Kazanılmış haklara saygı olmadan…

Kazanılmış haklara saygı, evrensel ölçekte bir hukukun genel ilkesi olup, insanoğlunun yüzlerce, hatta binlerce yıldır verdiği mücadele ve evriminin sonucu oluşmuştur. 686 sayılı KHK, öncekiler gibi, sadece Anayasa’ya ve insan hakları hukukuna aykırı olmakla kalmayıp, kazanılmış hakları da yok edici sonuçları ile, “bilim kıyıcı” ve “insan kıyıcı” nitelemelerini hak etmektedir. Konuya, daha çok, uygulamaya konmak istenen büyük proje ışığında bakmaya çalışacağım.

Descartes Üniversitesi’nde 2 Mart 2015 günü yapılan “Türkiye ve Avrupa” konulu yuvarlak masa toplantısındaki konuşmanın başlığı şu idi: “Türkiye’nin güncel ikilemi: insan hakları mı, yoksa din mi?”

Açılış konuşması sırasında, Türkiye’nin Paris Büyükelçisi Hakkı Akıl, masada oturan biz konuşmacılara dönerek, bana şöyle bir uyarıda bulundu: “din mi, yoksa insan hakları mı?” başlığı olmamış; bunu “din ve insan hakları” şeklinde düzeltmek gerekir.
Başlığı bilerek koyduğumu belirterek, görüşümü teyit için şimdilik tek bir örnekle yetineceğimi ve konuyu konuşmam esnasında açacağımı söyledim. Değindiğim örnek: “ İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi’nin Alevilerin inanç ve din özgürlüklerinin ihlal edildiğini saptayan hiçbir kararı, Hükümetimiz tarafından uygulanmadı”. 1

Aslında, eğitim sistemine ilişkin olup, kısaca, “4+4+4” adı verilen düzenleme, AK Parti-MHP arasında, kritik zamanlarda ortaya çıkan ittifaklar zincirinin önemli bir halkasını oluşturmakta idi. İlgili yasa üzerinde Anayasa Mahkemesi’nin verdiği ve laiklik tanımını başkalaştıran kararı ise, eğitim programında “dinsel vesayet” tescili olarak da görülebilirdi.

Bu yetmedi; “imam-hatipleşme” furyası başladı. İmam hatip okul sayısını arttırmak değildi başlıca amaç; mevcut liseleri ve ortaokulları imam-hatip statüsüne “tepeden zorlama” yoluyla dönüştürmekti.

Bu da yetmedi, “proje okulları” adı altında nitelikli okulları tasfiye harekatı başlatıldı. Üstelik, konuya ilişkin yargı süreci beklenmeksizin. Her zamanki ivecenlik ve telaşla; adeta “yangından mal kaçırır” gibi…

Bu operasyon da büyük ölçüde tamamlanınca, sıra, milli eğitim ders programlarının içeriğini yeniden şekillendirmeye geldi: Darwin (evrim) kuramı programdan çıkarılacak, Atatürk ve İnönü ile ilgili bilgiler gözden geçirilecek, azaltılacak veya çıkarılacak…

Program tartışmasının başladığı günlerde Cumhurbaşkanı, bir toplantıda yaptığı konuşmada; kültür ve sanat alanında son yüz elli-iki yüz yıldır zayıf kalındığını ve gelişme kaydedilmediğini vurguladı. Bununla, Tanzimat ile başlayan Batıya açılım ve pozitivizm ile tanışma dönemi, bir “fakirleşme çağı” olarak görüldüğü, en üst düzeyde dillendirilmiş oluyordu.

Aynı haftalarda kotarılmaya çalışılan Anayasa değişikliği de, aslında Türkiye’nin, Tanzimat-Meşrutiyet-Cumhuriyet çizgisinde kaydettiği siyasal ve anayasal değişmeleri de “parantez içine alma” iradesi ile örtüşmekte idi.

Peki, ama Türkiye toplumunun birikimi, nasıl değersizleştirilebilirdi tümden yok edilme yolunda?

Üniversiteler özerk olmasa da, bilimsel etkinlikleri ve genç kuşakların eleştirel düşünce ekseninde yetiştirilmesini önemseyen (ve bu yolda direnen) öğretim üyelerini (ve öğretmenleri) tasfiye etmek, hedef önündeki başlıca engeli ortadan kaldırmak anlamına da geliyordu.

“Allah’ın lütfu” olarak nitelenen 15 Temmuz 2016 darbe girişimi, bu yolu açıyordu.

Kuşkusuz, darbeyi örgütleyenler ve yapanlar yaptırıma tabi tutulmalıydı, hem de en ağır biçimde. Ne var ki, dün, “ne istediler de vermedik?” diyenler, darbecilerle hesaplaşma adına, esas büyük hedeflerine ulaşmada engel gördükleri kesimler ile hesaplaşmaya başladılar. Şöyle ki;

-“15 Temmuz torbası” o denli geniş tutuldu ki, şimdiye kadar ihraç edilen kamu görevlisi sayısı yüzbini aştı. Öte yandan, “ölüm cezasını geri getirme” söylemi, yurt dışında bulunan darbecilerin ülkeye geri getirilme yolunu tıkadı.

KHK yoluyla tasfiye tarzı, -KHK’lerin Anayasa’ya aykırı ve hukuken yok olmasının ötesinde- yıllarca din özgürlüğünün kötüye kullanılmasına ve dinin siyasete alet edilmesine karşı mücadele edenlerin FETÖ’cüler ile “aynı torba”ya konulmuş olması nedeniyle, balı başına aşağılayıcı ve kötü muameledir. Fakat, bu aynı zamanda, darbecilere uygulanacak yaptırımları sulandırmaktır. “Sulandırma iradesi”, ölüm cezasını geri getirme söylemi ile de teyit edilmekte. Şöyle ki; FETÖ ve Adil Öksüz (yurt dışında ise) gibi baş aktörler gibi Yunanistan’a kaçan darbeci subaylar vb. de, Türkiye’de idam riski olduğu gerekçesiyle iade edilmeyecekler…

Darbe girimi faillerini ciddi bir biçimde yargılayıp, yeni darbe olasılıklarını ortadan kaldırıcı bir hukuk düzeni oluşturmak yerine, hukuku ve insan haklarını savunanların, dahası hukukun kendisinin ve insan haklarının tasfiye edilmesi, bir çok soru işaretini beraberinde getirmekte (…).

Unutmayalım: Türkiye’yi 15 Temmuz 2016’ya getiren zemin, Anayasa-hukuk ve liyakat yerine “din-mezhep-cemaat” ilişkilerini öne çıkaran Hükümet etme tarzı ile yaratıldı.

15 Temmuz sonrası, hukuk ve liyakat yerine, yandaşlar ve muhalifler ayrımının sürdürülmesi, AK Parti ve cemaat biçimdeki oluşumların yeni ittifaklarına elverişli zeminler hazırlayabilir; başladı da, milliyetçi-ırkçı unsurların eklemlenmesiyle.

Üniversitelerin içinde bulunduğu durum, bu konuda yeterince ipuçları sağlamakta. Cemaatler, üniversitelerdeki son kırk yıllık “Türk-İslam” sentezi eksenindeki yapılanmada, açıkça ya da örtülü olarak önemli mevziler kazanmış ve YÖK yapısı altında üniversitelerde kadro ve makam dağılımında bilimsel başarım ölçüt olarak alınmamıştır. Araştırma görevlisi kadrosu tahsisinden, bölüm başkanı ve dekan belirlemeye kadar, kamu hizmetinin gerekleri ve bilimsel ölçütler yerine siyasal eğilimler öne çıkmıştır. Doçentlik jürilerinin oluşturulmasından, seçimle belirlenen rektör aday listelerinin değiştirilmesine kadar, hep “bizden yana” ve “diğerleri” ölçütü baskın geldi… Bunlar, eğer “15 Temmuz darbe girişimi” ile hesaplaşma olsa idi ortaya çıkardı; ne var ki, aktörler iç içe olduğu için hesaplaşma ihtimali de yok.

Üniversiteler (ve liselerden) özellikle Eğitim-Sen üyesi olanların tasfiyesinin, AKP-MHP ( İslam-Türk)ittifakının yeniden örüldüğü bir dönemde ivme kazanması, bir rastlantı olmasa gerek.

Böyle bir eklemlenme, insan hakları ve evrensel değerleri değil, maneviyatçı-milliyetçi ve ırkçı yaklaşımları öne çıkartır. Barış dilini değil, savaş söylemini beraberinde getirir.

Anayasa yoluyla yapılmak istenen de bu olsa gerek: Kanlı darbe girişimi önlendi ama sonrasında, OHAL KHK’ler yoluyla “savaş hukuku” ile bile bağdaşmayan bir mekanizma işletilmeye başlandı. Anayasa değişikliği, böyle bir ortamda kotarıldı; yine bir tür savaş yöntemi ile.

Oysa anayasa, doğası gereği, bir ortak yaşam paktı ve toplumsal barış projesi. Şu anda tanık olduğumuz ise, tam tersi. Bir tür savaş yöntemi ile adeta bir savaş anayasası hazırlanıyor, sadece iki hedef öne çıkarılarak: “istikrar ve güvenlik”.

Öyle bir savaş yöntemi ki, “kazanılmış haklar” bile sıfırlanabiliyor. Bunda, hukuk-adalet-insan hakları-eşitlik ve haysiyet gibi kavram ve değerler değil, mezhepçi kin ve nefret söylemi öne çıkıyor.

Araç ve amaç paralelliği, yazıya başlarken sorduğum soruda şekilleniyor: “din mi, insan hakları mı?”.

Batılı değerler olarak görülen insan haklarından duyulan rahatsızlık, sadece dile getirilmekle kalınmıyor; uygulamaya da yansıtılıyor. İkiyüz yıllık kazanımları parantez içine alma çalışması da bundan.

Kurulmak istenen siyasal ve anayasal düzen ibresi de, zamanın Paris büyükelçisinin görüşünü değil, benim sorgulamam yönünde.

Neden? Çünkü, eğer bugün din özgürlüğü, bir hak ve özgürlük kategorisi olarak nitelenebiliyorsa, bu insan hakları sayesinde; yoksa “mutlak hakikat” yolunda hiç bir din, insan haklarını güvence almadığı gibi, din özgürlüğünü de güvence almaz. Ya bilim? Bilim, ancak insan haklarının güvence altına alındığı özgürlük ortamında yapılır. “Kazanılmış haklara saygı” ve insan haklarının sert çekirdeğini oluşturan ilkeleri ortadan kaldırma eşiğinde hak ve özgürlüklerin sıfırlandığı bir toplumun geleceğini, “istikrar ve güvenlik” kavramları ile açıklamaya çalışmak, muhatapları hayli saf sanmaktır. Kuşkusuz, zalimleri durdurmanın yolu, birikim ve kazanımları sahiplenerek, bilimsel düşünceyi her ne koşul ve ortamda olursa olsun savunanların sayısının çoğalması ve kararlılığından geçiyor.

İBRAHİM Ö. KABOĞLU

Dipnot:
1 Bkz. La Turquie et l’Europe/Laicité en France et en Turquie: les enjeux et les défis, Université Paris Descartes, 2 mars 2015 (İbrahim Ö. Kaboğlu, “Le dileme de la Turquie actulelle: les droits de l’homme ou la religion?”)

Kaynak: BirGün Pazar, 19 Şubat 2017