yapmaya hazır olanlar, kısa çalışmaya ayrılanlar, ücretsiz izne gönderilenlerden oluşuyor. Ayrıca 8.5 milyonluk bir ‘kayıt dışı çalışan’ niteliği olanların yaklaşık yarısı tarım dışında bulunuyor. Bu kesimin pandemi koşullarında, kapatma koşullarında neyle geçindiklerini bilmiyoruz. Buna dönük bir gelir aktarım programı da yok.
Gelir dağılımı hızla bozuluyor
Son olarak, pandemi koşullarının gelir dağılımını da kötü etkileyeceği çok açık. Öner Günçavdı, Aylin Bayar ve Haluk Levent’in yayımlanmamış makalelerindeki (*) grafik çarpıcı.
Adı geçen iktisatçılar 2020 için Gini katsayısını 0.43 olarak hesaplıyorlar. Bunun anlamı, Türkiye’de gelir dağılımının 2017 sonrasında bozularak, 2020’de 2003 seviyesine geri döndüğüdür.
Birçok veride olduğu gibi, gelir dağılımındaki seviye de mevcut iktidarın ilk yılındaki seviyeye geri dönmüş. Tüm kazanımların kaybedildiği ortada.
Şirketler kesiminde tahribat büyürken, istihdam kayıpları ve işsizlik büyüyor. Gelir dağılımı bozuluyor. Toplum giderek hızla yoksullaşıyor.
Türkiye ekonomide de siyasette de bir eşiğe gelmiş durumda. Tüm ‘cephaneyi’ harcayan, enkazı büyüten iktidar, “aynı şeyleri yaparak farklı bir sonuç alacak’ oyun alanında da sahip değil. Uluslararası alanda ticari ve finansal paydaşlarıyla da kavgalı iken dış destek sağlaması çok zor görünüyor.
Siyaset normalleşmeye dönecek mi? Dönmeyecekse gerisine demokratik kanallarda toplum karar verecek.
Kaynak: Uğur Gürses
(*) Öner Günçavdı, Ayşe Aylin Bayar ve Haluk Levent, Evaluating the impacts of the COVID-19 pandemic on unemployment, income distribution & poverty in Turkey
- ‘Arka kapıdan’ döviz satışının dönüşü - 22 Aralık 2021
- Ülke ‘yoksulluk tüneline’ sürülürken - 17 Kasım 2021
- 159 ton altın kayıp mı? - 6 Mayıs 2021