Güvenlik, Ekonomi Ve Görmezden Gelinen Riskler

CHP Milletvekili Fethi Açıkel’in “IŞİD hücreleri Türkiye’nin kentlerinde serbestçe cirit atıyor” tespiti, yeni bir iddia değil. Yeni olan, bu tespitin artık yalnızca muhalefetin uyarısı olmaktan çıkıp, sahadaki operasyonlarla, uluslararası raporlarla ve Türkiye’nin giderek sıkışan finansal denkleminde somut karşılıklar üretmesidir. Açıkel’in açıklaması, tekil bir güvenlik sorununa değil; bilinçli tercihlerle kurulan bir güvenlik rejimine işaret ediyor.

Bugün mesele yalnızca IŞİD ya da radikal örgütler değil. Mesele, bu yapıların hangi siyasal, ekonomik ve idari zeminlerde barınabildiğidir.

Geçirgen Sınırlar, Kalıcı Riskler

Suriye ve Afganistan iç savaşları boyunca Türkiye’nin sınır politikası, “insani gerekçeler” söylemiyle meşrulaştırıldı. Ancak bu süreçte sınır güvenliğinin fiilen askıya alındığı, kontrolsüz geçişlerin olağanlaştırıldığı artık inkâr edilemez bir gerçek. Açıkel’in de vurguladığı gibi, hatalı sığınmacılık ve kontrol politikaları bugün yalnızca ulusal ölçekte değil, mahalle ve sokak ölçeğinde güvenlik krizleri yaratıyor.

Bu kriz, salt terör tehdidiyle sınırlı değil. Radikalizm, organize suç ve yeraltı ekonomisi aynı ekosistemde büyüyor. İstanbul ve Ankara gibi metropollerde, uluslararası düzeyde aranan isimlerin ikamet edebilmesi; şirket kurabilmesi, ticaret yapabilmesi, hatta vatandaşlık alabilmesi, basit bir “denetim zaafı” olarak açıklanamaz.

Kara Para Denklemi: IŞİD Sadece Bir Parça

IŞİD dosyası, buzdağının yalnızca görünen yüzü. Türkiye, son yıllarda uyuşturucu ticareti, yasa dışı bahis, insan kaçakçılığı ve organize suç gelirleri nedeniyle uluslararası kurumların merceği altında. Mali Eylem Görev Gücü’nün (FATF) gri listesi deneyimi hâlâ hafızalarda. Bugün izlenen tablo, Türkiye’nin bu listeye yeniden düşme riskinin hiç de uzak olmadığını gösteriyor.

Özellikle küresel finansal sıkışmanın derinleştiği bir dönemde, denetimsiz para girişleri “kısa vadeli nefes” olarak görüldü. Bu tercih, ülkeyi yapısal reformlara değil; kayıt dışı ve riskli sermayeye bağımlı hale getirdi. Güvenlik politikası ile ekonomi politikası burada kesişiyor: Para akışını sağlayan her yapı, aynı zamanda korunması gereken bir “sessiz ortak”a dönüşüyor.

El Koyma Politikası: Geç Kalınmış ve Palyatif

Son dönemde artan mal varlığına el koyma ve operasyon haberleri, iktidar tarafından “kararlılık” göstergesi olarak sunuluyor. Oysa bu adımlar, sistemik sorunu çözmekten çok, krizin görünürlüğünü yönetmeye yarıyor. Açıkel’in işaret ettiği gibi, yıllarca göz yumulan yapılar şimdi bir gecede “tehdit” ilan ediliyor.

Ancak sorulması gereken soru açık: Eğer bu yapılar gerçekten ulusal güvenlik tehdidiyse, neden bu kadar uzun süre faaliyet gösterebildiler? Eğer ekonomik zorunluluklar bu görmezden gelişin gerekçesiyse, bugün yapılan el koymalar neden gerçek bir hesaplaşmaya dönüşmüyor?

Seçici Güvenlik, Kalıcı Kırılganlık

Türkiye’de güvenlik politikası giderek seçici bir nitelik kazanıyor. Muhalif toplumsal hareketlere karşı sertleşen devlet refleksi, uluslararası suç ağları söz konusu olduğunda aynı kararlılığı göstermiyor. Bu çifte standart, yalnızca adalet duygusunu değil, devletin kurumsal güvenilirliğini de aşındırıyor.

Fethi Açıkel’in açıklaması bu nedenle yalnızca bir uyarı değil; geç kalınmış bir teşhisin yüksek sesle yeniden dile getirilmesidir. Bugün yapılan operasyonlar, geçmişte yapılan hataların bedelidir.

Güvenlik Bir Günlük Değil, Bir Rejim Meselesidir

Türkiye’nin karşı karşıya olduğu tablo, “birkaç hücre” ya da “birkaç suç örgütü” meselesi değildir. Bu, sınırdan ekonomiye, hukuktan vatandaşlığa uzanan bütünlüklü bir güvenlik rejiminin sonucudur. Kara para, radikalizm ve organize suç; ancak bu rejim sorgulanmadıkça yer değiştirir, biçim değiştirir ama yok olmaz.

Ve en kritik soru şudur:
Türkiye, güvenliği gerçekten tesis etmek mi istiyor, yoksa yalnızca krizleri yöneterek zamanı mı satın alıyor?

Bugün gelinen noktada, cevabı sokaklar, dosyalar ve uluslararası raporlar birlikte veriyor.