Sağlıkta Çöküşün Öteki Öyküleri (3)

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde; ülkede her daim olduğu üzere at –sanılanların- izi ile it izinin birbirine karıştığı ve belki de at sanılanlarla itlerin maddi çıkarlar söz konusu olabildiğinde yoldaşlık edebildiği günlerde, özetle henüz aile hekimliği devri başlamamış sağlık ocağında sağlık hizmeti vermeye çalıştığımız günlerde, “sağlıkta özelleştirme” yolunda adımların atılmaya başladığı günlerde birbirinden merdane iki yiğit çıktı meydane. 

Bir kadın biri erkek iki arkadaş; “meydan” dediğimde sağlık ocağımız. Yakından tanıdığımız iki “şahsiyet”, o vakte kadar tabip odalarında ve hekimlerinNGO’sunda aktif görev almış ve devamında da –on yıllar boyunca-  üst düzeylerde görev alacak/onurlandırılacak alacak olan, isimleri cisimler değişse de her zaman emperyalist finansörlerinin “bir” dediklerini “iki” etmeyen yerli ve milli hükümetlerimizden birinin başlattığı “sağlıkta özelleştirme” adımlarından kendilerine düşen payı almak üzere “özel” poliklinik açmaya karar vermişler ve bürokratik işlemlerin bir parçası olarak bizden/sağlık ocağından “sağlık raporu” almaya gelmişlerdi. Kuşkusuz sağlıklıydılar; “haricen sağlam” ibaresi olan ve ek olarak da “poliklinik açmalarında bir sakınca yoktur” notu bulunan raporu alarak gönül rahatlığı içinde ayrılmışlardı. Ne dersin ekmek parası; ancak zaten hekim olarak çalışıyorlardı. Ve belki aynı günün akşamında veya ertesinde ya da gelecek haftasında NGO’larının abanoz kulelerinde benzerleri ile kendilerini dinleyip mesleki varoluşlarını biraz olsun anlamlandırma çabası içindeki “öteki” hekimlere derin teorik abi/abla edalarıyla sağlıkta özelleştirme karşıtı kışkırtıcı vaazlar vermekten de imtina etmeyeceklerdi; nasıldı bu “kuşağın” pek sevdiği şarkının sözleri: “nerden baksan tutarsızlık…”

Ve emin olun “perhiz ile lahana turşusu arasındaki ilişki” hakkındaki sorulara verilecek yanıtları da bu vaazlarının içinde hazır ve nazır dile getirilmeyi bekliyordu. Durumlarını kitaba uydurmakta olduğu kadar kitabı da durumlarına uydurmada son derece mahirdiler. 

80’li yılların ikinci yarısından itibaren –odalar ile yeniden tanışmam- bu “durumu uydurma”  hastalığından hekimlerinNGO’sunun da –bu ayrı “da” önemli!- ciddi biçimde muzdarip olduğunu görüyordum ve ona naçizane bir ad takmam gerektiğini düşündüm: neo-klerikalizm!

Kuşkusuz “klerikalizm” sadece hekimlerinNGO’sunun “hastalığı” değil ülke solunun önemli bir kısmına sirayet etmiş bir “durumdur…

anılardan…

20 yıl öncesi anı defterime “karaladığım” birkaç satır; bir şeylerin değiştiğini iddia edecek birileri var mı?

5 Temmuz 2003

“Sağlıkta büyük dönüşüm” sloganı ile yola çıkan hareket yoğun bir hafta geçirmemize neden oldu. Hafta içinde verilen yaklaşık 200 dolarlık “döner” ödentisi birçoğunun, birçok hekimin bu dönüşümü mutlu atlatmasına ya da sorgulamamasına aracılık etti: 

1)Sorgulasalar ne yazar

2)Sorgulayacak zekâ ve kültürden yoksunlar

3)Türkiyeli hekimlerin hepsinin hakkı yenmesin, ama önemli bir kısmı paraya tapar.

4)Hekimlik Türkiye’de “sınıf atlamanın” araçlarından birisidir.

Hal böyle olunca yönetenler açısından da geriye pek bir sorun kalmıyor; yapacağını yaparsın, baktın sesler yükselmeye mi başladı, atarsın önlerine birkaç kuruş susarlar!

Ardından gelen derin sessizlik ortamında dilediğini dilediğince yaparsın. Kimse sesini çıkarmaz, ilkel politik yaklaşımlarıyla kendi kendilerini bu “derin sessizliğe” mahkûm etmiştir çünkü onlar.

Ancak haftanın son günü dönüp dolaşan ve andığımız bağlamda saygıdeğer hekimlerimize mutluluk aşılayan bir slogan gelinen aşağılayıcı durumun bir göstergesi olarak kaydedilmeyi hak ediyor: “parça başına para-döner alınacak!”

Parça=hasta…

Başka bir söze gerek var mı bilmiyorum, ancak “döner” öyküsünün geldiği noktayı göstermesi açısından önemli; sonu en başından belli ilkel ve düşük bir öykü. Ancak koruyucu hekimlik-toplum hekimliği hizmetlerine yapılan özelleştirmeci-kadrolaşmacı-yağmalamacı saldırının bu sonuca ulaşmayacağını görmemek saflıkla açıklanamaz.

Ya bu yağmanın bir parçası-öznesi olacaksın ya da aptal…

Sonuçta gelinen noktayı tekrarlamak gerekiyor: 2003 yılında Türkiye’de hekimler hastayı “parça” olarak tanımlamakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Hasta bir metaya indirgeniyor; bir bant üzerinde önlerinden geçen bir makine parçası.

Tıpta yabancılaşmayı bundan daha iyi anlatan bir örneğin kolay kolay bulunamayacağını düşünüyorum.

Neredeyse yirmi senelik bir öykü bu: sağlığın hiçleştirilmesini de içeren neo-liberal saldırı politikalarının bir sonucu olarak tüm emek kesiminde olduğu gibi hekim ücretlerinde görülen düşme ve hekimlerin yoksulluk sınırında yaşamaya mahkûm edilmeleri, kendilerini hala bir kast sanan bu zavallı grubun (grup kelimesini bilinçli olarak kullanıyorum çünkü başka bir tanımlamayı bu bağlamda hak etmiyorlar, hakaret unsuru içermemesi için “sürü” kelimesini kullanmaktan özenle kaçınıyorum) tepkilerinin yoğunlaştığı günlerde başvurduğu başlıca eylem biçimi olan beyaz yürüyüş soytarılıkları, gerek eylemciler, gerekse yönetenler için magazinsel bir eğlence olmanın ötesine pek geçmiyordu. Üstelik devletten para isteyen hekimler kendilerini diğer sağlık çalışanlarından ustalıkla soyutlayarak pazarlık güçlerini arttıracaklarını ummaktaydılar; sınıf bilincinin bir türü olsa gerek! (Şimdilerde sadece aile hekimlerinin üye olabildiği sendikalar olduğu söylenmekte!)

Devletimiz korur ve kollar, esirger ve bağışlar!

“Pazarlıklar” sürerken ya da sürüyormuş gibi görünürken hekimlerin 20-30 dolarlık ek bir maaş artışına dahi fit olduklarının görülmesi karşısında yüce devletin ne denli dehşete düştüğünün ayrımına varmak zor olmasa gerek!

Oysa sermayenin planı hazırdı ve bu kadar elverişli bir ortamı kendileri dahi hayal edemiyorlardı. Koruyucu hekimliği-sağlık ocaklarını özelleştirme sürecini başlatacaklar ve temel sağlık hizmetlerinden alınacak paralar hekimlere “döner sermaye” adı altında dağıtılarak seslerin önemli bir bölümünün kesilmesi sağlanacaktı.

Düşünüldüğü gibi olur.

Anlaşma eskidevyolcu ATO sekreteri ile[Tanrılar Türkiye solunu “eski” sıfatlı solculardan/sosyalistlerden korusun diyeceğim ama şimdiye kadar pek de bu bağlamda pek başarılı olamadılar!], her zaman MHP’li sağlık bakanının basın önünde öpüşmeleri ile duruma yakışır bir fiiliyat kazanır.

Ardından zavallı sağlık ocağı hekimleri “döner” beklemeye başlar. Zamanlı zamansız bankalara koşarak saflıklarını deşifre etmeye başlarlar ve ardından her üç ayda bir 30-40 dolar ödenmeye başlanır, buna bile razı olduklarını söyler bir kısım zavallı tıp mensupları.

Ve yılların ardından Temmuz 2003’de bu rakam birden söz ettiğimiz gibi 200 dolara çıkar. Bir bayram havası ki görmeyin gitsin.

Ve hastaların “parça” olarak algılanılması gerektiği büyük bir çoğunluk tarafından kabul görür.

9 Temmuz 2003

“Parça” işi tutmaya başladı gibi!

İşin aslı ortaya çıkıp da alınacak üç beş kuruş için yırtınmaya gerek olmadığı anlaşılana dek değerli Türk hekimleri neredeyse kapı önünden hasta toplama mantığı ile çalışacaklar gibi!      

Şimdi devletin yüksek bürokrasisinin diline düşmüş bir sözcük; devrim.

Sağlıkta devrim…

Devrimle nitelenen özelleştirme ve yağmalama sürecinde sağlık alanında kalan son pürüzlerinde ortadan kaldırılması için yapılan mevzuat değişiklikleri.

[Retorikten öte bir değeri olmayan bazı kelimeler kavramlar vs. ile karşılaştığımızda sorgulamaya yönelik dikkatimiz daha da yoğunlaşmalı; örnek mi: dönüşüm, sürdürülebilirlik…]

*

Bir sevk memuruna dönüştürüldük-indirgendik. Zamanı okuyanlar için şaşırtıcı değil bu sonuç.

Yıkıcı olan insanlık adına, biraz olsun bir şeyler kaldıysa geride: suskunluk…

“özel”leştirme 2

Birkaç yıl atlayarak masalımıza/öykümüze devam edelim. 

Önce özelleştirmenin en önemli ayaklarından birisini “aile hekimliği” dönüşümünün oluşturduğunu not edelim. Dünya Bankası finansörlüğünde lüks otellerde yapılan uyum eğitimleri ile başlayan geçiş sürecinin 2010 yılında tamamlanmasının ardından ülkede başlayan uygulama ile pratisyen hekimlerin gelirlerinde meydana getirilen sıçramalı –ancak göreceli- artış ile olası tepkilerin önüne geçilebileceği düşünülmüş olmalı… Evet, hekimlere altın tepside sunulan bir “retorik” idi aile hekimliği. 12 Eylül ile başlayan (ve “doktorları ağaca bağlayın kaçmasınlar”, “bir sağlıkçı nasıl olurda kaymakamdan, benden –general-  fazla maaş alabilir” gibi sözlerle tarih zihnimize kazınan) sağlıkçı emeğine saldırı yeni bir biçim almakla birlikte yüksek maaş örtüsü birçok olumsuzluğu gizlenmesine, görülmemesine ve asıl önemli olan görülmek istenmemesine, yok sayılmasına neden oluyordu.

[Siyasi tepki ve hekimlik mesleği arasındaki ilişki ayrıca irdelenmeli; bu bağlamdaki “olumlu” ilişkinin 12 Eylül darbesinin ardından tümüyle hiçlendiği not edilmeli…]

Aile Hekimliği hakkında bu bağlamda çok şey yazıldı; sonuç itibariyle benim diyeceğim şudur ki “her ne kadar iktidarın beklentileri doğrultusunda özelleştirme bağlamında istenilen noktaya ulaşılmadıysa da “aile hekimliği uygulaması ile koruyucu hekimliğin tümden hiçlenmesine ve sağlıkta özelleştirme “işine” bir meşruiyet kazandırması da iktidar adına çok önemli bir başarı olarak ele alınmalıdır.

Çöküş pahasına!

Öyküye devam edelim; aile hekimliğinin iktidar tarafından dikte edilmesinin ardından hekimlerinNGO’su merkezde ve yaygın bir şekilde odalar aracılığıyla sahada karşı propaganda başlatıldı. Propagandanın temel söylemi aile hekimliğinin olumsuz yanlarına yönelikti ki doğru olmakla birlikte “sağlık hizmeti alma kültürü” yerle yeksan bir halk için yetersizliğinin ötesinde anlamsızdı. 

Bu sayfalarda not etmek istediğim konu ise NGO/odaların hekimlere yaptığı aile hekimliği karşıtı eylem önerisi ve biçimiydi. Onlara göre pratisyen hekimler sisteme katılmayı reddetmeli ve katılmama haklarını kullanmalıydılar. (İlgili mevzuatı okumamışlar ya da anlamamış olmalıydılar; katılmayanı katacaklardı!) Sahada özellikle bazı illerde bu eylem önerisinde epey yol kat edildi, Doğrudan oda yönetimleri ve oda aktivistleri hekimleri ikna etmekte oldukça başarılı oldular… Kimi illerde! Katılım-tercih-seçim günü geldiğinde, noter huzurunda ve bakanlık yetkililerinin alaysı bakışları altında, NGO/oda yöneticilerin söylemlerine kanan onca genç hekim aile hekimliğini tercih etmezken onlara bu propagandayı yapanlar onların seçmedikleri yerleri tercih ettiler. (Onlara kananlar tercih sıralamasında çekilince açığa çıkan “iyi” ASM’lere onlar yerleştiler.) Ekmek parası retoriği ile “özel”leştirme! 

Aile hekimlerinin NGO ve odalara uzak duruşlarının nedenlerinden biriside bu iki yüzlülük olabilir mi?

Bir soru daha:  Soruya geçmeden az önce dile getirdiği “uzak durulası-sorgulanısı kelimeler” listesine bir tane daha ekleyelim: değişim…  Sık kullandıkları bir slogan olmakla beraber olup bitenin aslında “derin” pazarlık sonucu vitrin tazelemekten başka bir şey olmadığı tezimizin boşa çıkacağına dair bir umudum yok… Yinede soralım, acaba NGO’nun “değişimci” yönetimi genç hekimleri ve aile hekimlerini meslek örgütlerine kazandırma için bir çabası-programı var mı?

ve bir soru daha

Bu satırları yazarken aklıma o kadar çok isim geldi ki; hani o düğünlerde çalınan ve çoklukla da gelinle damadın dans ederken çalınan parçalardan birinde olduğu gibi: kimler geldi kimler geçti… Onlarca isim, çoklu onlarca… Kimlerin isimleri mi bunlar?  Vakti zamanında (ne demekse hem vakti hem zamanı) TTB ve Tabip Odaları yönetimlerinde, “aktivistliklerinde”, onur kurullarında vesairelerinde etkin ve yetkin görevlere alıp –görevlere getirilip- oda aracılığında iyi/yüksek gelirli bir iş yeri, odalı-bol şapkalı akademisyenler aracılığı ile giriliverip doktora programları aracılığı ile dolaylı akademisyenlik, derinteoriksıçımlarla sosyalistlikte kimseye pabuç ve mangalda kül bırakmayıp yeterli ego şişkinliği vesaireler vesaireler sonucunda TTB ve Odalar ile ilişkisini kesip daha sonra “oraların” önünden bile geçmeyen sayfalar dolusu isim kimlerdir. NGO’nun bugünkü haline oraya sımsıkı tutunanlar kadar bunlarında etkisi yok mudur? Yoksa diğer ya da öteki üyeler, bizler bu ikili pragmatik oyunun sadece seyircisi miyiz?  

Tolga ERSOY
Latest posts by Tolga ERSOY (see all)