Sol’da Kronik Hastalık: Politik Doğruculuk (1)
Politik doğruculuğun sonuç itibarıyla naiv bir öznelliğin dışavurumundan başka bir şey olmadığını düşünürüm; toplumu ya da topluğu tarafından ötekileştirilmekten ya da yalnız kalmaktan duyulan bir korkunun sonucuda olabilir. Bir fobinin neden olduğu hastalık hali…
Bazen “öküz” olarak stigmatize edilmek ve bu damgalanmanın ardından içine itileceğimiz yalnızlığın keyfini yaşamak, insanal varoluşumuz açısından anlamlı ve oldukça değerli “bir şey” olabilir. Bu süreçteki davranışlarımız, görüşlerimiz, ifadelerimiz kuşkusuz sadece “öküzlüğe” yorulmakla kalmaz; uğrayacağımız mutlak dışlanmanın –ancak süresi değişkenlik gösterir- meşruiyetinin sağlanması, haklılıklarının kanıtlanması için ırkçılık, savaş yanlılığı vs. şekillerde de suçlanırsınız. Bu yazılar kişisel olarak tüm bu “riskler” göz önüne alınarak kaleme alınmış olup yazandan ve yazılanlara “tümüyle” katılanlardan başkasını bağlamaz.
Madara: Farsça kökenli bu sözcüğün anlamını sözlük “kötü, sevimsiz” olarak veriyor. “Madara olmak” ise kötü duruma düşmek, yalanı, yanlışı ortaya çıkmak olarak tanımlanıyor. “Madara olacak” tümcesini de benzer yoldan ilerleyerek tanımlayabiliriz. “Politik doğruculuk” halinde hangi bağlamda olursa olsun, mevzu ne olursa olsun söz/görüş sahibinin madara olmayacağını söyleyebiliriz. Rahatlıkla söyleyebiliriz. Muhalif olduğunu iddia eden tv kanallarından birinde kulağıma çalınan sözler üsteki paragrafı oluşturdu. Konuşmacılardan birisi sosyalist olduğu iddiasındaki bir ekonomist, diğerine göre biraz daha genç… diğeri ise söz ettiğim gibi ekonomistimizden daha yaşlı ve başlıca uzmanlık alanı medya dedikoduları olan bir kadın. Uzmanlık alanları dışında konuşuyorlar “savaş” hakkında, adı konmamış bile olsa; (bu arada bir parantez açmak zorunlu, hatta başlığımız açısından da bu parantez önemli: Sosyalist olduğumu iddia etmemekle birlikte örneklerim sol’dan olacak. Herhangi bir şekilde görsel medyaya “kapağı atan” bütün gazeteci yorumcuların kendi “uzmanlık alanları” dışında her konunun “uzmanı” olduklarına günbegün şahit oluyoruz, bakın her konuda ne kadar rahat ve ne kadar “kesin” konuşuyorlar, ne kadar bilgililer ve bu kadar bilgili olmak için bileseniz ne kadar emek sarf ediyorlar! İşte onlara bu hakkı veren ve her konuda sorumsuzca ve fütursuzca konuşma rahatlığını veren “şeylerin” başında “politik doğruculuk” geliyor. Böylece ne söylerse söylesin doğruluğu tartışmalı olmakla birlikte haklılığı tartışma götürmüyor. Neyse sabah şekerlerimize dönelim, sanırım sabah saatlerinde yayınlanan bir programdı, savaştan bahseden ve coşkulu bir dille “barış yanlısı olduklarını” iddia eden konuşmacılar politik doğruculuklarına sığınarak savaşın nedeni ve gidişatı konusunda fikir beyan etmekte uçuşa geçince dikkat kesildim ve onlardan biri “sonunda Putin madara oldu” deyince konuşmaya ilgim daha da arttı, ne var ki her konudaki uzmanlığına sığınan konuşmacı hemen bunun ardından bu cümlesiyle aynı kelimeleri içeren ancak arada anlamlı bir nüans olan “sonunda Putin madara olacak” deyiverince dikkatimin üstüne şaşkınlık gölgesi de düşüverdi. Bunca yılın yazar çizerleri, gazetecileri… Söyleşi bununla da kalmadı tabii, biraz daha “entel” takılma gereğini duymuş olacaklar ki sözlerini “savaş irrasyonel bir şey” diyerek sürdürme kararını verdiler. Keyifle paylaştılar ve ilan ettiler bu aforizmalarını. Ve birkez daha politik doğruculuk işi galebe çaldı.
Sol/sosyalist olmayan bir radikalist olarak diyebilirim ki ya da bu “teze” karşılık karşı tezim” şudur, irrasyonel olan savaş değil barış halidir ve barış istemidir. “Barış” fetişizasyonu ya da “barış istemi” irrasyonelliği rasyonelleştirme çabasından başka bir şey değildir. İrrasyonelliğin rasyonelliği! Politik doğruculuk ise bu bağlamda bir dibe vuruşu gizlemeye çalışan beyhude bir çabadan başka bir şey ifade etmiyor ne yazık ki. Kuşkusuz “soldan” gelen böylesine hamhalat beyanlar oldukçaşaşırtıcı; örneğin ben hiçbir zaman barış yanlısı olmadım. Politik doğruculuğu kendi lehime ters yüz edip diyebilir ve savunabilirim ki insanlık tarihinde, insanlığın varoluşunda, fiiliyatında barış diye bir şey –politik doğrucu solcuların tanımladığı şekliyle barış- hiçbir zaman olmamıştır ve olmayacaktır. Tersyüz edişe devam: sömürgenler varolduğu sürece savaş olacaktır, insanlık sömürgenlerin olmadığı bir varoluşu hiç yaşamadığı için tarihinin tümünü savaşla geçirmiştir ve geçirecektir. Sömürgensiz bir dünyanın varolabileceğine dair öngörü ve planlar hayal dahi olabilmekten uzak olduğundan, savaşların varlığını ve doğallığını ve rasyonelliğini kabul ederek o çok sevdileri ikili kurgu ile “strateji ve taktiği” bu kabullenişe göre yapmak zorunda olduklarını anlamaları için bir tür hastalık olan politik doğruculuk halinin tedavisinin öncelik taşıdığını düşünüyorum. Tabii “savaş olmuyormuş” gibi yaşanan süreçleri bu sözlerime tepki olarak tartışmaya getirebilirler; öyle anların, öyley”miş” gibi görünen zamanın, tarih dilimlerinin ise sürdürülebilir bir savaş halinden yani iç şavaştan başka bir şey olmadığını söylemek olacaktır yanıtım.
Barış fetişisti politik doğrucu sol söylemin emniyet sübabını ise haklı haksız savaş safsatası oluştur. Ne var ki “haklı” olduğunu iddia ettikleri arasında kazanılmış savaş pek azdır, kazanılanları ise, kazanıldığını iddia ettikleri ise, sürdürülebilir olmamış olamamış, yeniden sömürgenlerin var olduğu sakin iç savaş günlerine dönülmüştür; örnek mi Vietnam!
Bugün yaşadığımız, güncel olan savaşta bu hastalık şaşırtıcı bir şekilde tezahür etmiştir; onların tanımladıkları “barış” neredeyse tamı tamına paxNATO dan ibarettir. Bir körlük hali! Rus sever olduğum gibi yanlış anlaşılmaya mahal vermek istemem… televizyonları mümkün olduğunca az izlemeye çalışarak izlerken aldığım notlardan birine yazdığımı bu yazı vesilesiyle paylaşmak isterim: “Türkiye solunda ne kadar çok NATO sever ve Rus fobik varmış!” Kuşkusuz kolayca üstlenemeyecekleri bu damgalamayı aşmanın yolu yine politik doğruculuk; Rusya işgal ediyor… yaşasın barış… Ukrayna’da çocuklar ölüyor. (İki ara not; çoğu ülkenin adını bile yanlış telafuz ediyor!. Zavallı “Ukranya” bu oyunda NATO emperyalizminin en zavallısından bir piyonu olduğu yetmiyormuş gibi adı bile doğru dürüst –en azından Türkiye’de- doğru telafuz edilmiyor. İki: Bugün dünyanın diğer bölgelerinde kaç savaşın üstelik çok daha yıkıcı şekilde sürdüğünü bilen var mı. Ya da o çok kullanılan bir diğer örneği verelim. Ukrayna savaşı sürecinde orada ölenlerden katbekat fazla çocuğun bu süreçte açlıktan öldüğünü bilmiyor muyuz. Açlık varsa savaş doğaldır!) Bu arada doğru ya da yanlış, haklı ya da haksız olmasının ötesinde Rusya’nın argümanlarının yeterince dillendirilmemesi politik doğrucularımızın bunları yanıtlama cesaretsizliğinden geliyor olmasın.
Politik doğrucu olmadığım için en azından- aklım daha çok ayrıntı sorunlara, konulara takılıyor. Bu sorulara kendimce yanıt ararken tarihe sıkça dönüş yapıyor olabilirim. Bu bağlamdaki tüm sorulara onların verdikleri yanıtlar ise oldukça kısa: “akıl tutulması”. Barış söylemine takılıp kaldıkları içinde tarihe dönmek ya da tarihi sorgulamak hiç işlerine gelmiyor. Hal böyle olunca da “barışa” takılıp kalmak, daha önce söylediğim gibi boşa kürek çekmekten başka bir şey değil, başlıca sığınakları. Çözümsüz bir hal onlarınki, çözümsüz ve doğruymuş gibi görünmeye mahkum!
Örneğin Putin’in “neo-nazi” argümanı üzerinde hiç durmamayı yeğliyorlar ya da Ukrayna’daki Rus azınlığa, nüfusun % 20’sini oluşturan azınlık bu, -bu arada Ukrayna’daki “diğer” azınlıklara yapılanlar tümden göz ardı edilmekte olup her iki taraftanda yok sayılma eğilimindeler- yapılan saldırıları görmezden gelmeyi yeğliyorlar. Tarihe dönelim; 2.savaş yıllarında “nazileri yenmekten” bahseden kukla Zelenski’den bir demokrasi havarisi bir kahraman yaratma çabası… bu zatın iktidara nasıl geldiğinin nasıl getirildiğinin ise onlarca hiç önemi yok; çünkü bunu demokrasinin sonucu sanıyorlar, sayıyorlar. Savaş onlara göre demokrasiye karşı bir darbe anlamını da içermekte. Demokrasinin “bu halinin” sınırları içersinde Zelenskiy’nin bu sözleri üzerine tarihe bakmamız gerekiyor. Tıpkı Polonya’da olduğu gibi Sovyetlerin Ukraynasında da özellikle antikomünist ve yahudi düşmanı yerel halkın nazi ordularına yardım ettiğini yazıyor tarih. Nüfuslarına göre en büyük orandaki Yahudi soykırımın gerçekleştiği ülkelerden biri Ukrayna. Babi Yar unutulabilir mi?
Ukrayna başta eski Doğu Bloku ülkelerinde göz ardı edilmeyecek bir neo nazi örgütlenmesi olduğu artık günümüzün bir gerçeği; inkar edilen bu gerçekle savaşın “diğer tarafında olmak”, NATO tarafında olmak –birde yardım etseler silah yollasalar- meşrulaştırılıyor. Bu savaşla birlikte görünen, net bir şekilde açığa çıkan o ki ülkedeki faşist örgütlenme paramiliter bir devlet yapılanmasına dönüşmüş durumda ve “batı” tarafından finanse edilmekte, desteklenmekte. Ukrayna kahramanının bir taraftanda “lejyoner romantizmi” ile diğer ülkelerdeki faşistleri savaşa çağırması manşet haber olabiliyor. Rusya işgaline karşı neonazi direnişi bir haklı savaş mıdır? Yıllardır herkesin gördüğü, bildiği Dombass’ta yaşayan Ruslara karşı yapılan saldırılar, on yıldan bu yana süren vahşi saldırılar, tecavüzler, kıyımlar bu durumda –politik doğrucu sol’a göre- Ukrayna’nın iç meselesi olarak kalmak zorunda. (O halde. 2. Savaş yıllarında Nazi üniformasıyla Ustaşi işbirliğinde Sırp soykırımına katılan bir dinci faşistin söylemine kanan politik doğrucularımızın Belgrad “seyreltilmiş” nükleer saldırısına uğrarken gördüğümüz suskunluklarını anımsamak da tarihe dönmek demektir.)
Peki ya “batının” dibe vurmuşluğunun örnekleri; Rus kültürüne ve sporcularına karşı yapılan saldırılar (Tolstoy’un, Çaykovski’nin yasaklanması, ünlü bir Rus şefin senfoni orkestrasındaki işine son verilmesi, Kuğu Gölü balesinin sahneden kaldırılması) sadece bir akıl tutulması değildir; bizim solcu politik doğrucularımızın ıkına sıkına dedikleri gibi; ya da batının ırkçılığının dibe vurmasıda değildir. Batı’nın Ukrayna’daki faşist yapıya verdiği desteğin somut bir göstergesidir. Neden dillendirilmez?
Birçok Rus spor takımı müsabakalardan men edildi; demek ki spor ve olimpiyatlar barışın değil iç savaşın ya da savaşların mekanı, vitrini!
Tv’ye dönelim. Benzer yapıda iki uzman gazetecimiz konuşuyor, ikisi de solcu ve hatta sosyalist bile olabilirler! Biri Ukrayna halkının da Türk halkı gibi olduğunu, “diğer halklar gibi ülkelerinden kaçmadığını” söylüyor. Aynı anda alt yazı geçiyor, bir milyonun üstünde Ukrayna’lı batıya “kaçmış”. Komşu ülkeler olağanüstü hal ilan etmiş, ne var ki “bunlar” sarı saçlı mavi gözlü… Gerçekten komik duruma düştüklerini görmüyorlar mı? Hatta öyle görüntüler var ki, batıya giden trenlerden diğer ırklara mensup insanlar indirilerek meçhulde bekletiliyor. Politik doğrucu söyleme göre bu akıl tutulması ya da ırkçılık; sadece bu kardar mı? Daha ötesi neden dile getirilmiyor? Ya bizimkilerin körlükteki ısrarcılığına ne demeli.
Batı ülkelerinde okuyan Rus öğrencilerin okullarından atıldıklarına dair bir kısmı doğrulanmış çok sayıda haber okuyoruz. Türkiye’den ise binlerce öğrenci Ukrayna’ya eğitim görmeye gitmiş! Öğrencilerin savaş ortasında mahsur kalmış hallerini gözü yaşlı izleyen solcu gazetecilerimiz, örnek olsun iki yüz bin nüfuslu Sumi şehrinin hiçbir akademik özelliği olmayan fakültelerinde Türkiye’li öğrencilerin ne okuduğunu, neden gide gide oraya gittiklerini ya da Türkiye’de kaç negatif puan aldıklarını vs. sormamaları politik doğrucu halin vicdanı ile ilgili bir sorun mu. Bu işte biraz “ayrıntı” bir soru…
Bu güne kadar yapılmış tüm demokrasi tanımlarını altüst eden bir kabulleniş içinde politik doğrucularımız. Gelinen nokta itibarıyla onların demokrasisinin temsilcisi, bir kukla dahi olamayacak kadar acz içindeki Zelenskiy’nin bir oligark maşası olduğu unutuluyor ve seçim oyununa biat ediliyor. Demokrasi anlayışları bile seçime indirgeniyor. Ve ne yazık ki saplanılıp kalınan bir türlü tedavisi mümkün olmayan kronik bir hastalık olan politik doğruculukla övülen bu türden demokrasi anlayışı “yeniyi” olanaklı kılmıyor.
*Aslında “politik doğruculukla” ilgi bir yazı planlarken amacım bu savaşı örneklemek değildi. Savaş sadece bir giriş oluşturacaktı; uzadı olmadı. Gelecek yazıya o halde…
- FECAAT,Ahali ve Ahval Durumu İçin Sözlük Denemesi - 19 Mart 2023
- Not Ettiğim Şeyler - 8 Mart 2023
- Mutatis Mutandis - 22 Ocak 2023
Yoruma kapalı.