Ortadoğu’da Değişen Dengeler, İsrail’in Artan Gücü ve Filistin Sorunu

Son yıllarda ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin Ortadoğu’ya yönelik müdahaleleri, bölgedeki dengelerin köklü bir şekilde değişmesine yol açmıştır. Saddam Hüseyin yönetiminin devrilmesi, Arap Baharı sürecinde birçok rejimin çökmesi ve İsrail karşıtı yönetimlerin zayıflaması, bu müdahaleler çerçevesinde gerçekleşen önemli olaylardan sadece birkaçıdır.

Irak müdahalesi, enerji çıkarlarının korunması ve kitle imha silahları konusundaki iddialar temelinde gerçekleÅŸtirildi. ABD’nin başını çektiÄŸi koalisyon güçleri, Saddam Hüseyin yönetimini devirerek ülkede yeni bir düzen kurmaya çalıştı. Ancak bu müdahale, OrtadoÄŸu’daki güç dengelerini yeniden ÅŸekillendirirken aynı zamanda terör örgütlerinin ortaya çıkmasına ve yayılmasına da zemin hazırladı.

Libya’da ise 2011 yılında baÅŸlayan iç savaÅŸ sürecine NATO’nun müdahalesi, Muammer Kaddafi’nin devrilmesi ile sonuçlandı. Bu müdahalenin arkasında enerji kaynaklarına eriÅŸimin yanı sıra, demokratikleÅŸme ve insan hakları savunusu gibi gerekçeler de dile getirildi. Ancak sonrasında Libya, uzun süreli bir istikrarsızlık dönemine girdi ve iç çatışmalar devam etti. Bolca sözü edilen demokrasi ve insan hakları bu coÄŸrafyaya ısrarla uzak durmakta.

Yemen’de yaÅŸanan iç savaÅŸ, Suudi Arabistan öncülüğündeki koalisyon güçlerinin müdahalesiyle karmaşık bir hal aldı. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri, terörle mücadele ve bölgesel güvenliÄŸin saÄŸlanması amacıyla bu müdahalelere destek verdi. Ancak Yemen’deki insani kriz derinleÅŸirken, bölgedeki güç dengeleri daha da karmaşıklaÅŸtı.

Suriye krizi ise, terörle mücadele adı altında, terör örgütleriyle iç içe rejim değişikliği çabalarının öne çıktığını gördük. ABD ve Batı Avrupa ülkeleri ve Türkiye bir yandan terör örgütleriyle mücadele etmeyi dillerinden düşürmezken, Esad rejiminin devrilmesi için muhalif grupları (terör örgütlerini) desteklediler. Bu süreç, Suriye’de uzun süreli bir iç savaşa ve büyük insan kayıplarına yol açtı.

Bu müdahalelerin bölgesel ve küresel etkileri oldukça derindir. Tek taraflı ve çok taraflı müdahaleler, bölgede çeşitli yeni ittifakların oluşmasına ve mevcut dengelerin değişmesine neden olmuştur. Enerji çıkarları ve terörle mücadele politikaları, bu müdahalelerin temel motivasyonları olarak öne çıksa da, sonuçları genellikle karmaşık ve öngörülemez olmuştur.

Enerji Çıkarları ve Stratejik Hesaplar

Ortadoğu, dünya enerji piyasasının önemli bir kısmını kontrol ediyor ve bu nedenle stratejik bir değere sahip. Özellikle petrol ve doğal gaz rezervleri, bölgenin küresel enerji dengeleri açısından kritik önem taşımasını sağlıyor. Bu durum, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin bölgeye yönelik müdahalelerinin arkasındaki temel etkenlerden biri olarak öne çıkıyor. Enerji kaynakları üzerindeki kontrolün sağlanması, birçok politik ve askeri müdahaleyi beraberinde getiriyor. Peki, bu müdahaleler ve stratejik hesaplar, bölgedeki durumu nasıl etkiliyor?

Petrol ve doÄŸal gaz rezervlerine hakim olma çabaları, ABD ve Batı Avrupa ülkelerinin OrtadoÄŸu’da aktif rol üstlenmesine neden oldu. Bu devletler, enerji güvenliklerini saÄŸlamak amacıyla, bölgedeki rejimlerin ve hükümetlerin istikrarlı olmasını hedefliyor. ÖrneÄŸin, 2003 yılında ABD’nin Irak’a müdahalesi, büyük ölçüde bu stratejik hesaplamaların bir sonucu olarak deÄŸerlendirilebilir. Irak’ın enerji rezervleri üzerindeki kontrolün saÄŸlanması, küresel enerji piyasalarındaki dengeyi doÄŸrudan etkilemiÅŸtir.

Buna ek olarak, enerji kaynakları bakımından zengin ülkelerle yapılan işbirlikleri ve anlaşmalar, Batılı güçlerin Ortadoğu’daki nüfuzlarını artırmalarına olanak tanıyor. Bu stratejiler, enerji üretiminin güvenliğini sağlamak ve arz-talep dengelerini korumak amacıyla devreye sokuluyor. Ancak, bu müdahaleler genellikle yerel direnişlerle karşılaşıyor ve istikrarsızlık yaratabiliyor. Enerji çıkarlarının korunması adına atılan adımlar, bölgesel çatışmalar ve politik krizleri tetikleyerek çoğu zaman geri tepebiliyor.

Ortadoğu’nun enerji kaynakları üzerindeki hakimiyet, küresel aktörlerin stratejik planlamalarında kritik bir rol oynuyor. Bu enerji kaynakları, sadece ekonomik çıkarlar için değil, aynı zamanda jeopolitik güç dengelerinin korunması için de büyük önem taşıyor. Dolayısıyla, enerji çıkarları ve stratejik hesaplar, bölgedeki politik ve askeri dinamiklerin birincil belirleyicilerinden biri haline geliyor.

Terörle Mücadele ve Ortadoğu’da Güvenlik Politikaları

11 Eylül saldırılarının ardından Batı’nın OrtadoÄŸu’ya yönelik müdahalelerinin bir diÄŸer sebebi olarak terörle mücadele politikaları ileri sürüldü. Özellikle ABD, bu politika çerçevesinde geniÅŸ çaplı askeri operasyonlar düzenleyerek terörist grupların etkisini azaltmayı hedefledi. Ä°lk olarak Afganistan’da Taliban yönetimine karşı baÅŸlatılan operasyonlar, daha sonra Irak’ta Saddam Hüseyin rejiminin devrilmesiyle devam etti. Bu süreçte terörle mücadele, sadece belirli bölgelere yönelik deÄŸil, tüm OrtadoÄŸu’yu etkileyen geniÅŸ kapsamlı bir strateji haline geldi.

ABD’nin Irak ve Afganistan’da gerçekleÅŸtirdiÄŸi askeri müdahaleler, kısa vadede bazı terörist grupların etkinliÄŸini kırsa da uzun vadede bölgedeki radikal unsurların güçlenmesine yol açtı. Terörle mücadele operasyonları, El-Kaide ve Taliban’ın yanı sıra, DAEÅž gibi yeni terör örgütlerinin ortaya çıkmasına zemin hazırladı. Bu örgütler, Irak ve Suriye gibi iç savaÅŸ yaÅŸayan ülkelerde güç kazandı ve küresel bir tehdit haline geldi. Batı’nın bölgedeki askeri varlığı, bazen sivil kayıplara ve insani krize yol açarak, terör örgütlerinin propaganda aracı olarak kullandığı fırsatlar yarattı.

Suriye’deki iç savaÅŸ ve Yemen’deki çatışmalar ise terörle mücadele politikasının farklı ve daha karmaşık bir boyutunu ortaya koymaktadır. Bu ülkelerdeki kaos ortamı, terörist grupların kolaylıkla barınmasını ve faaliyet göstermesini saÄŸladı. Batı’nın bu bölgelere yönelik askeri müdahaleleri, yerel halkın güvenlik algısını olumsuz etkilediÄŸi gibi, bölgedeki istikrarsızlığın da artmasına neden oldu. Terörle mücadele politikalarının baÅŸarısı, çoÄŸu zaman kısa vadeli kazançlarla sınırlı kaldı ve uzun vadede beklenen bölgesel istikrarı saÄŸlamakta yetersiz oldu. GeliÅŸmelere geriye dönük baktığımızda baÅŸarısız olması istendiÄŸi sonucuna varmak yanlış olmaz. BaÅŸka bir söylemle, Batı’nın terörle mücadele politikalarının OrtadoÄŸu’daki etkileri, terörist grupların güçlenmesi ve bölgesel istikrarın bozulması gibi sonuçlar doÄŸurdu.

İsrail’in Bölgedeki Artan Gücü ve Filistin Sorunu

Ortadoğu’da son yıllarda yaşanan gelişmeler, İsrail’in bölgedeki stratejik konumunu önemli ölçüde güçlendirmiştir. Bu süreçte, Suriye, Irak ve Libya gibi ülkelerdeki siyasi karışıklıklar ve iç savaşlar büyük rol oynamıştır. Özellikle Suriye’de süregelen iç savaş, Esad rejimi ve muhalif gruplar arasındaki çekişmeler, İsrail’in kuzey sınırlarında stratejik bir boşluk yaratmıştır. Her ne kadar bu durum İsrail’in güvenlik kaygılarını artırmış gibi görünse de, sonuçta bölgedeki etkisini genişletmesine olanak tanımıştır.

Irak’ta yaşanan siyasi bölünmeler ve merkezi hükümetin zayıflaması da İsrail’e stratejik avantajlar sağlamıştır. Irak’taki güç boşluklarından yararlanan İsrail, İran’ın bölgedeki nüfuzunu dengelemek amacıyla kendi politikalarını daha etkin bir şekilde devreye sokmuştur. Benzer şekilde, Libya’daki iç savaş ve kaos ortamı, İsrail’in bölgedeki diplomatik ve askeri faaliyetleri için yeni fırsatlar yaratmıştır. Bölgedeki diğer Arap ülkelerinin de kendi iç karışıklıklarıyla meşgul olmaları, İsrail’in bölgedeki konumunu daha da pekiştirmiştir.

Bu süreçte, Filistin sorunu uluslararası kamuoyunun gündeminden büyük ölçüde düşmüştür. Filistin halkının yaşam koşulları daha da zorlaşırken, İsrail’in Filistin üzerindeki kontrolü pekişmiştir. Batı Şeria’daki yerleşimlerin genişletilmesi ve Gazze Şeridi’ne uygulanan ambargo, Filistinlilerin gündelik hayatını daha da zorlaştıran unsurlar olarak öne çıkmaktadır. İsrail, bu gelişmelerden faydalanarak, Filistin üzerindeki askeri ve ekonomik kontrolünü artırmış, Filistin’in uluslararası arenadaki konumunu daha da zayıflatmıştır.

Ortadoğu’daki bu istikrarsızlık süreci, yalnızca Batılı müdahalelerle sınırlı kalmamış, aynı zamanda bazı Müslüman ülkelerin de doğrudan veya dolaylı katkılarıyla derinleşmiştir. Türkiye, Suriye’deki iç savaşta muhalif gruplara verdiği destekle Suriye’nin istikrarsızlaşmasına katkıda bulunmuş, bu durum İsrail’in Suriye’deki çıkarlarını genişletmesine olanak tanımıştır. Suudi Arabistan ise Yemen’deki Husilere karşı yürüttüğü askeri operasyonlarla Yemen’i istikrarsızlaştırmış, bu da bölgedeki genel kaos ortamını daha da derinleştirmiştir.

Bu süreçte Müslüman ülkelerin kendi iç çatışmalarına ve bölgesel çekişmelere odaklanmaları, Filistin’in uluslararası arenada yalnız kalmasına neden olmuştur. Türkiye, Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi ülkeler, Filistin sorununa yeterince odaklanmayarak, İsrail’in bölgedeki stratejik hedeflerine ulaşmasına zemin hazırlamıştır. Bu ülkelerin Filistin’e verdikleri destek genellikle söylemde kalmış, pratikte ise Filistin halkı giderek daha fazla yalnız bırakılmıştır.

ABD ve Avrupa Birliği, Ortadoğu’daki müdahalelerini sürdürürken, bölgedeki bazı Müslüman ülkelerin desteğini de almışlardır. Bu ülkelerin, kendi jeopolitik çıkarları doğrultusunda Batılı güçlerle işbirliği yapmaları, bölgedeki istikrarsızlığın derinleşmesine katkıda bulunmuştur. Müslüman ülkeler arasındaki bu işbirliği, İsrail’in bölgedeki gücünü artırmış ve Filistin’in uluslararası arenada yalnız kalmasına neden olmuştur.

Sonuç olarak, İsrail’in bölgedeki artan gücü, yalnızca Batılı müdahalelerle değil, aynı zamanda bölgedeki Müslüman ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda attıkları adımlarla da şekillenmiştir. Türkiye’nin Suriye’deki politikaları, Suudi Arabistan’ın Yemen’deki askeri müdahaleleri ve diğer Müslüman ülkelerin bölgedeki çatışmalara olan dolaylı katkıları, İsrail’in stratejik avantajlarını pekiştirmiştir. Bu süreçte, Filistin halkı yalnız bırakılmış ve uluslararası arenada destek bulmakta zorlanmıştır. Müslüman ülkelerin bu tutumu, Filistin sorununu daha da zayıflatmış ve İsrail’in bölgedeki hakimiyetini artırmıştır.