Kriz mi, iflas mı (III)

Türkiye’nin dış borç tutarı 31 Mart 2018 itibariyle 466,7 milyar dolardır. Merkez Bankası’nın birkaç gün önce açıkladığı ve 29 Haziran 2018 tarihini baz göstererek bu rakamın 457 milyar dolar olduğu bildirilmiştir. Dış borç stokunun milli gelire oranı % 51,8’dir. Dış borun 352 milyar doları özel sektöre aittir. Buna cari ödemeler dengesindeki açık olan 82 milyar dolar da eklendiğinde 539 milyar dolar 2019 yılına devredecektir. Aralık 2018 tarihi itibariyle hesaplanacak faiz miktarı bu rakamın dışındadır. 2018 tarihinde ödenmesi gereken dış borç stoku 2017 tarihinden devreden 437,996 milyar doların bir kısmı kısa vadeli borçlanmayla ilgilidir. Ayrıca 2017 cari açığı olan 77 milyar dolarlık borç da mevcuttur.

2018 tarihinde ödenmesi gereken kısa vadeli dış borçlar toplamı 236 milyar dolardır. Bunun için Devletin bu yılın sonuna kadar 236 milyar dolarlık dış kaynağa ihtiyacı vardır. Bunun 104,4 milyar doları bankaların, 80 milyar doları şirketlerin, 6,4 milyar doları kamu kesiminin olmak üzere bir yılda 184,7 milyar dolar dış borç ödenmesi yanında 51 milyar dolar da cari açığın finansmanı mevcuttur. Bu rakamlar Mart 2018 tarihi itibariyle çıkarılan rakamlardır. Ancak doların 6 TL’yi geçmesi nedeniyle faiz ve vergilerin bu rakama bindirilmesi sonucu farkın bir hayli yükseleceği ortadadır. [9] Dolayısıyla dış kaynak ihtiyacının artması ve faizlerin yükselmesi ile birlikte döviz kurları da yükselmektedir. Ayrıca ekonominin küresel sermaye gereği çevre ekonomisi olan Türkiye’de beklenmedik dalgalanmalarla birlikte fırtınaların yükseldiği ve belirsizliğe doğru gittiği bilinen bir gerçektir. Bu nedenle siyasal otoritenin yapacağı en akıllı davranış IMF’nin kapısını çalmak olacaktır. Ayrıca Türkiye’nin gerekli önlemleri almak için çaba göstermemesinin yanında riskler yaratmaya devam etmesi ülkeyi tam anlamıyla çıkmazın içine sokmaktadır. Çünkü ekonomisi riskli “çevre ülke” olan Türkiye’de yabancı sermayenin tekrar gelmesi, ülkenin güllük, gülistanlık ve dolarla oynayacağı günleri araması oldukça zordur. Bu zorluğu McKinsey aracılığı ile mi çözecek, yoksa ülkeyi bir maceranın eşiğine mi getirecek, bunu ileriki bölümlerde irdelemeye çalışacağız. Ülkeye yabancı sermayenin girmesi riski karşısında doların bugünkü kuru yazıyı hazırladığım 30 Eylül 2018 sabahı 6 TL üzerinden işlem görüyordu. Bu rakamı gerekli önlemler alınmadığı takdirde daha çok arayacağımızı tahmin ediyorum. Bazı yazarlarımız havanın iyi olacağı ve ilkbaharın yakın olacağından bahsediyorlar ki, bunlara katılmak mümkün değildir. Cari açığın yükselmesi, borç yükünün milli gelire göre artması, kısa vadeli borç paylarının yükselmesi ve kısa vadeli borçların rezervlere oranı gibi benzer göstergelerin altüst olması ve buna ilaveten gerek ülke içinde ve gerekse uluslararası arenada istikrarsızlığın eklenmesiyle birlikte uluslararası  sermayenin kaçışı da eklenince 2019 yılının pek parlak olamayacağı görülecektir. Hiç şüphesiz ki sıcak para, yüksek faizin hakim olduğu ekonomilere yönelmektedir. Ülkeye giren sıcak paraların 16 yıllık iktidarı boyunca AKP hükümetleri borçlanmaya dayalı bir tasarrufu destekleyerek inşaat sektörünün büyümesine katkı sağladığı gibi sektörel büyümenin temel kaynağını oluşturdu. Böylece kendi sermaye sınıfını yarattı. 2003-2007 dönemlerinde ve sonrasında yüksek maliyet ve faiz artışı, sıkışmış durumdaki konut satışları ve buna bağlı inşaat sektörünü zora soktu. Türkiye’ye 1947 tarihi itibariyle dış borçlanmaya başladığı günden bu yana hiç ilkbahar yüzünü görmedi. Hatta daha önceleri de bu ülkeye ilkbahar uğramadan, teğet geçmişti…

Bir zamanlar özelleştirmeden gelen paralar ile birlikte yabancı sermayenin Türkiye’yi cazip bir ülke gibi görmesi, ve 600 milyar dolar gibi devasa bir sermayenin girdiği ülkede, ne yazık ki, ekonomiden anlamayan kişilerin insafına terk edilmesi sonucu, bu paraların büyük çoğunluğu yanlış sektörlerin tercihine yöneldi. Eğitim, sağlık ve teknolojiye yatırılması gereken bu devasa paralar, inşaat sektörüne ve halka ucuz kredi versin diye bankalara dağıtılması sonucunda alarm vermeye başladı. Bunun yanında kısa aralıklarla yapılan seçimler ile bütçenin sürekli ve kronik açık vermesine neden oldu. Artan dış borç stoku, yükselen enflasyon, artan işsizlik, siyasal otoritenin her konuda duygusal hareketle gerekli gereksiz toplumu gerecek şekilde demeç vermeleri, OHAL ortamının sürekliliği, yargı bağımsızlığının pazara çıkarılması, cari açığın kontrolsüz  artması, yabancı sermayenin ülkeyi güvensiz bulması, toplumun gerilmesi, istikrarsız ve yanlış dış politikalar ile geçmiş dönemlerdeki ekonomik krizlerden ders çıkartılmaması ve neoliberalizmin tek seçenek olarak ön plana çıkarılması, otoriter baskı ve sindirme politikaları ülkeyi krizin içinden çıkılmaz hale getirdi. Yaşamakta olduğumuz kriz de sadece ekonomik kriz değildir. AKP’nin kendisi bir kriz iktidarı olarak ortaya çıktı. Ülke yönetimine dayatılan neoliberalizm, aynı zamanda bir tasfiye rejimidir ve her yönüyle antidemokratik yeniden yapılanma sürecini kapsamaktadır.

Neoliberalizm doğası gereği antidemokratiktir, baskıcıdır ve faşizandır, daha otoriterdir. Türkiye, bunun örneklerinden sadece biridir. Dünya aurası da Türkiye’den pek farklı değildir bu tür uygulamalardan. Bu da kapitalizmin genel krizinin bir eşiğidir. [7] Bunun siyasal ortakları vardır.   Başta ana muhalefet partisi olmak üzere AKP’ye göre dizayn edilmiş diğer siyasi partiler Neoliberalizm gereği yeni baştan dizayn edilmiştir.

Neoliberalizm, mali sermayenin artan tahakkümüdür. Bu sistemin temel amacı, malî sermaye ve çokuluslu şirketler için kâr elde etme alanlarının güvence altına alınması, korunması ve genişletilmesine yönelik olmuştur. Oysa malî sermayenin çıkarlarının güvence altına alınması için gereken politikalar, genel olarak temel ekonomilerin, özel olarak da işçi sınıfının zararına olagelmiştir.

Nitekim, kapitalist devletler ilk olarak, verilen borçlardan sağlanan kârları enflasyonun tahribatından korumak için, sürekli olarak sıkı makro ekonomi politikası, sıkı kredi ve dengeli bütçe uygulamışlardır. 1970’lerin sonlarından itibaren dünya ekonomilerini etkileyen yavaş büyüme ve yüksek işsizliğin temel nedenleri  de bu politikalardır. [10]

Neoliberalizm, piyasanın verdiği arızalarla sıkışmış durumdadır. Hatta çökemeyecek durumda olan bankalar dahil olmak üzere, kamu ihtiyacını gideren ve tekelleşmede rakiplerini aşmaya çalışan kuruluşların da üzerine çullanmaktadır. Neoliberalizm, halk kitleleri tarafından benimsenmeyen durumların dayatılmasıdır. Örneğin sosyal politikaların üretilmesinde oluşabilecek krizlerin tali plana itilmesi için kamuoyunun dikkatini başka yönlere çekmek, dikkati dağıtmak ve başka krizleri ön plana çıkarmak gibi bir huyu vardır. Ülkede oluşabilecek bir krizin faturasını büyük halk kitlelerinin omuzlarına bindirmek, sendikaları ezmek, toplu sözleşmeleri askıya almak, grev, boykot ve benzeri gibi demokratik talepleri yasaklamak, antidemokratik uygulamalara rağmen demokrasi havarisi kesilmek gibi ikiyüzlülüğü vardır. Bunun dışında, başta eğitim olmak üzere, sağlık, enerji, su, ulaşım, yol, köprü ve hatta cezaevi gibi kamu hizmetlerinin tamamen tasfiye edilerek özelleştirilmesi, şirketlere devredilmesi, bunlardan yararlanmak için önlerine gişe konulması, devlet veya sivil farkı gözetilmeden tümünden para alınması, rant sağlanması, yapılan haksızlığın ve soygunun bir başka adıdır neoliberalizm. Küresel ekonomide neoliberalizm başta belirttiğimiz gibi hep çevre ülkelere dayatılan yeni bir sömürü sistemidir. Tek adam rejimi bu sistemin olmazsa olmazıdır. Türkiye bu sisteme Kemal Derviş döneminden itibaren boyun eğmiş durumdadır.

“Merkez ülkeler”in en önemli hedeflerinden biri de tekellerin, uluslararası finans kapitalizminin “çevre ülkeler”ini iliklerine kadar sömürmek, gerektiğinde ülkeyi yöneten siyasal otoriteyi değiştirmek, NATO’nun geleneği olan geri kalmış ülkelerde askeri darbeleri yaptırmak, ulusal devlet sistemini çökerterek bir kabile devleti haline getirmektir.

(Devam edecek)


[9]  Abdurrahman Yıldırım, Dış kaynak ihtiyacı 236 milyar dolar (Haber Türk 19.03.2018)

[10] Dünya kapitalizminin yaklaşan krizi: Neoliberalizmden buhrana mı (Robert Brenner, Çeviri: Pınar Bedirhanoğlu, Sayı: 119, Mart 1999)

Mazhar ÖZSARUHAN
Latest posts by Mazhar ÖZSARUHAN (see all)