Babamdan dinlediğim, tanık olduğum, yaşadığım 85 yıllık “üniversite tasfiyeleri” üzerinde anılarımın, izlenimlerimin bir bölümünü BirGün okurlarıyla paylaşmak istiyorum1.
Pertev Naili Boratav ve DTCF tasfiyesi
Babam Pertev Naili (Boratav) Darülfünun’da öğrenciyken halk bilimi araştırmalarına başlamış; Köroğlu Destanı başlıklı çalışması yayımlanmış; dikkat çekmiştir. Yirmi beş yaşında (1932’de) Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nin Türkiyat Kürsüsü’ne ilmî yardımcı (asistan) olarak atanır. Kürsü Başkanı Fuad Köprülü’dür.
Aynı yıl içinde İstanbul’da Tarih Kongresi toplanır; Gazi’nin önem verdiği Türk Tarih Tezi sunulur; tartışmaya açılır.
Darülfünun hocalarından Zeki Velidi bir oturumda Tarih Tezi’ni eleştirir. İki oturum sonra Maarif Vekili Reşit Galip kürsüye çıkarak tepkisini ortaya koyar :“Zeki Velidi Bey’in Darülfünun’daki kürsüsü önünde talebe olarak bulunmadığıma çok şükrediyorum.”
Hocalarını hedefleyen bu müdahaleye Edebiyat Fakültesi’nden dört asistan (Pertev Naili, Nihal, Ayşe, Enver Niyazi) tepki gösterir. Reşit Galip’e bir telgraf çekerler: “Biz Zeki Velidi’nin talebesi olmakla iftihar ediyoruz…” Birkaç gün sonra Fuad Köprülü bu dörtlüyü çağırır: “Darülfünun defteriniz kapanıyor; öğretmenlik için tayinlerinizi isteyin.”
Babam Konya Lisesi’ne edebiyat öğretmeni olarak atanır. Orada öğretmenlik yapan genç bir kadınla (annem Hayrünnisa ile) tanışıp evlenecektir. Ben de 1935 Konya doğumluyum.
Bu aşamada genç Cumhuriyet’in, gelecek vadeden aydınlarına karşı “kıyıcı değil, koruyucu” olduğunu; “dik başlı okur-yazar çocukları”nın kulaklarını çekmekle yetindiğini söyleyebiliriz.
Pertev Naili Boratav akademik meslekten kopmayacaktır. Konya’da üç yıl öğretmenlikten sonra, Maarif Vekâleti bursuyla lisans-üstü çalışmalar yapmak üzere Almanya’ya gönderilir.
Hitler iktidardadır. Burslu öğrencilerin çoğu ve Berlin’deki öğrenci müfettişi Reşat Şemsettin Sirer, Nazi hayranıdır. Babam sol eğilimlidir; tartışmalarda Hitler rejimini eleştirir. Dört burslu, komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla Boratav’ı ihbar eder. Reşat Şemsettin bursunun kesilmesi için Bakanlığa başvurur. İki ay sonra Bakanlık bursu keser. Babam doktora çalışmalarına son verir. Türkiye’ye döner; Mülkiye’ye kütüphane memuru olarak atanır.
CHP’li Cevat Dursunoğlu, Yüksek Öğretim Genel Müdürü olmuştur. Pertev Naili Boratav’ın halk bilimi çalışmalarından haberdardır ve yeni kurulan DTCF’ye başvurması için onu teşvik eder. Boratav, Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan imzasıyla bu yeni fakültenin Türk Edebiyatı Kürsüsü’ne 1938’de doçent olarak atanır. O dönemdeki akademik atamaların pek çoğunda olduğu gibi babamın doktorası yoktur.
1938 sonunda Hasan Âlî Yücel, Milli Eğitim Bakanı olur. ABD’de doktora çalışmalarını tamamlayan Behice Boran, Niyazi Berkes ve Muzaffer Şerif’i DTCF’nin Sosyoloji Kürsüsü’ne yönlendirir. DTCF Dekanı ise yine CHP siyasetçilerinden, felsefeci Emin Erişirgil’dir. Bu üç bilim insanı, P.N. Boratav’la birlikte 1941’den başlayarak Yurt ve Dünya dergisini çıkaracak; kamuoyunda “DTCF’deki solcu hocalar” olarak ün yapacaktır.
Bu noktada, DTCF’nin, insan türünün biyolojik kökenlerinin araştırılmasını (paleoantropolojiyi) kapsayan bir insani bilim fakültesi olarak kurulmasının, Cumhuriyet aydınlanmasının önemli bir adımı olduğuna dikkat çekmek isterim. Bu çizgi, bilimi “en hakiki mürşit” kabul eder; buradan hareketle Avrupa aydınlanmasının bilim, düşünce ve sanat akımları ile bütünleşmeye çalışır. Nazi Almanyası’ndan kaçan bilim insanları ile daha sonra “solcu” nitelemesiyle öne çıkacak Boratav, Boran, Berkes, Şerif gibi gençlerin DTCF’nin kurucu kadroları içinde yer alması rastlantı değildir.
Ne var ki, savaş yıllarındaki Nazi sempatizanlığı, sonraki yıllarda sert bir antikomünist milliyetçiliğe dönüşmekte; adım adım siyasi iktidarı etkilemektedir. 1946 bir dönüm noktasıdır.
Demokrat çizgisi ve savaş yıllarında Nazi aleyhtarlığı ile öne çıkan Tan gazetesi saldırıya uğrar; yayınına son verilir. Sosyalist partiler ve sola dönük sendikalar kapatılır. Sekiz yıl Milli Eğitim Bakanlığı yapmış olan; Köy Enstitüleri’nin, 1946 tarihli Üniversiteler Kanunu’nun, klasiklerin çevirisini üstlenen Tercüme Bürosu’nun baş mimarlarından Hasan âli Yücel 1946 seçimlerinden sonra görevden alınır; Recep Peker hükümetinin Milli Eğitim Bakanı, Reşat Şemsettin Sirer olur. Yeni hükümetin İçişleri Bakanı Şükrü Sökmensüer, Köy Enstitüleri’ne ve üniversitelere sızmış komünistleri hedef gösterir.
Üniversitelere dönük saldırıları Sirer yönetir ve ana hedef DTCF’deki “solcu hocaların tasfiyesi” olur. P.N. Boratav ve arkadaşlarını doğrudan doğruya üniversite organları tarafından uzaklaştırma girişimini Üniversitelerarası Kurul önler. Bakanlığın tepkisi, öğretim üyeleri aleyhine “görevi kötüye kullanma” suçlamasına dayalı bir ceza davası açmak olacaktır. Yargı da “tasfiyeci” seçeneğe karşı çıkacak; davalar beraat ile sonuçlanacaktır.
Tek çözüm yolu kalmıştır: 1949 bütçe görüşmelerinde Ankara Üniversitesi Kadro Kanunu’na eklenen bir madde ile “solcu” öğretim üyelerinin kadroları lağv edilir. “Yasa yoluyla tasfiye”, iktidar ile muhalefetin ortak oylarıyla gerçekleşir. Pertev Naili Boratav ve arkadaşları “açık memur statüsü”ne geçerler. Kendi alanlarında ilk açılan kadroya tayin yükümlülüğü içeren bu konum, emeklilik hesabında iki yılı bir yıla saymakta ve yüzde 50 oranında aylık bağlamaktaydı.
Babam bir yıl sonra Fransa’ya, CNRS’in araştırma kadrosuna geçti. Öğretmen olan annem 1959’da emekli oldu; babamın yanına taşındı. Ben, her ay başında, Dışkapı’da Ankara Üniversitesi Saymanlığı’na gider, babamın açık maaşını nakit olarak alırdım. Babamın İstanbul Üniversitesi’nde kendi alanına yakın bir kadro için yaptığı atama girişimi kabul edilmedi. “İki yılı bir yıla sayılan” emeklilik süresi işledi; 1970’te Ankara Üniversitesi’nden emekli oldu.
“Solcu DTCF hocaları”na uygulanan “açık memur statüsü”, sonraki yılların tasfiye yöntemlerine göre hafif kalacaktır.
147’ler Tasfiyesi
1959’da Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nden mezun oldum. 27 Mayıs’a giden günlerde DP’nin üniversitelere ve hocalarımıza dönük saldırılarına tanık oldum. 27 Mayıs’a giden öğrenci gösterilerine katıldım. İktisata ve akademik mesleğe yöneldim. Avukatlık stajımı sürdürürken SBF’deki iktisat doktora programına kaydoldum. 27 Mayıs’tan altı ay sonra SBF Maliye Kürsüsü’ne asistan olarak atandım.
Akademik mesleğe başlayışım, bir başka üniversite tasfiyesiyle çakıştı. SBF’deki iktisat doktora programında Maliye Politikası dersini, modern Anglo-Sakson maliyesini iyi bilen, güler yüzlü, sevimli profesör Fadıl Hakkı Sur vermekteydi. Ders programının bitimi 27 Mayıs’a denk geldi. Beş ay sonra Fadıl Hakkı Bey, Milli Birlik Komitesi tarafından kabul edilen bir yasayla görevinden uzaklaştırıldı.
Yasa, Ankara ve İstanbul üniversitelerinden 147 öğretim üyesini meslekten çıkarmaktaydı. Listede SBF’den Sur dışında iki profesör (Aziz Köklü ve Hamit Sadi Selen) ve çiçeği burnunda iki asistan (Özer Ozankaya ve Olcay Kansu) vardı. Listede yer alan asistanlardan biri Veteriner Fakültesi’nden arkadaşım, öykücü Orhan Duru idi. Hukuk Hakültesi’ndeki hocalarımdan Yavuz Abadan, Bülent Nuri Esen, Mukbil Özyörük; arkeolog Halet Çambel; edebiyat ve düşün dünyasından Haldun Taner, Sabahattin Eyüboğlu, Adnan Benk de listede yer almaktaydı.
Yasanın 5. maddesine göre listedekiler bir daha üniversitelerde görev alamayacaklardı. 147’ler olayı, basın ve üniversite ortamlarında şiddetle eleştirildi. Sur ve Köklü (herhalde “gönül alma” kabilinden) yurt dışında prestijli görevlere atandılar. İki yıl sonra çıkarılan bir yasayla kurumlarına geri dönüş hakkı tanındı. 147’lerin büyük çoğunluğu bu imkânı kullandı. Aziz Köklü ve iki asistan SBF’ye döndü. Fadıl Hakkı’yı bir daha görmedim.
Ne var ki, “147’ler olayı”, Türkiye’de üniversite mesleğinin eski, kronik bir başka hastalığının ürünüydü: Tasfiye listesinin meslektaşlarının (çoğu dedikodulardan ibaret olan) ihbarları sonunda oluştuğunu, Şevket Çizmeli (henüz yayımlanmamış) bir çalışmasında ortaya koyuyor. Hastalık, yirmi yıl sonra daha şiddetli boyutta depreşecektir.
12 Mart ve 12 Eylül Tasfiyeleri
Bir başka tasfiye girişimi 12 Mart 1971’i izleyen sıkıyönetim döneminde gerçekleşti. “Reformcu” Erim hükümetinin Başbakan Yardımcısı Şadi Koçaş’ın başlattığı “Balyoz Harekâtı”, hızla SBF’ye de yansıdı. Genç asistanlardan bir bölümü “arazi oldu”; meslekten koptu. Kıdemli hocalardan Cahit Talas, Muammer Aksoy, Bahri Savcı, Dekan Mümtaz Soysal gözaltına alındı. Sıkıyönetim Mahkemeleri’nde “hesap vermeleri” istendi.
Mülkiye, 12 Mart fırtınasını büyük ölçüde dayanışma göstererek karşıladı. Mümtaz Soysal’ın Mamak Askeri Cezaevi’ndeki duruşmalarına SBF’li meslektaşları olarak kalabalıkça bir kadroyla katıldık. Üniversiteler Kanunu’nun özerk yapısı korunmaktaydı. Soysal’ın boşalttığı makama seçilen Ruşen Keleş ve Üniversite Senatosu, kayıpların, yıkımın sınırlı kalmasına; “kaybolanlar” geri geldiklerinde özlük haklarının korunmasına özen gösterdi. Sıkıyönetim’in son bulmasıyla birlikte, durum, adeta, eskiye dönmüş oldu.
12 Mart yıkımının frenlenmesine, 1970’li yılların ilk yarısında bütün dünyanın sola kaydığı bir konjonktürün etkili olduğunu düşünüyorum. 12 Eylül 1980 sonrasında patlak verecek olan rejim, dış dünyadaki eğilimlerin de tersine döndüğü bir döneme denk geldi. Sonuçları çok daha ağır oldu.
SBF, darbeyi ve sıkıyönetim ortamını Cevat Geray’ın dekanlığı ile karşıladı. Başlangıçta, darbenin üniversitelere yansımasının 12 Mart boyutlarında kalacağını; zamanla geçiştirileceğini düşünmüştük. Kısa zamanda, 12 Eylül Darbesi’nin farklı olduğu anlaşıldı. İhsan Doğramacı, üniversite düzeninin baştan-aşağı değişmesi gerektiğini, otoriter ve yetkili bir üslupla haber verdi. Yeni yasa (YÖK) yürürlüğe girdi; dekanlar, üniversite yönetimleri topluca değişti. 1946 tarihli yasada güvenceli konumda olan doktoralı asistanlar sözleşmeli konuma getirildi; “sakıncalılar” dosyalarına göre peyderpey üniversite görevlerinden uzaklaştırıldı.
Öğretim üyeleri için ise, YÖK değil, Sıkıyönetim Yasası işletildi. Şubat 1983’te Ankara Üniversitesi Rektörü Tarık Somer tarafından imzalanmış; 1402 sayılı yasaya ve Sıkıyönetim Komutanlığı’nın kararına atıf veren “görevden uzaklaştırma yazıları”, (“Sarı Zarflar”) odacılar tarafından ilgililere dağıtılmaya başlandı. Bu yazılar, yarım sayfadan küçük boylu, ince pelür kâğıtlarına kopya edilmiş, sadece isim başlığı değişik belgelerdi.
İlk yazı Tuncer Bulutay’a geldi. Bir hafta sonra sarı zarflar Cevat Geray’a, Rona Aybay’a, Kurthan Fişek’e ve bana dağıtıldı. Yaklaşık on gün içinde listeye Bahri Savcı, Mete Tuncay, Alpaslan Işıklı, Cem Eroğul, Yılmaz Akyüz katılacaktı. Sıkıyönetim alanı dışında idari yargı işlemekteydi. Örneğin Baskın Oran’ın “yardımcı doçentlik” görevine YÖK Yasası gereği son verilmişti. Baskın, Danıştay’dan iptal kararı çıkardı. Fakülteye döndü. Aynı gün Sıkıyönetim Komutanlığı kararıyla görevden alındı.
İstifaları saymazsak SBF’nin 1402 sayılı yasaya göre kayıpları yukarıda sayılan on bir kişiyle sınırlı kaldı. Yasa, bizleri görevlerimizden “bir daha kamu hizmetinde çalışamamak” kısıtlanması içinde uzaklaştırıyordu. Ne var ki, kazanılmış haklar korundu. Emeklilik süresini dolduranlara emeklilik aylıkları bağlandı; ikramiyeleri ödendi. Bana gelince, Emekli Sandığı’na bağlı olarak 23 buçuk yıllık hizmetim vardı. Bir buçuk yıl dışarıdan SSK primi ödeyerek emekliliği sağladım.
Yeşil (hususi) pasaportlarımız mavi pasaportlarla değiştirildi; yurt dışına çıkmamıza engel konmadı. Örneğin Aydınlar Davası’ndan yargılanmaktayken duruşmalardan vareste tutuldum ve Eylül 1984’te Zimbabwe Üniversitesi’ne öğretim üyesi olarak gittim. 1986 sonunda Türkiye’ye döndüm. “1402’likler”in başvurularını bir süre reddeden Danıştay, 1988’de “kamu hizmeti yasağı, sıkıyönetim süresi içinde geçerlidir” içtihadı ile görevlerimize dönmemizi sağladı. Altı yıllık bir aradan sonra SBF’ye döndüm.
Üniversiteler, 12 Eylül Darbesi’ne karşı 12 Mart’taki dayanışmayı göstermedi. YÖK düzeninin yeni organlarında tasfiye sürecine katkı yapan meslektaşlar ortaya çıktı. Ancak, listelerin oluşmasının arka planı bugüne kadar araştırılmamıştır.
OHAL/KHK Tasfiyeleri
2016’nın OHAL/KHK’ler rejimi öncekilerden çok daha yaygın bir üniversite tasfiyesi başlatmıştır. Özellikle kendi fakültemle ilgili gözlemler yapacağım.
SBF’den toplam 29 öğretim elemanı (Profesör, doçent, yardımcı doçent, öğretim görevlisi, araştırma görevlisi) görevlerinden uzaklaştırılmıştır. Bu, Fakülte’yi çökertme niyeti olarak görülmelidir.
Emeklilik ve sosyal güvenlik konularında kazanılmış haklara ilişkin ciddi endişeler vardır. Pasaportları geçersiz kılınmıştır. Akademisyenler için büyük önem taşıyan yurt dışında çalışma, araştırma, burs gibi olanakları kullanmaları imkânsızlaşmıştır. “Sivil ölüm” konumu akla gelmektedir. Yasal güvenceler alanı, 12 Eylül rejimi dönemine göre çok daha fazla daralmıştır.
OHAL ile ilişkili olmayan bir bildiri, tasfiye listelerinin oluşumunda esas alınmıştır. KHK’deki imza sahipleri (Bakanlar Kurulu) sorumludur; ama YÖK, listelerin ilgili üniversite yönetimlerince hazırlandığını belirtmiştir. Bu durumda, akademik etik ilkelerini açıkça çiğneyen; mesleki dayanışma geleneğini hiçe sayan üniversite yöneticilerini görevlerinden derhal istifaya davet etmeliyiz.
OHAL/KHK rejimi tam yetkilidir. Üniversitelerde tasfiye listeleri hazırlama ve uygulama görevleri doğrudan doğruya Emniyet Teşkilatı’na devredilsin ki akademik mesleğin kirlenmesi frenlensin.
SBF’den uzaklaştırılanların tümünü, kendi çocuklarım gibi benimsiyorum. Öğrencilerim, asistanlarım, ortak çalışmalar yaptığım meslektaşlarım var. Üç örnek vereceğim.. Dr. Nilgün Erdem, Prof. Dr. Ahmet Haşim Köse kıvanç duyduğum, birlikte çalışmalar yaptığımız parlak meslektaşlarımdır. Meslekten uzaklaştırılmaları, önlerinin tıkanması, Türkiye’de sosyal bilimlerin birikimini ve geleceğini tahrip etme niyeti dışında nasıl açıklanabilir? Onların asistanı olan, doktora tezinin başlangıç aşamalarında, kendisinden önemli katkılar beklediğim genç Ekin Değirmenci’nin meslek hayatına niçin son verilmek isteniyor? Hedef, yılların emeğini, kaynaklarını, hocalarının da katkılarını içeren birikimini yok etmek midir?
•••
85 yıllık tasfiye öyküleri aktardım. Babamı, beni, örnek verdiğim asistanlarımı ve onların da asistanlarını, yani dört akademik kuşağı kapsadım. Sonu, bana hüzün vermektedir. Zira, siyasi iktidarlar ve onların uygulayıcıları, her aşamada biraz daha kıyıcı ve gaddar hale gelmektedir.
Yine de aynı öyküler gösteriyor ki, toplumun bünyesinde, tarihsel birikiminin bir köşesinde bir telafi mekanizması saklıdır. Aydınlar, bilim dünyası, hukuk, er veya geç geçmiş yıkımı onarma, telafi yöntemlerini arayacak; bulacaktır. Umarım fazla geç kalınmaz.
Korkut BORATAV
Dipnot: 1 Daha ayrıntılı bir metin, “Bir Söyleşi: Üniversitelerde İki Kuşak” başlığı altında Rona Aybay’a Armağan’ (İstanbul, 2015)’te yer alıyor. Pertev Naili Boratav’ın 1948’e kadar uzanan meslek hayatının “tasfiyeler” bölümü Mete Çetik’in hazırladığı Üniversitede Cadı Kazanı: 1948 DTCF Tasfiyesi ve Pertev Naili Boratav’ın Müdafaası (İstanbul, Tarih Vakfı Yurt Yayınlar) içinde yer alıyor.
Kaynak: BirGün Pazar, 19 Şubat 2017
- Bilim İnsanları, Bazı Kişilerin Neden Covid Olmadığını Buldu - 21 Haziran 2024
- Tüketicinin İyimserliği Azalıyor - 21 Haziran 2024
- Akşener, Erdoğan’dan Ne İstedi? - 7 Haziran 2024