Büşra Ersanlı: “Yeryüzünün tüm canlıları, barış için birleşin”

Barış kelimesi hepimizin dilinde. “Barış istiyoruz” diyoruz; özellikle son dönemde, ölüm haberleri geldikçe “hemen, şimdi!” diye ısrar ediyoruz. Ama sormakta fayda var: Biz barış kavramından ne anlıyoruz?

Prof. Dr. Büşra Ersanlı’yla Rumelihisarı’ndaki evinde buluşup bu soruyu irdeledik. Ersanlı, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler uzmanı. Öte yandan, halen süren KCK davasının sanıklarından biri. Türkiye’de “barış süreci” yaşanırken, 3 Kasım 2011’de tutuklandı, yaklaşık 9 ay özgürlükten alıkonuldu. Şimdi, çatışma ortamında, 15 Eylül’de yeniden hâkim karşısına çıkacak. Bu durumda söyledikleri ayrıca değerli.

Büşra Ersanlı, 21. yüzyılda kavramın kapsamının genişlediğini anlatıyor. “Barış, tüm canlıların haklarının genişlemesi ve yaygınlaşmasıyla ilişkili” derken, insan ile doğa arasında kurulması gereken dengeye dikkat çekiyor. Demek ki insanların birbirleriyle olduğu kadar dağlarla, derelerle de “barış imzalaması” gerekiyor.

Türkiye yaşanan çatışmalara baktığımızda ise, ona göre karşımızda “etnik değil sınıfsal bir sorun” var. “Ben şuna eminim” diyor: “Nasıl ki şehitlerin anne babaları acı çekerken hükümranlara bakıp içlerinden ‘bak onların çocukları ölüyor mu?’ diye düşünüyorsa, birçok gerilla annesi babası da kendi aydınlarına, işadamlarına bakıp aynısını düşünüyor.”

Ersanlı için Türklerin, Kürtlerin ve bu topraklarda yaşayan herkesin ortak bir duygusu var: Devlet tarafından onurunun kırılmış olması. “Ne yaptı size bu devlet?” diye sorulmuştu. Ece Ayhan’ın “Meçhul Öğrenci Anıtı” şiirini anımsatıyor: Bazı çocuklar devlet dersinde öldürüldü ama hepimizin onuru kırıldı ve “onur kırılması ölüm acısından çok daha kalıcı”.

İşte söyleşimizin tamamı:

Hayatı yeniden kurmak

“Barış” eşittir “savaşın sona ermesi” midir?

Önce şunu netleştirmeli: İnsan doğasına uygun olan barıştır. Marazi olansa savaş. Barış koşullarının, yani toplulukların ve şahısların birbiriyle dengeli bir anlaşmazlık içinde yaşayabileceği gündelik koşulların, her türlü ekonomik ve sanatsal üretime büyük katkısı vardır.

Ancak barışı bu söylediğin denklemin dışına çıkarak değerlendirmek gerekir. Siyaset bilimi, felsefe, şiddet ve devrim konuları açısından bakılabilir. Ama hepsinin geldiği bir nokta var: 21. yüzyılda barış kavramı canlıların haklarının yaygınlaşmasıyla ilgilidir. Üretim de bununla bağlantılıdır.

Canlıların haklarının yaygınlaşması sözünden ne anlamalıyız?

Yirminci yüzyıldan farklı olarak, devletlerin her konuda hükümran olduğu, kaynakların nasıl kullanılacağından toplumsal yaşama biçimlerine kadar her şeye yön verdiği sistemden çıkmak demek. İnsanların hem birey hem de topluluklar olarak, diğer tüm canlılarla ortak dengesini yeniden, ama antik çağda olduğu gibi değil, bugünkü toplulukların ihtiyaçlarına cevap verebilecek şekilde kurması demek.

Örneğin Hopa’da yaşanan sel felaketi ve yitirilen hayatlar. O insanlar neden uyarılmadı, madem ki her şey merkezi? Aslında neden kendi uzmanlarıyla, kendi çevre dengelerine, kendileri karar veremiyorlar? Bütün bu dengeleri çok vicdanlı, ahlaklı ve eşitlikçi bir şekilde kurmanın yollarını aramamız; iyi bir doktor hastasına teşhis koyarken nasıl bütün alâmetleri hesaba katıyorsa, dengeyi yaratırken bizim de bütünsel bir hesap yapmamız gerekiyor.

Önce kadın erkek eşitliği

Böyle bir barışın inşası sanıyorum ki toplumsal uzlaşıyla mümkün. Bu nasıl sağlanabilir?

Her şeyden önce, kadın haklarının erkek haklarıyla tamamen eşitlenmedi bir ortamda uyum ve hoşgörü atmosferi bulmak çok zor. Çünkü orada sürekli bir gizli rekabet alanı var ve bu, sık sık şiddet olarak dışa vuruluyor.

Ayrıca barış kavramını genişletebilmek, doğayla dengeli yeni bir hayat kurmak için kadının rolü erkekten çok daha fazla. Kadınlar, yeni politikaların üretilmesini, hayatın buna göre düzenlenmesini, toplumda zarar yaratan alışkanlıkların -sıpa sopa benzetmesi gibi- önlenmesini, gündelik ahlâk ve vicdan kodlarının değiştirilmesi sağlayabilirler.

“Savaş barışmaları” açısından baktığımızda da, İngiltere İrlanda örneğinde, kadınların büyük bir katkısı vardır. Bu açıdan HDP’nin “seçim hükümetinin yarısı kadınlardan oluşsun” önerisi sembolik görünebilir ama çok önemliydi. Bırakın iki ayı, bir hafta için bile o görünüm, siyasi konu seçimi ve ölümlü-çatışmalı noktaya bakış tarzını hızlı bir şekilde değişime sürükleyebilirdi. Oysa ne oldu, tek dil, tek devlet, tek bayrak, tek kadın (Bakan).

Türkiye’de kadınların mücadeleye katılımının arttığını görüyoruz. Yeşilyol’a karşı “Devlet kimdir? Ben halkım” diyen Rabia Ana. Sonra, doğuda kadınların beyaz tülbentlerini yere bırakarak yaptığı barış çağrısı…

Yol alındı ama hükümetlerde, sivil toplum kuruluşlarında, istihdam ve ekonomik açıdan, karar verme noktasında kadınların durumu halen çok zayıf. Kürtlerin mücadelesiyle yerel yönetimlerde kadınların varlığı arttı. Ama halen yüzde 2.5.

Sorun etnik değil, sınıfsal

Toplumsal uzlaşı noktasında, Kürt ve Türk halklarının “barışması” sizce nasıl mümkün olabilir? Barışın demekle sorun çözülür mü?

Birbiriyle çok farklı hayatlar yaşayan, ekonomik gelir seviyesi, tahsil seviyesinde uçurumlar olan iki insanın yapay bir şekilde barışmasının anlamı olur mu? Onların birbirlerine yardımı dokunabilir mi? Dokunsa da bu ne kadar sürer? Halkları birbirine yakınlaştırıp eşitleme sürecine gireceksin ki insanlara özgüven gelecek, özgüveni olan insan da yanındakinden şüphelenmez.

Peki çatışmaların etnik temelli olduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, ağırlıklı olarak ekonomik. Polisler, askerler ölüyor. Çoğu yoksul ve kendine başka bir olanak sağlama imkânı düşük insanlar. O gençlerle kendi kimliğini ortaya koymak için savaş verdiğine inanan PKK’li gerillalar arasında fazla bir fark yok. Çünkü orada savaşanlar da genellikle yoksul, yoksun, kenara itilmiş ailelerin çocukları. Dolayısıyla yaşanan çatışmanın altında çok ciddi bir sınıfsal mesele var. Nasıl ki şehit olanların anneleri babaları, acı çekip de içlerinden hükümranlara bakıp “bak onların çocuğu ölüyor mu?” diye düşünüyorsa, hiç şüphem yok, birçok gerilla annesi babası da kendi aydınlarına, işadamlarına bakıp aynısını düşünüyordur.

Devlet onurumuzu kırdı

Ortak bir tarihimiz, iç içe geçmiş kültürümüz var. Bu coğrafyada yaşamanın getirdiği bir duygu birliğimiz de..

Çok benzer olduğumuz bir yan var: “Devlet her şeydir, onu sorgulamak ayıptır, günahtır” düşüncesiyle hayatın her alanında şamar yemek, onurumuzun kırılması.

Bir bürokrat sana hiç çekinmeden “sen” diye hitap eder. Hâkim kendisini tanıklardan, sanıklardan üstün görür. Bir okul müdürü kendini öğretmenlerden üstün tutar. Yani bir koordinasyon vazifesi yaptığını, oradaki hayat dengesini düzenlemeye yardımcı olduğunu unutur. Bu tavır Kürtler için de, Türkler için de böyledir. Türkiye’de yaşayıp da “benim şimdiye dek onurum kırılmadı” diyecek bir vatandaş olduğunu sanmıyorum. Üstelik, onur kırılması ölüm acısından çok daha kalıcı.

“Ne yaptı size bu devlet” diye sormuşlardı. Yanıtı “onurumuzu kırdı” olabilir.

Ece Ayhan’ın şiirini hatırlayalım. “Buraya bakın, buraya, bu kara mermerin altında/ bir teneffüs daha yaşasaydı/ Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülmüştür/ Devlet dersinde öldürülmüştür.” Bu çok önemli bir şiir.

Benim için Türk, Kürt olmak bir anlam ifade etmiyor. Biri Türkçe konuşamadığı için şamar yiyor, diğeri herhangi bir şey yaptığında onuru kırılıyor. Bu onur kırma operasyonu, askeri operasyondan daha uzun ve kalıcı. Sıkıyönetim diyelim Türkiye’de 20 yıl sürdü, belki daha fazla, insanların yüzyıllardır onuru kırılıyor.

Bir ülkede bir devletin, bir hükümetin, yöneticinin, ona ihtiyacı olan insana “elime düştün” hissiyatı vermesi kadar acı bir şey olamaz. Ki bizim davalar bunun aynasıdır. BDP’lileri topluyorsun, şiddet eyleminde yakaladığın kimse yok, siyaset yapan insanlar, bunları biliyor ama yine de onları tutukluyorsun. Neden? Siyaset yapmasınlar, fikirlerini ilerletmesinler ki seçimlerde elim güçlü olsun diye. Çünkü meseleye kumar gibi bakılıyor.

15 Eylül’de yeni duruşma var. Karar çıkmasını bekliyor musunuz?

Hiç gerek yokken tekrar bir seçim yapma ihtiyacı duydular. 7 Haziran’da bir uyarı yapıldı halk tarafından. Birlikte düşünmeye alışmanız lazım denildi. Koalisyon da aslında bu demek: Meselelerin çoklu değerlendirilmesi. Buna yanaşmadılar ve arkasından bu kadar katakulli…

KCK davasın da bu nedenle ertelemenin bir yolu daha bulunacaktır. Ama şunu söyleyeyim, yeter artık, devlet abileri kendilerini bir şey zannetmesinler. Devlet dersinde üniversite hocalığı olmaz. Devlet dersinde yerel yönetim olmaz. Bilimi ve özyönetimi yeniden düşünmek zorundayız.

Röportaj: Aslı Uluşahin