Elbette icattan söz ederken kastım fiziki bir icat değil; daha çok duygusal bir icat. Tabii insan söz konusu olduğunda, “icat” sözcüğü pek şık durmuyor. Ama konunun önemini vurgulamak için bu sözcüğü kullanmaktan kaçınmadım. İnsanı “icat” sözcüğüyle aynı cümlede kullanmak belki onu nesneleştirmek oluyor ama zaten herkes bir diğerinin duygusunun nesnesi olmuyor mu? Hatta tanrı katında bile bir nesneyiz, gerisini siz düşünün artık.
En basitinden, giyim tarzımızla, konuşmalarımızla, davranışlarımızla başkalarının bizi kendi algılarına göre icat etmelerini sağlarız. Bizi olmadığımız karakterlere sokarlar. İnsanların kendilerine göre “icat” ettikleri karakterleri sevme hakları olduğu gibi, sevmeme hakları da vardır. Ama asıl olan insanın kendi kendini icadıdır. Mutluluk icadının sevme, sevilme hakkıyla yakından ilişkisi bir sır değildir. Peki, bu hakkın ne kadarı kullanılırsa mutlu olunur… Ölçüsüzce mi?
Şimdi ayrıntıya ve özele girmeden “icat” işine daha genel ve bütüncül bakarsak ne diyebiliriz; ne türden cümleler kurarız?
Hepimiz güneşin gerçekliğinde sınanan bir ömre sahibiz. Doğması başka, batması başkadır o büyük mucidin. Onun o sabah yeryüzünü kucaklayışının bizde bıraktığı garip sevinç… O bizi bağrına basıştaki ılık ipekten tatlı dokunuş. Arkamızda uçsuz bucaksız dekor gibi durup, tüm kaynaklarımızı seferber etmemizi isteyen… Güneşin altında söylenmemiş söz yoktur denir. Olabilir. Ama icat olunamayan çok şey vardır. Çünkü diğer canlılardan faklı olarak, yaşamakla yetinemeyiz; tanık oluruz, yaratırız. Bedenimizle yaşarken, yüreğimizle tanık olur; aklımızla yaratırız. İşte sanatın kaynağı tam da burasıdır ama bir şartla. Özgürlük… Özgürlük olmadan insan, o kendine yüklediği “iyi”yi “icat” etme ya da iyi olma hakkını kötüye kullanacaktır. Kendine iyice doymuş tek varlık olarak güneş, gelecek olan icatların tüm umudunu bağrında taşır.
Güneşten sonra insanlar üzerinde en etkili güç tanrılardır. Tanrılar derken sadece gök yüzünde ya da ulaşılamayan bir yerde olan uhrevi-göksel bir tanrıdan söz etmiyorum. Göksel ve gezegensel, gerekse de yerel, hatta kişisel tanrılardan söz ediyorum. İnsan kendine tanrı arar; icat eder ve sonra ona tapar. Tanrılar da “insan bize tanrılığı verdi, tadını çıkaralım” der gibidir. Ölçerler biçerler, duygusal terziliklere soyundururlar insanları. Tüm yaşam gücümüzü emerler. Öyle zaman olur ki, söz işlemez; mermerdir onlar. Vücudumuz bizim değil de onlarınmış gibi davranırlar. Ölümle tehdit ederler bizi. Ama bazılarımız ölümün başka bir yaşama açık olduğunu bilir. İnsanlar birbirlerinin üstündeki yükleri alma çabasındayken, O yeni yükler yükler. İnsan soyu yaşamla içli-dışlı olmaya çalışırken, kendini kişinin dışına atmaya çalışır. İnsanların birbirlerini öldürme konusundaki çabalarına destek olurlar. Kısacası ölüme hazırlarlar. Masmavi gök yüzünü karartacak, yüzlerini harap bir biçimde toprağa çevirecek, derin derin göğüs geçirtecek tanrılar gerekli insana.
Bizi icat edenlerin yanında kentleri de saymalı. Kentler vardır bizi bir yara gibi saran. Kentler vardır zenginliğin ölçüsü; deniz ya da nehir kenarında olmanın ayrıcalığını kullanan. Kentler vardır ovada ya da sırtını bir dağa yaslamış… Vaatte bulunan, almakla yetinen, veren. Ha, bir de gözler sunulmuş güzellik olarak vardır kentler. Kentler bizi icat ederken, hem görkemini verir hem de -kişiye göre- yoksulluğunu. İnsan ömrü göz önüne alındığında genç olanı pek azdır. Gençliğini yitiren de vardır, bin yıldır genç kalan da. Kentler bizi pek çok özelliğiyle “icat” ederler.
Doğrudur, kentler bizi besler ama aynı zamandan bizden beslenir; kanımızı ister. Hemen her kentin göğsünün tam ortasında yaseminden bir kolye gibi duran meydanlar topluca kendimizi “icat” ettiğimiz yerlerdir. Karakterimizin ne kadarını yer yüzünün bu şiddet yüklü, ışıklı, iriyarı binalarına, coşturucu, öldürücü sokaklarına borçluyuz. Cennet ve cehennem fikrini hoş bir şaka olmaktan çıkarıp gerçeğe dönüştüren yerlerdir çoğu insan için. İnsanı yapan, yıkan mutluktan, mutsuzluktan bahsediyorum: elin dokunmadığı, gözün görmediği durumlardan.
Tabii iyi, dürüst, vicdan sahibi, adalet duygusu gelişkin bir insan olarak “icat” olmuş olmak hiç kolay değildir. Bunun için pek çok faktörün iş başında olduğu bir gerçektir. Bu faktörlerin başında -şayet bir erkeksek- kadın gerçeği – hem beden hem ruh olarak- önemlidir. Ruhumuz anayurdunu onunla bulur. Bizi bir başka açıdan “icat” eder. Tamir eder, öldürür, yüceltir, küçültür, iç-çağrılarıyla yaşatır. Ama insanı icat etmekte kadınlar gibisi yoktur. Biçimli kalçalı, esmer tenli, sarı ve sıcak… Bir adamı erkek olarak icat etmek için başka ne gereklidir ki. Kadınların ipek tenleri tam bir “icat” makamıdır erkek için. Onlar insan ruhunun mimarı desem abartmış olmam sanırım
Ne var ki, kendimizi eni konu bir insan olarak bulabilmemiz için pek çok günahın çağrısına kulak vermemiz gerekir. Ne küçük günahlara kanmalı ne de büyük günahların acımasızlığına teslim olmalı. Zira insanlar birbirlerini gül bahçesine de, Pandora’nın kutusuna da düşürebilirler. Yani birbirinden yüz seksen derece farklı icatlara imza atabilirler. İnsanlar belli konulardaki açlıklarını yalnız diğeriyle giderirler. İnsanın insana olan açlığını giderememiş olması, onun gerçek bir insan olarak “icat” olmasını engeller.
Bu anlamda kişiler diğerinin “icat”ı olduğu gibi, birbirlerinin romancısı, öykücüsü, bazen ressamı ve şairidir. Birbirlerine öz sularını vermeleri bir çeşit besindir. Öz sularının zamansız tükenmesi, icatlarının bozulup darmadağın olmasının sebebidir.
İşte hayatın çifte gerçeği olarak bizi büyüleyecek kadar hayata sarılmamız da, ölümü yüceltmemiz de nasıl bir “icat” olarak hayata sunulduğumuza bağlı. Değil mi?
- Sol Siyaset Saatleri Yeniden Ayarlanabilir mi? - 14 Aralık 2024
- Özgürlük Güzergâhı - 16 Kasım 2024
- Bir İdeoloji Olarak Bilim - 17 Ekim 2024