Bizimki gibi bir toplumda, “doğru” ve “yakışık alır” davranmak üzere yetiştiriliriz. Ama sonuçta geçerli olan doğru ve yakışık alır olmak değil, insanın gerçekten öyle olduğunun kanıtı olan davranış biçimidir. Sadece biçimle yetinmek isteyen insanlar poz verirler, oyuncudurlar ve bu yüzden de sürekli izleyici karşısındadırlar. Davranışlarının ardındaki dürtü gerçek bir duygudan değil, yeterli olamama, geçerli normlara uygun davranamama korkusundan kaynaklanır. Hatta sonunda kendilerine biçilmiş rolleri “doğru” oynamaktan, kusursuz sergilemekten haz almaya başlarlar. Narsisizmin özü buradadır: “Doğru” tavrı, istenen görüntüyü sunmaktan dolayı kendini sevmek. Böyle insanların normlar aniden değiştiğinde “duygularını” büyük bir hızla değiştirebilmeleri, söz konusu olanın gerçek duygular olmadığını gösterir.
Duygularını hızla ve esnek bir şekilde değiştirebilen ve hakim normlara uyum sağlayabilen insanlara dair pek çok örneği Nazi döneminde bulabiliriz. Burada duyguların, bir yapılabilirlik ideolojisi maskesi ardında bozulmasını net bir biçimde gözlemleyebiliriz. Hitler’in silahlanma bakanı Albert Speer, bu konuda bir prototip kabul edilebilir.
Bugün her başarılı yönetici ve politikacının sahip olmak zorunda olduğu özelliklere sahipti: Nazikti, kişiselliğin üstünde bir amaca yönelmişti, açıktı ve altında çalışanların bastırılmış saldırganlıklarını sezgileriyle kendi niyetleri ve hedefleri için kullanmayı biliyordu. Bütün bunlar Mills’in de (1956) formüle ettiği gibi büyük bir doğruluk yansıtmalıydı. Sonuçta Speer’e inanan sadece birlikte çalıştığı insanlar değildi, aksine eski rakipleri ve kendisi de inanıyordu. Silah sanayisinde köle gibi çalıştırdığı işçilere karşı hiçbir hassasiyet göstermeyen bu adam, savaştan sonra eski rakipleri tarafından olağanüstü insani biri olarak tanımlandı (Gruen, 1986). İnsanın ne hissetmesi gerektiğini her zaman çok iyi biliyordu. Tüm duyguların, daha doğrusu duygu pozlarının repertuarına hakimdi. Ama gerçek duyguları mümkün kılan bir iç kimlikten yoksundu (Sereny, 1995). Nazi döneminin bize asıl öğrettiği de budur: Eğer yaşamın anlamı sadece başarıyla tanımlanıyorsa, o zaman aslında bir kimlik sahibi olmayan, ama bu boşluğu toplumsal beklentilere göre doldurarak rol yapmayı beceren insanlar gerçekten başarılı olanlardır. Bu dersi almamız ise, başarıyı insan oluşumuzun tek kriteri olarak görme yaklaşımını sorgulamakla mümkün olur.
Nazi Almanyası’nda Albert Speer gibi çok hızlı sivrilen bir diğer isim de Hans Frank’tı. Daha otuz dokuz yaşındayken Polonya protektorasının genel valisi olmuştu. Frank da, gerçek olmayan duygular gösteren kimliksiz insana bir başka örnektir. Çıkartıldığı Nürnberg’deki savaş suçluları mahkemesinde şunları söylüyordu: “İçimizden birinin dürüst ve açık davranmasının yargıçları etkileyeceğine gerçekten inanıyorum. (…) Dürüstlüğümün onları etkilemesi beni gerçekten sevindirdi,” (Manvell, 1967). Bu davaya katılan Amerikan mahkeme psikologu Gustav Mark Gilbert (1948) de onu, gerçek anlamda ne utanç ne keder hissedebilen, ama vicdan tasarımının dikte ettiklerini inandırıcı bir şekilde sahneleyebilen bir “vicdan tiyatrocusu” olarak betimlemişti. Utanç sergileyişi gerçekliğe değil, teatralliğe denk düşüyordu. Buna karşılık, duygu pozu yapanlar için karakteristik olan, sürekli yaşadığı duygu iniş çıkışları son derece ilginçti. Mahkeme salonunda Hitler üzerine bir film gösterildiğinde Frank şunları söyledi: “Bir an için (…) yine kendimi kaptırdım. Böyle hassas bir insanım işte.” Sonra kendi kimliğinin saldırganın idealleştirilmesinde yitirildiğini ifade eden bir şey söyledi: “İnsan bir an için sarhoş oluyor, ama geçiyor, sonra elinizi açıp bir bakıyorsunuz ki boş, bomboş.” Kimlik gözden çıkartıldığı için idealleştirme farazi bir güç veriyor.
Frank, genel vali olarak Krakov’da yaptığı bir konuşmada şunları söylemişti: “Beyler, sizden duygularınızı her türlü acımadan arındırmanızı rica etmek zorundayım. Yahudileri her bulduğumuz yerde ve fırsatta yok etmeliyiz.” Mahkemede Frank’a böyle bir şeyi nasıl söyleyebildiği sorulduğunda yamtı şuydu: “Bilmiyorum, bunu kendim de anlayamıyorum,” (Manvell, 1967). Herhalde doğruyu söylüyordu, zira kimliksiz olan, dolayısıyla geçerli normlar temelinde “doğru” ve “yakışık alır” davranmaya dayanan bir kimliğe sahip insan, bir başka otoriteye itaat etmesi gerektiği zaman, bir anda eski kendiliğini yenisiyle değiştirir. Artık otoriteyi temsil edenler savaşın galipleriydi. Frank da artık yeni bir kendiliğe sahipti, eskisini ise kavrayamıyordu, kendisini eski yüzüyle göremiyordu.
Frank, ifade ettiği gibi, kendisini dakikalarca bomboş hissedebiliyordu. Ama bu boşluk derhal, yeni kimliğini oluşturacak yeni özdeşleşmelerle dolduruldu. Hızla değişebilen, bukalemunsu bir kimliğe sahip insanlar gerçek acı ve üzüntüyü algılayamazlar. Kimlikleri de dış kabuklardan başka bir şey değildir.
Kimlik
Kimlikleri olmayan ya da üst üste yığılmış çok sayıda kimliği olan böyle insanların verdiği örneklere bakıldığında “kimlik” kavramını bir kez daha ayrıntılı biçimde gözden geçirme ihtiyacı ortaya çıkıyor. Eğer kimliği, benzeri olmayan kişilik özelliklerinin temel bir bileşimi olarak tarif edersek, o zaman bizim toplumumuzun ürettiği kimlik tamamen farklı bir şeydir: Korku verici otorite figürleriyle özdeşleşmeye dayanan bir davranış biçimleri örgüsü. Sadece korku ve ümitsizlik bile bir çocuğu kendi imkanlarına ve kendi kendiliğine yönelmekten uzaklaştırabilir. Fakat yolunda böyle engeller varsa, o zaman çok varoluşsal bir biçimde kendine ihanet etmesinin yolu açılır. Bu durumda kendi algılayışlarının yerine, otoritelerin beklentilerinin kendi beklentileri olduğu yanılsamasını yaratan yabancılaşmış bir kendilik geçer. Bu durum, başkalarının beklentilerinin üstlenilmesi, kendi yerine getirilmemiş beklentilerine karşı saldırganlık, başka kurbanlara karşı nefret ve kendilikte bir boşluk duygusu yaratır. Bizim uygarlığımızdaki yaşamı belirleyen de işte bu nefrettir.
Uygarlığımızın kimlik oluşturduğu iddiası ancak, üst üste yığılmış kimlikleri kimlik olarak kabul edecek olursak doğrudur. Ama geri planda hep insanın kendi kurban durumunda oluşu vardır. Eğer bir insana kurban durumunda oluşunun nedenlerini ve kaynaklarını görmek yasaklanırsa, biriktirilmiş öfkenin yüklenebileceği bir düşman arayışı yaşamının amacı haline gelir. Statü kaybı veya ekonomik sıkıntı gibi dış koşullar, bakışın dolayısıyla duyguların iç kurbana çevrilmesine neden olduğunda bu arayış hep tekrarlanır. Bunun sonucu bir şiddet kısırdöngüsüdür. Burada kendine acıma, insanın kendi şiddet eğilimini maskelemesinde işlev görür. Aslında kendine acıma şiddeti körükler ve vicdandan arta kalan ne varsa bastırır.
Şiddeti harekete geçiren, insanın kendi kurban durumunda oluşu karşısında duyduğu nefrettir. İnsanlar suçluluk duygularından ne ölçüde kurtulabilirlerse, yani bu duyguları bastırmada ne kadar başarılılarsa diğerleri tarafından liderliğe getirilme olasılıkları o kadar artar. El Salvador’daki El Mozote köyünü yerle bir eden Yarbay Monterossa, böyle liderlerden biriydi. Kökeni itibariyle bir indioydu, yani askeri yönetim tarafından yüzlerce yıldır ezilen kesimdendi. El Salvador Askeri Akademisi Gerado Barrios’ta okudu ve on dokuz kişilik sınıftan sınıf dördüncüsü olarak mezun oldu. Diğer beyaz öğrencilerin aksine çelimsiz yapılıydı ve bir El Salvador köylüsünün yüz hatlarına sahipti. Ama ayaklanmacılara duyduğu nefret, hepsi İspanyol kökenli olan sınıf arkadaşlarının nefretinden daha büyüktü. Liderleri Villalobos onun için, kendi inkar edilmiş ve nefret ettiği kendiliğinin bir aynasıydı. Gerillanın kendi “alter ego’su olduğunu hissediyordu,” (Danner, 1993) ve bu yüzden de onu öldürmeliydi. Aynı şekilde Lyon gestapo şefi Klaus Barbie de Fransız direnişçisi Jean Moulin’i öldürmek zorundaydı. Monterossa, ayaklanmacı Villalobos’ta kendiliğinin kendisinden kopartılmış parçasını, kendi potansiyel isyancı yanını görüyordu, ama bu yanından nefret etmeyi öğrenmişti, bu nedenle de onu diğerinin içinde, onunla birlikte öldürmeliydi.
Burada lider yapısını karakterize eden başka bir şey daha söz konusu: Monterossa tümüyle, annesini elinden kurtardığı kötü babayla özdeşleşmişti. Bu nedenle başkaları üzerinde uyguladığı baskıyı tamamen haklı görüyordu. Monterossa kendisini, çocuklarını katlederken onların sadece iyiliğini isteyen bir baba olarak görüyordu. İndiolara şöyle söylüyordu: “Biz sizin gerçek kardeşleriniziz. Zenginleri pohpohlamıyoruz. Aramızda hiç zengin birini görüyor musunuz? Kanımızı toprağa veriyoruz,”burada “kahramanlığın” kendine acıma yönünü uç noktalara çıkartıyor “ama siz de toprağı verimli kılmalısınız.” Bunlar bir Hitler’in veya benzerinin sözcükleri değil mi? Kendi kurban durumunda oluşunun intikamım almak için koymalarını ölüme süren çoban değil mi bu?
Yarbay Monterossa gibi öldüren, ırza geçen, yabancılardan nefret eden, zayıfları ezen insanlar, kendileri daha küçük ve çaresizken kendilerim ezen insanların aşağılamasını içselleştirmiş insanlardır. Bu süreç boyunca, öfke ve dehşet gibi, kurban açısından “rahatsız edici” duygulara izin veren empatinin koparak ayrılması yaşanır. Burada yine, empatinin deforme edilmiş bir hali olan kendine acımayla karşılaşırız.
Arno Gruen
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024