İstanbul: ‘No pasaran!’

Başlıktaki iki İspanyolca sözcük faşizme karşı mücadele tarihinin en parlak direnişlerinden birinin mücadele sloganıydı: “Geçit yok!”

18 Temmuz 1936’da Halk Cephesi’nin komünist önderi Dolores İbarruri’nin, Madrid Radyosu’ndan başkentin kapılarına dayanan faşist ordulara karşı tüm İspanya’ya ünlü hitabı, direnişi bu iki sözcükte yoğunlaştırmayı başarmıştı: “Bütün ülke demokratik İspanyamızı yeniden dehşet ve ölüm uçurumuna savuracak olan bu kalpsiz barbarlara karşı öfke içinde kıvranıyor. Ama onlara geçit yok! Çünkü bütün İspanya savaşa koyuluyor.”

Gerçekten de o saldırı başarıyla geri püskürtüldü. Ama Franco ordularının Ekim 1938’de Nazi Almanyası ve Faşist İtalya desteğiyle başlattıkları kuşatma sonunda Madrid 28 Mart 1939’da düştü. Ama Dolores İbarruri’nin kulaktan kulağa, kuşaktan kuşağa ulaşan çağrısı ölümsüzleşti. İspanya’nın antifaşistleri Franco’nun 36 yıl süren diktatörlüğünü 1975’te çökertmeyi başardılar. İbarruri, yaşarken bir kez daha İspanya parlamentosuna döndü. Demokratik İspanya 2019’da Franco’yu “Falanjizm”in anıt mezarından çıkarıp, hiçliğin çukuruna yeniden gömmeyi de başardı.

HDP Eş Genel Başkanı Mithat Sancar’ın önceki gün TBMM Grup Toplantısı’nda kürsüden “İstanbul’u faşizmin üssü yaptırmayacağız” diye haykırmasını bu arka plan üzerinden okumak, hem bunun gelip geçici, öfke ve hışımla söylenmiş bir söz olmadığını daha derinden kavramaya yardımcı olur. Hem de aslında bu sözlerin siyasetin, eskilerin tabiriyle “cebr-i âlâsı”nı uygulayarak İstanbul’u 2019’da Erdoğan diktatörlüğünün elinden söke söke alan HDP taktiğinin 2023 koşullarında sürdürülmesinin yol ve yordamına işaret ettiğine dair sağlam perspektif sunar.

İstanbul’u kaybetmek, AKP-MHP-Ergenekon bloku için travmatik bir yenilgiydi. Böylece, henüz, inşa halindeki diktatörlük rejiminin meşruiyet zemini daraldı. AKP’nin zaten yitirmiş olduğu toplumsal rızayı siyaseten tahkimde de son derece büyük bir sıkıntıyla karşı karşıya olduğu gün gibi ortaya çıktı. Dahası, rejimin kısa vadeli siyasi ihtiyaçları açısından İstanbul’un kaybı yaşamsal bir darbe oldu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin (İBB) bütçesi 2019’da 46-47 milyar TL’ydi. Çekip çevirdiği rant ise trilyonlar mesabesindeydi. İBB “AKP’nin ve AKP ile yükselmiş olan sermaye gruplarının en önemli finans ve rant regülatörü, öte yandan kitle seferberliği bakımından da muazzam bir alandı.” Bütün bunlar bir gün içinde el değiştirdi.

Aynı şeyler, AKP’nin 2019’da kaybettiği Ankara, İzmir, Adana, Mersin, Antalya, Hatay büyükşehir belediyeleri için de ayrı ayrı değerlendirilebilir. Neresinden bakarsak bakalım 31 Mart hezimeti, özellikle AKP siyaset tarzının sürdürülmesi bakımından büyük bir yıkım, dolayısıyla diktatörlük inşası itibariyle toprak kaymasına eş değer bir sorundu. AKP ilk kez bu belediyeler olmaksızın, muazzam bir lojistik handikapla bir kader seçimine giriyor.

Geçtiğimiz hafta içinde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı’na ve HDP Eş Genel Başkanları’na karşı girişilmiş bulunan “hukuksal” ve “polisiye” saldırılar, 13 Kasım İstiklal Caddesi patlamasıyla açılmış bulunan 2023 seçim döneminde AKP ve Erdoğan’ın mücadele hedefleri bakımından şüpheye yer bırakmıyor: Muhalefeti, İstanbul’dan başlayarak sistem içindeki mevzilerinden sökerek seçimlere sürüklemek.

İBB’ye ve bunu izlemesi muhtemel diğer büyükşehir belediyelerine yönelik saldırı ve eş zamanlı olarak HDP örgütlerine “polisiye” ve partinin kendisine yönelik “yargısal-politik” saldırı, esasen 31 Mart 2019’dan bu yana sistematik bir karakter kazanan ve demokratik yürüyüşü tanzim ede gelen HDP siyasetine ve güç dizilişi planına saldırıdır.

HDP’nin 31 Mart taktiği eldeki güç tablosu üzerinde iktidar blokunun yerel ayağını kırarak diktatörlüğü tek ayak -merkezi iktidar- üzerinde durmak zorunda bırakmakla ilgiliydi, bir merkezi stratejinin fonksiyonuydu. Bu taktik, hangi partinin yerel iktidara yükseldiğiyle değil, AKP-MHP blokunun yerel iktidardan indirilip indirilmediğiyle ilgilidir. O yüzden, AKP-MHP blokunun genel seçimler öncesinde İstanbul’u -şu ya da bu yolla- geri alması -ki Belediye Meclisi’nde çoğunluk AKP-MHP blokundadır- genel seçimler öncesi taktik bir avantaj ele geçirmesi, İstanbul’a -ya da başka bir kente ve sonuçta ülkeye- iki ayağıyla birden basması, muhalefet bloku çevresinde yığılmaya başlayan halk kitleleri arasında moral bozukluğu ve bozgun havası estirmesi demektir.

Bu stratejik arka plan üzerinde, Akşener ve şürekası arasında İmamoğlu’nun yargı silahıyla vurularak cezaevi sırasına sokulmasının yol açtığı grotesk sevinç ve neşe tablosu esasen merkez muhalefetin üzerinde yükseldiği toplumsal-politik güç blokunun çoklu bileşimi konusundaki derin unutkanlık ve kendini bilmezliğinin ibret verici bir göstergesidir.

Şu halde, açılışı rejim saldırılarıyla başlatılmış olan seçim sürecinde demokratik muhalefetin -Mithat Sancar’ın yerinde hatırlatmasıyla- 31 Mart taktiğinin bir varyantı olarak zaman ve koşulların biçimlendirdiği bir “no pasaran” tavrı takınması paha biçilmezdir. Bu tavır, İmamoğlu’nun “kıymeti” veya Meral Akşener’in “kıymetsizliği”yle ilgisizdir. Yerel iktidarı siyaseten ellerinde tutanların buna ilişkin bilinçlerinden bağımsızdır. Öznel değildir. 2023 seçimlerinin Erdoğan ve rejim blokuna kaybettirilmesi için İstanbul başta olmak üzere bütün büyükşehir yerel yönetimlerinin el değiştirmemesi, AKP-MHP faşist taarruzu karşısında savunulması olmazsa olmazdır.

Aslında, geçtiğimiz hafta Saraçhane’de oluşan tablonun, üzerine günlerce konuşulabilecek sakalet ve tuhaflıkların ötesindeki en önemli ve anlamlı momentinin, Saraçhane’den yükselen sesin Türkiye’nin her tarafına yayılma potansiyelinin büyüklüğünün hissedildiği an olduğu görülebilir: Ali Babacan’ın HDP ve Demirtaş’ı telaffuzuyla alandan yükselen tezahürat, AKP karşısındaki blokun insani tabanının Akşener-İmamoğlu’nun dar görüşlülüklerine sığmayan çok daha geniş bir spektrum içinde oluştuğunun kanıtıydı.

Ama daha da önemlisi, onlar orada olmasalar, Babacan’ın mesajının anlam kazanamayacağı büyük bir Kürt ve HDP’li emekçi kitlenin orada kendiliğinden mevcut oluşlarıydı. Halk, bir kez daha kendi 31 Mart taktiğine sahip çıkmış, “no pasaran” ruhunda sürdürmüş ve kendi rengini sürece katmıştı.

Görüldüğü gibi, bu kadarı siyasal öncü olmadan da gerçekleşiyor. Ancak, siyasal öncünün esbabı mucibesi, kendiliğindenliğe bilinçli bir yöneliş kazandırmak, gündelik bilinci yüksek siyaset kavrayışına kavuşturmaktır.

Saraçhane’deki bu momenti (anı) sürece taşımak: Karşımızdaki görev budur!

Kaynak: Siyasi Haber