Siyasal İslam’ın devletle dansı

Musevilerin Peygamberi Musa halkını kölelikten kurtarmasına rağmen, “vaat edilen topraklara” erişemedi ve dolayısıyla umut ettiği devleti kuramadı. Hıristiyanların Peygamberi İsa, inançlarının bedelini çarmıha gerilerek öderken, izleyicileri/müritleri Roma İmparatorluğu Hıristiyanlığı benimseyinceye kadar baskı ve zulüm gören bir azınlık olarak kaldı. Müslümanların Peygamberi Muhammed ise, hayattayken siyasal ve toplumsal hedeflerine ulaştı. Kısa zamanda bir İslam imparatorluğuna dönüşecek olan devletin başına geçerek fetihlere ve din uğruna savaşlara başladı.

Müslümanlıkta başından beri din ve devlet, bir bütün olarak algılandı. Devlet, İslam’ı savunan, koruyan, yayan ve dini kurallarını uygulamaya yarayan bir aygıt oldu. Kimliğin ve bağlılığın temelini ülke, ulus, ırk, sınıf, dil gibi kriterler değil, esas olarak din unsuru oluşturdu. Dost ve düşman bile bu ayrım üzerinden belirlendi. Muhammed ölümünden sonra Muhammed’in vekili olarak seçilen emirlere “Halife” denildi. İslam Devleti’nin başına gelen Halife, devlet başkanı ve dini lider olarak kabul edildi. Halifeler dönemi yoğun iktidar savaşları ve katliamlarla devam etti. İlk dört Halife’den sonra İslam devletinin yönetimi Emeviler hanedanına geçti. Muaviye, kendisinden sonra oğlu Yezid’i Halifeliğe atayarak İslam siyasi tarihinde hilafet ve saltanat dönemini başlattı.

Halifeler döneminden sonra da İslam ülkelerinin çoğunda dine, iç politikada belirleyici bir önem atfedildi. Dini kimlik, aynı zamanda devlete bağlılık anlamına da geldiği için, ülke yönetiminde bulunanlara karşı sadakati de içerdi. Bu nedenle otoriteye itaatsizlik ve inançsızlık toplumsal bir suç olduğu kadar, günah da sayıldı. Toplumda inananlar ve inanmayanlar şeklinde temel bir ayrım yapılarak, İslam için genel bir standart oluşturuldu. Arapça “se-le-me” kökünden türeyen İslam, “teslimiyet” anlamına geliyordu. Müslüman ise “Allaha teslim olan ve bağlanan” kişiydi. Çünkü İslam dininin temeli, “Allah’a, meleklerine, kitaplarına, peygamberlerine, kıyamet gününe, kadere, iyiliğin ve kötülüğün Allah’tan geldiğine” hiçbir kuşku duymadan inanmaktı.

Hıristiyanlıkta kilise ve devlet, toplumda iki ayrı alanı ifade etti. Biri siyaset ve iktidarla, diğeri ise din ve ibadetle ilgilenen yapılar olarak kurumsallaştı. İslam’da ve Musevilikte, Hıristiyanlıkta olduğu gibi din ve devlet işleri birbirinden ayrılmadı. İslam dini, insanın kişisel ve toplumsal hayatının bütün alanlarıyla ilgilenerek yön vermeye çalıştı. Musevilik ve Hıristiyanlık geniş ölçüde “uhrevi”, İslam ise daha çok “dünyevi” bir dindi. Dolayısıyla İslam bir din olduğu kadar, bir töre ve toplum düzeni, bir hukuk ve devlet sistemi olarak ortaya çıkmış ve gelişmişti.

19.yüzyılda İslam ülkelerinde ve 1870’lerden itibaren de Osmanlı devletinde ortaya çıkan Siyasal İslam’ın temelinde, İslamcılığın bir “dünya görüşü” ve “hayat rehberi” olarak” algılanması ve bu doğrultuda “İslami nizam” arayışı vardı. İslam devleti ya da İslami devlet, İslami yasalara, yani Şeriata dayalı bir devlet biçimiydi. Siyasal İslamcılar devleti, dinin yaşaması ve sürekliliği için temel araçlardan biri, İslam devletini de Allah’ın Şeriatı’nı yaşatan bir sistem olarak tanımladı. Böylelikle özünde iktidar amacı olan Siyasal İslam, esas olarak iktidara endeksli ideolojik ve siyasal bir hareket olarak gelişti. Sonuç olarak Türkiye’de hiçbir düzen partisinin emperyalizmden, sermayeden, devletten ve ordudan bağımsız olarak iktidara gelmediğini akılda tutarak şunu söylemek istiyorum. 1969’da Erbakan’ın Milli Nizam Partisi ile başlayan Siyasal İslam’ın 1995’de koalisyon ile 2002’de ise tek başına iktidara gelmesi ve Siyasal İslam’ın 38 yıllık emperyalizmle ve devletle dansının bir sonucudur. 15 yıldan beri iktidarını sürdüren AKP’nin, çeşitli takiye yöntemleriyle devleti ve toplumu İslami kurallara göre dönüştürmesinin, Sünni-Hanefi referanslı tarikatların ve mütedeyyin kesimlerin desteğini alarak bir İslami saltanat dönemi başlatmasının nedeni budur.

Şaban İBA